Kırmızı Üniformalılar (Redshirts) | Ön Okuma

kirmizi uniformalilar

GİRİŞ

Asteğmen Tom Davis üstünde oturduğu iri kayadan engin mağaranın karşısındaki ikinci ve daha iri bir kayaya tünemiş Kaptan Lucius Abernathy’ye, Bilim Subayı Q’eeng’e ve Başmühendis Paul West’e bakarak aklından şöyle geçirdi: İşte şimdi hapı yuttuk.

“Borgovya Toprak Solucanları!” diyen Kaptan Abernathy, avcuyla kayasına bir şaplak attı. “Bilmem gerekirdi.”

Bilmen mi gerekirdi? Nasıl oldu da bilemedin? diye düşünen Asteğmen Davis, mağaranın geniş toprak zeminine göz gezdirdi. Tozlu yüzey devasa, etobur solucanların hareketlerini belli eden gölgeli tümseklerle kıpır kıpırdı.

“Bence oraya böyle elimizi kolumuzu sallaya sallaya girmemeliyiz,” demişti Davis, dış görev ekibindeki diğer mürettebat üyesi Chen’e, mağarayla ilk karşılaştıklarında. Davis ile Chen teoride grubun güvenliğinden sorumlu olmalarına rağmen Abernathy, Q’eeng ve West çoktan içeri girmişlerdi.

Mürettebata yeni katılmış olan Chen gülüp geçmişti. “Hadi ama,” demişti. “Bu sadece bir mağara. İçeride ne olabilir ki?”

“Ayılar?” diye fikir yürütmüştü Davis. “Kurtlar? Hava şartlarından korunmak için bir mağaraya sığınan türlü türlü iri yırtıcı? Hiç kampa gitmedin mi?”

“Bu gezegende ayı falan yok,” demişti Chen, Davis’in ne demek istediğini anlamazdan gelerek. “Zaten akım tabancalarımız var. Gel hadi. Bu benim ilk gemi dışı görevim. Kaptan nerede kaldığımı merak etsin istemiyorum.” Sonra da subayların arkasından koşup gitmişti.

Davis bulunduğu kayadan mağara zeminindeki tozlu lekeye baktı. Chen’den geriye kalan tek şey oydu. Mağaradaki insanların sesine gelen toprak solucanları yeri kazarak Chen’in altından çıkmış, geride yankılanan çığlıklardan ve o lekeden başka hiçbir şey bırakmadan onu yerin altına çekip götürmüştü.

Aslında bu pek doğru sayılmaz, diye düşündü Davis, mağaranın daha ilerisindeki kopuk ele bakarak. Chen’in yanında taşıdığı akım tabancası hâlâ o elin parmakları arasındaydı. Silah belli ki hiçbir işine yaramamıştı.

Yerde bir kıpırdanma oldu ve el ansızın ortadan kayboldu.

Tamam, artık doğru, diye aklından geçirdi Davis.

“Davis!” diye seslendi Kaptan Abernathy. “Olduğun yerde kal! Zemindeki herhangi bir hareket solucanları oraya çağırır! Seni bir çırpıda yerler!”

Gereksiz ve bariz uyarın için teşekkürler mankafa, diye düşündü Davis, fakat bunu dile getirmedi, çünkü o bir asteğmenken Abernathy kaptandı. Bunun yerine başka bir şey söyledi. “Emredersiniz Kaptan.”

“Güzel,” dedi Abernathy. “Boyundan büyük bir işe kalkışıp o solucanlara yem olmanı istemem. Baban beni asla affetmez.”

Ne? diye aklından geçirdi Davis ve ansızın Kaptan Abernathy’nin Benjamin Franklin’deyken babasının emrinde görev yaptığını hatırladı. Bahtsız Benjamin Franklin. Hattâ Davis’in babası o zamanlar asteğmen olan baygın durumdaki Abernathy’yi kaçış kapsülüne atarak, sonra kendisi de peşi sıra içeri dalıp Franklin infilak etmeden hemen önce kapsülü fırlatarak onun hayatını kurtarmıştı. Birlikte üç gün boyunca uzayda sürüklenmişlerdi ve ancak kapsