Kanlı Kızıl Baron | Ön Okuma

kanli kizil baron

BİRİNCİ KISIM

GARP CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

 

1 – AKBABA FİLOSU

Hatların yedi kilometre uzağındayken ağır silahların sesi, daimi bir gümbürtü gibi geliyordu. Çukurlu siyah yoldaki donmuş kar öbekleri mat bir ışıkla parıldıyordu. Güz başlayalı günler olmuştu. Parkasına ve kullanışsız ekoseli battaniyesine sarılı haldeki Teğmen Edwin Winthrop’un suratına böcek ısırığını andıran minicik dolu taneleri çarpıyordu. Winthrop, donmuş bıyığının kopup kopmayacağını düşündü. Üstü açık Daimler, bu aşırı soğuk Fransız kış gecesine uygun değildi. Çavuş Dravot ise iklime karşı ölü bir adamın kayıtsızlığına sahipti. Şoförün gece gözleri keskindi.

Maranique’de bir gecikme yaşandı. Bir onbaşı, kâğıtlarını şüpheli gözlerle incelerken Winthrop daha da dondu.

“Yüzbaşı Spenser’ı bekliyorduk, komutanım,” diye izah etti muhafız. Yaşı Winthrop’unkinin iki katıydı.

“Yüzbaşı Spenser görevden alındı,” dedi Winthrop. Ayrıntılı bir açıklamada bulunmasına gerek yoktu. Onbaşı, Spenser’a alışmakla hata etmişti. Bu, böyle bir meslekte kötü bir huydu. “Belki fark etmemişsindir; ufak bir savaşın içindeyiz.”

Ufkun yakınlarındaki alçak bulutlara kan rengi patlama ışıkları vurmaktaydı. Bir top mermisi belli bir açıdan rüzgârı yararsa ıslığı tüm o bombardıman silsilesinden ayırt edilebiliyordu. Siperlerde bu tiz sesi ancak sizi öldürecek olan top mermisinden gelirse duyabileceğiniz söylenirdi.

Onbaşının Dravot’u tanıdığı belliydi. Makam arabası nihayet yola devam etti. Havaalanı bir çiftlikten bozmaydı. Derin teker oyukları, eve çıkan yolu gözler önüne seriyordu.

Akbaba Filosu bu akşamüstüne kadar Spenser’ın gösterisiydi. Bir saatlik hızlandırılmış çalışmanın ardından Winthrop pek de konunun uzmanı sayılmazdı. Bu akşamki görevle ilgili bilgilendirilmesine rağmen genel görünüm ona ancak en dış hatlarıyla verilmişti.

“İyi bir iş çıkar, genç adam,” demişti Beauregard, “ve yıldızı kap.”

Winthrop, Wing’e bu kadar sıkı ve gizemli bir şekilde bağlı bile olsa bir sivilin nasıl terfi sözü verebildiğini bilmiyordu; fakat Charles Beauregard onda güven uyandırmaktaydı. Acı çeken Yüzbaşı Elliott Spenser’da da güven uyandırıp uyandırmadığı ise merak konusuydu.

Winthrop, tüm kaslarını gererek ürpertilerden kaçınmayı bilecek kadar uzun bir süredir Fransa’daydı. Akan kanlarının arasından gülümseyen Spenser’ın anısı ise hileyi bozdu. Winthrop’un sızlayan yanak kasları serbest kaldı ve dişleri bir kuklanınkiler gibi takırdamaya başladı.

Çiftlik evi karartılmış olmasına rağmen pencerelerden belli belirsiz ışık çizgileri sızıyordu. Dravot arabanın kapısını açık tuttu. Winthrop donmuş çimleri botlarının altında çıtırdatarak arabadan indi. Ağzından çıkan buhar sebebiyle fuları nemliydi. Gözleri donmuşçasına hiç kırpışmayan, kurdumsu köpek dişleri bıyığının altından çıkıntı yapan Dravot esas duruşta bekliyordu. Ağzından ve burun deliklerinden buhar çıkmaması, çavuşun nefes almadığının ispatıydı. Barbar akıncılarına karşı köprüyü tutması için ona güvenilebilirdi. Dravot’un şahsi hisleri ve fikirleri varsa bile hepsi de erişilmezdi.

Bir kapı açıldı. Dumanlı bir ışık huzmesi ve hafif bir curcuna dışarı taştı.

“Selam, Spenser,” diye bağırdı biri. “İçeri gel de bir şeyler iç.”

Winthrop karargâha adım atar atmaz konuşmalar kesildi. Bir gramofonun sesi, “Poor Butterfly” şarkısının ıstırabını uzatarak azalıp gitti. Alçak tavanlı oda, eğreti bir yemekhaneydi. Sağda solda oturan pilotlar kâğıt oynuyor, mektup yazıyor, kitap okuyorlardı.

Winthrop huzursuzdu. Kızıl gözler üzerine çevriliydi. Tüm bu adamlar vampirdi.

“Ben Teğmen Winthrop. Yüzbaşı Spenser’ın yerine getirildim.”

“Demek öyle,” dedi kasvetli görünen biri, uzaktaki bir köşeden. “Onun yerine getirildin, ha?”

Adam rütbece üstündü. Binbaşı Tom Cundall. Winthrop başta uçuş komutanının sıcak olup olmadığını tespit edemedi. Hava karardıktan sonra neredeyse savaştaki herkes ölmeyenlerle bağdaştırılan aynı yırtıcı, meşum yüz ifadesine bürünürdü.

“Bir sıcak,” diye yorumda bulundu Cundall, vampir ağzı kıvrılarak. Bunu daima tebessümlerinde görebilirdiniz. “Diyojen eski yöntemlerinden şaşmıyor.”

Spenser canlı bir insandı. En azından Winthrop onu gördüğü sırada. Beauregard da öyle. Bu daimi bir uygulama değil, sadece işlerin yürüyüş biçimiydi. Aslında sıcaklar tercih edilmezdi. Tam tersine.

“Yoksa bir alçak Diyojen’i mi bombaladı?” diye sordu vahşice sırıtan bir pilot.

“Yok daha neler, Courtney,” dedi başka bir adam.

Geri mevzilere saldıran Hunlar, ön cephedeki askerler için kahraman gibiydi. Bir kurmay subayın apoletindeki kızıl yıldızlar Kabil’in işaretiydi. Nişanlarındaki parlak kırmızı beneklerse küçümsenmeye davetiye çıkarıyordu. Winthrop ne Diyojen Kulübü’ne alınmayı istemiş, ne de güvenli bir görev yeri talebinde bulunmuştu. Yine işler böyle yürümüştü, o kadar.

“Yüzbaşı Spenser bir sinir krizi geçirdi,” dedi Winthrop, soğukkanlı gözükerek. “Kendi kendini yaraladı.”

“Yüce Tanrım,” dedi kızıl saçlı bir adam.

“Demek tabancasını kullanırken dikkatsizlik etti,” diye küçümsedi Courtney. İçin için yanan cesur bakışlı gözlere, Avustralya lehçesine ve tıraşlanmış bir bıyığa sahipti. “Yazık.”

“Yüzbaşı Spenser kafatasına sekiz santimlik dört adet çivi çaktı,” dedi Winthrop. “Şu an süresiz izinli.”

“Herifte bir terslik olduğunu biliyordum,” dedi boğuk sesli bir Amerikalı, bir Paris gazetesinden başını kaldırarak.

“İngiliz çekmeye[1] çalışırken yakalanan birinin sonu genellikle kurşuna dizilmektir,” dedi Courtney.

“Yüzbaşı Spenser büyük bir baskı altındaydı.”

“Baskıdan bol ne var,” diye yorum yaptı Amerikalı. Çökük yüzü siyah bir şapkayla gölgelense de gözleri karanlıkta için için yanmaktaydı.

“Winthrop’u rahat bırak, Allard,” diye üsteledi Cundall. “Haberciye zeval olmaz.”

Allard çıkık burnunu yeniden gazeteye çevirdi. Suç avcısı Judex’in maceralarını okumaktaydı. Basına göre Judex de bir vampirdi.

Kızıl saçlı vampir, Spenser hakkında daha fazla haber almak istese de Winthrop’un bildirecek başka şeyi yoktu. Subayı sadece cankurtarana bindirilirken şöyle bir görmüştü. Spenser o sırada Edinburgh yakınlarındaki “Üşütükler Yurdu” olarak da bilinen Craiglockhart Savaş Hastanesi’ne sevk ediliyordu.

Spenser’ın kendini sakatlamak için seçtiği alışılmadık yönteme dair bir tartışma yaşandı. Allard eski günlerde Rusya’nın kimi bölgelerinde vampir avcılarının kafatasına demir çiviler çakmayı kalbe tahta kazık çakmaya tercih ettiklerini söyledi.

“Böyle haltları nereden öğreniyorsun?” diye sordu Courtney.

“Şeytani şeyleri bilmeyi kendime iş ediniyorum,” dedi Allard, kömür gibi gözlerle. Amerikalı ansızın hiçbir sebep yokken güldü. Genizden gelen kapkara kahkahası yankılı, neşesiz bir patlama halini aldı. Ürken tek kişi Winthrop değildi.

“Keşke böyle yapmasan, Allard,” dedi Cundall. “Köpeklerin uluması kesilmiyor.”

Bu pilotlar vampirler arasında bile korku uyandırıyordu. Fransız Groupe des Cigognes filosu gibi Akbaba da neredeyse yalnızca felaketzedelerden oluşan bir filoydu. Bir adamın orada kendine yer edinebilmesi için silah arkadaşlarından kat be kat uzun süre hayatta kalması gerekirdi. Bazıları meşhur olup en yüksek skorlu İtilaf yıldızları arasındaydı. Winthrop bireysel zaferlere yönelik daha az fırsat sunan görevlere atanmanın bu pilotların gücüne gidip gitmediğini merak ediyordu. Wing’de bazıları, Cundall’ın Akbabaları’nı şöhret düşkünleri ve madalyalı katiller olarak görür ve küçümserdi. Beauregard onu pilotların sataşmalarına fazla göz yummaması için uyarmıştı.

Genç bir vampir epey patırtı çıkartarak kendini eğri bir merdivenden aşağı sürükledi. Uzuvları çarpık çurpuk olmasına rağmen yürüyebiliyordu. Kızıl ağzını beyaz bir fularla sildi. Winthrop onun kızarık yüzüne bakarak az önce beslendiğini anladı. Cephenin gerisinde genellikle masraflı fakat minnettar Fransız kızlara rastlamak mümkündü. Onlar olmasa bile besi hayvanları ne güne duruyordu?

“Spenser baş ağrısına karşı bir Moldavya şifası denemiş, Ball,” dedi Courtney eğri büğrü adama. “Beyne çakılan çiviler.”

Ball tavan kirişlerindeki kulpları bir maymun misali kullanarak odayı katetti. Kan içinde yüzen gözleriyle kendini gramofonun yanındaki bir sandalyeye bıraktı. Bazı vampirler beslenme sonrasında tıpkı yılanlar gibi mayışırdı. Veba sıçanları gibi tek tek avlandıkları eski günlerde nosferatu’ların en zayıf halleri, beslenip tabutlarına yahut mezarlarına çekildikten sonraki zaman dilimiydi. Ağzı biraz açık duran ve çenesinde kırmızı bir leke bulunan Ball, oturduğu yerde kaykıldı.

“Bana bir pilot lâzım,” dedi Winthrop, niyetlendiğinden daha alçak bir sesle.

“Öyleyse doğru yere gelmişsin,” diye yorum yaptı Cundall.

Hiç kimse gönüllü olmaya yanaşmadı.

“Bigglesworth’ü al,” dedi Courtney. “Daily Mail ona ‘havadaki şövalye’ diyor.”

Yüzü hafifçe kızaran genç bir havacı teğmenin kemik beyazı yanaklarında vişne rengi benekler belirdi. Courtney’in alaycılık konusunda Cundall’ı örnek aldığı belliydi.

“Bırak artık evlat.”

Homurdanarak hoşnutsuzluklarını dile getiren dostları, havacı teğmene arka çıktı. Courtney’in grubun bu tepkisi karşısında rahatsız olmuş gibi bir hali yoktu.

Binbaşı Cundall biraz düşündü. “Hava böyle bir geziye değmeyecek kadar kapalı değil mi?”

Beauregard’ın brifingini hatırlayan Winthrop açıklamaya girişti. “Diyojen özel bir şeye göz atmak istiyor. Tek bir keşif uçağı bulutların üzerinden hatları aşabilir ve kısa bir süreliğine dalarak fotoğraf çekebilir.”

“Kulağa çocuk oyuncağı gibi geliyor,” dedi Cundall. “Herhalde savaşı böyle kazanacağız.”

Uçuş komutanı, Winthrop’un biraz canını sıkmaya başlıyordu. Sataşmak iyiydi hoştu ama resmiyet göz ardı edilmemeliydi. Diyojen’in vaktini boş işlerle harcamak gibi bir huyu yoktu.

Winthrop bir oyun masasına el koydu ve yeşil çuhanın üzerine bir harita açtı.

“İşte Diyojen’in hakkında bilgi edinmek istediği bölge,” dedi, parmağıyla göstererek. “Kulağımıza garip söylentiler çalındı.”

Bazı pilotların masanın etrafına toplanacak kadar merakı uyandı. Ball sandalyesinden yan yan kalktı ve aksak adımlarla masaya geldi. Dengesini korumak için soğuk ellerinden birini Winthrop’un omzuna koydu. Karadayken tam bir sakat olan Albert Ball havada sihirli bir çevikliğe sahipti ve en büyük İtilaf yıldızları arasındaydı.

“Chateau de Malinbois,” dedi yüzü kızaran teğmen. “Orası bir Hun bölgesi.”

Jagdgeschwader Eins,” diye söze karıştı ahbaplarından biri. Adamın saçları neredeyse Albright’ınkiler kadar kırmızıya çalıyordu.

“Doğru bildin, Ginger. Sevgili JG1. Kadim dostumuz.”

“Orası Richthofen Sirki,” diye meşum bir edayla konuştu Allard.

Ball bu ünlü ismi duyunca tükürdü. Hafiften kanlı tükürüğü haritayı ıskalayıp çuhayı ıslattı.

“Ball’a aldırış etme,” dedi Ginger, Winthrop’a. “Kanlı Kızıl Baron’un şeytani kardeşi Ölümcül Lothar onu düşürdü ve husumetleri o gün bugündür sürüyor. Aile onuru falan işte.”

“İstihbaratımız şatonun Boche havacılar için bir hangardan daha fazlası olduğunu söylüyor,” dedi Winthrop. “Garip gece faaliyetleri varmış. Şey, sıra dışı şahıslar gelip gidiyorlarmış.”

“Ve Diyojen fotoğraf istiyor, öyle mi? Bu bölgeyi daha geçen hafta çektik.”

“Gündüz vakti, komutanım.”

Winthrop’un üzerinden ellerini çektiği harita kıvrılıp rulo oldu. Masaya Chateau de Malinbois’in fotoğraflarını yaydı. Kale ile kamera arasında herkesçe Archie olarak bilinen siyah uçaksavar toplarının ateşleri donup kalmıştı.

Winthrop resmin bazı yerlerine dokundu. “Şu kulelerin etrafına ağ gerili. Sanki Boche, ne yaptığını bilmemizi istemiyor. Fransız müttefiklerimizin de dedikleri gibi camouflage.”

“Böyle şeyler insanı meraklandırıyor,” diye yorumda bulundu Ginger.

Cundall’ın şüpheleri vardı. “Bu gece fotoğraf çekmek için epey karanlık olacak. Net çıkacaklarını hiç sanmam.”

“Karanlık bir resimde bile neler görebildiğimizi bilseniz şaşarsınız, komutanım.”

“Ona ne şüphe.”

Cundall fotoğraflara yakından baktı. Elini masaya koyup kalın ve sivri tırnaklarıyla tempo tuttu.

“Pilotun bir Verey silahı olacak. Bölgeyi aydınlatmak için bir işaret fişeği atabilir.”

“İşaret fişeği mi? Tabii canım,” dedi Cundall. “Verey, tabii. Şaka yapıyorsun, değil mi?”

“Bahse varım JG1 bizi ağırlamaktan mest olacaktır,” dedi Courtney. “Hatta kırmızı halı bile serebilir.”

Resimlerdeki Archie, fotoğrafçının içinde bulunduğu uçağın görünürdeki kanat payandalarına keyif kaçıracak denli yakındı.

“Sirk, düşürdükleri İngilizlerin sayıları üzerinde atıp tutarak Ren şarabı ve bakire kanlarıyla kadeh tokuşturuyor olacak,” dedi Cundall. “Böyle berbat bir havada uçak kaldıracak kadar avanak olan bir tek biz varız.”

“Şu Hun da hiç sportmen değil,” diye yorum yaptı Ginger. “Çıkıp bizimle oyun oynamıyor.”

“İşaret fişeği onu dürter,” dedi Albright. “Archie olacak. Belki bir Albatros bile havalanır.”

“Albatros bizimkilerin eline su dökemez,” diye konuştu Courtney.

Cundall fotoğraflar karşısında kendinden geçmiş gibiydi. Kalenin burçları biraz yıkık dökük durmasına rağmen çiftlik evinden çok daha heybetli (ve de muhtemelen rahat) olduğu kesindi. Diğer tüm savaşçı türleri gibi Kraliyet Hava Kuvvetleri de düşmanın daha rahat bir hayat sürdürdüğünden emindi.

“Pekâlâ, Winthrop,” dedi Cundall. “Adamını seç.”

Winthrop bunu beklemiyordu. Pilotlara baktı. Birkaçı arkasını döndü. Cundall pis pis sırıtarak dişlerinin sivri uçlarını gösterdi.

Winthrop kendini kedi çiftliğine düşmüş canlı bir fare gibi hissediyordu. Spenser’ın kafa derisindeki kanlı çivi başları hafızasında canlandı.

“En uygun adam, bunları çeken olsa gerek.”

Cundall fotoğraflardan birinin köşesine çiziktirilmiş bir seri numarasını inceledi.

“Rhys-Davids. İyi bir seçim değil. İki gece önce nalları dikti.”

“O henüz kesinleşmedi,” dedi Bigglesworth. “Esir alınmış da olabilir.”

“Sonuçta onu kaybettik.”

Winthrop tekrar etrafına bakındı. Hiç kimse öne çıkmıyordu. Milliyetçi basında yer alan ile Fransa’da verilen savaşlar arasındaki önemli farklılıkların bilincinde olsa da Winthrop gönüllülerin birbiriyle yarışacağını sanmıştı.

“İşte sana liste. Seç bir isim.”

Cundall ona bir klasör verdi. Winthrop, Akbaba Filosu’nun görev listesine baktı. “Rhys-Davids, A.” da dahil üstü çizilmiş isimleri fark etmeden geçemedi.

“Albright, J.,” dedi, ilk ismi seçerek.

“Pekâlâ,” dedi kızıl saçlı yüzbaşı. KHK üniforması giymesine rağmen o da bir Amerikalıydı. Cundall’ın herkese açık filosunda gereğinden fazla yabancı mevcuttu.

“Senin külüstür nasıl, Kızıl?” diye sordu Cundall.

Albright omuz silkti. “Eskisinden iyi. Fotoğraf makinesi hâlâ takılı.”

“Gayet uygun.”

Albright soğukkanlı bir adama benziyordu. Vampir olmasına rağmen sağlam yapılı, köşeli suratlı ve sert çeneliydi. Baştan aşağı katı bloklardan yapılmış gibi görünmekteydi. Rüzgârın savurup atabileceği biri değildi.

“Ball, dördüncü olmak sana kaldı,” dedi Courtney. “Kızıl, bana ve Williamson’a karşı briçte Brown’la eşleşmeye söz vermişti.”

Ball kâğıt oynayan gruba yönelirken Albright elden ne gelir dercesine omuz silkti.

“Gece yarısına kadar dönerim,” dedi Albright.

Bu grup içi espri karşısında herkes bir inilti koyuverdi.

Winthrop, Cooper bomba askılarının yerine tutturulmuş fotoğraf makinelerini incelemek için Royal Aircraft Factory SE5a’nın alt kanatlarının altına bir fener tutmak zorunda kaldı. Fotoğraf makineleri, tıpkı bombalar gibi kokpitteki bir kordonun çekilmesiyle çalışıyordu. Tabakalar olması gerektiği gibi yerleştirilmişti. Bu iş Dravot’un sorumluluğundaydı.

Bölgede onca kişi arasında bir tek kendisinin karanlıkta göremediğinin huzursuzca farkında olan Winthrop ışığı söndürdü.

Albright kokpite çıktı ve silahlarını, yani pervanenin arasından ateş eden sabit bir Vickers ile üst kanada takılı dönebilir bir mil üzerindeki Lewis’i kontrol etti. Bunun gibi bir görevden hiç ateş etmeksizin dönebilmesi lâzımdı. Amaç hedefe sinsice yaklaşmak ve düşman harekete geçemeden önce fotoğraf çekmekti. Zaten o yüzden bu tek kişilik bir işti: Fazla uçak olursa Malinbois sakinleri geldiklerini anlarlardı. Boche kural olarak mecbur kalmadıkça havalanmazdı. İtilafçılar, göklerin kime ait olduğunu İttifak Devletleri’ne hatırlatmak için sürekli olarak saldırı devriyelerine çıkmak gibi bir politika benimsemişlerdi.

Cundall ile dostları, Albright’ın gidişini seyretmek amacıyla dışarı çıkmışlardı. Pilotlar SE5a’ya profesyonel bir gözle bakarak mermi deliklerinin yamandığı gövdeyi incelediler ve nispeten yeni sayılabilecek uçağın makbul olduğu sonucuna vardılar. Akbaba, Diyojen aracılığıyla istediği makineye sahip olabilse de her pilotun kendi tercihleri mevcuttu.

Hissiz düşmüş ayak parmaklarını canlandırmak için ayaklarını yere vuran Winthrop zifiri karanlıktaydı. Uçak kocaman bir gölge iskeletti. Winthrop öğle vakti Brighton rıhtımında ne kadar rahatsa vampirler de geceleri o kadar rahattılar. Ölmeyenler uyum sağlamış gözleriyle gece uçuşlarına olduğu kadar gece çatışmalarına da uygundu. Onlar sayesinde bu, tarihteki 24 saat devam eden ilk savaştı.

Ginger SE5a’nın pervanesini döndürdü. Hispano-Suiza motor ilk seferde çalışmadı.

“Ha gayret,” dedi gruptakilerden biri olan Bertie.

Tabii vampirler (özellikle de artık kendine Graf von Dracula diyen o hödük) olmasaydı savaş diye bir şey de olmazdı. Graf’ın Avrupa’da iktidarı ele geçirmek için yaptığı son girişim, yerküredeki tüm ulusları kapsar gözüken bir çatışmaya yol açmıştı. Artık Amerikalılar bile savaştaydılar. Kayzer modern Almanların kadim Hun ruhunu benimsemesi gerektiğini söylüyordu; fakat yirminci yüzyıl barbarlığını en iyi temsil eden kişi, Attila ile arasındaki kan bağından gurur duyan Dracula’ydı.

Ginger pervaneyi yeniden döndürdü. Motor homurdanarak bölük pörçük bir tezahüratı teşvik etti. “Gece yarısı görüşürüz,” dedi Albright ve bir asker selamı verdi. Makine engebeli pistte hızlanarak ilerledi, ağaç gölgelerinin arasına daldı ve kanatlarının altı rüzgârla dolarken biraz sallanarak gökyüzüne tırmandı.

“Şu gece yarısı meselesi de ne?” diye sordu Winthrop.

“Kızıl o zamana kadar hep dönmüş olur,” dedi Bertie. “İşi çabucak halledip eve gelir. Ona bu yüzden Yüzbaşı Gece Yarısı deriz.”

“Yüzbaşı Gece Yarısı mı?”

“Aptalca, değil mi?” diye sırıttı pilot. “Şimdiye kadar bu ona şans getirdi. Kızıl iyi adamdır. Dağıtılana kadar Escadrille Lafayette’le beraber uçtu. Yankiler onu tıbben elverişsiz diye reddettikleri için bize kaldı. Amerikan Hava Kuvvetleri yalnızca sıcaklara açıktır.”

Albright’ın külüstür uçağı alçaktaki bir bulut kümesine alttan dalarak çabucak gözden kayboldu. Motor uğultusu, rüzgârın ve çiftlik evindeki gramofondan gelen müziğin içinde kayboldu. “Poor Butterfly” yine beklemedeydi. Çavuş Dravot’un gözleri gece göğüne dikiliydi.

Binbaşı Cundall saatine (siperlerde bileğe taktıkları o yeni zamazingolardan biri) göz attı ve kalkış saatini seyir defterine girdi. Winthrop kendi cep saatine baktı. 14 Şubat 1918, akşamının on buçuğu. Sevgililer Günü. Haklı bir endişe içindeki Catriona evlerinde onu düşünüyor olmalıydı.

“Artık beklemekten başka yapacak bir şey yok,” dedi Cundall. “İçeri gel de sıcak kal.”

Winthrop ne kadar üşüdüğünü fark etmemişti. Saatini cebine koyup pilotların peşinden çiftlik evine gitti.


[1] “Give himself a Blighty (wound)”: 1. Dünya Savaşı’nda kimi askerler kendi kendilerini, siperlerden uzakta nekahet dönemi verilen, ama kişiyi öldürecek ya da sakat bırakacak kadar ağır olmayan biçimde yaralıyordu. Blighty, Hindistan’da İngiltere ve Britanya’yı ifade eden bir kelime olarak doğup 1. Dünya Savaşı’nda sıla hasreti ile bağdaştırılmıştır.


Çeviri, CİHAN KARAMANCI
Redaksiyon, YOSUN ERDEMLİ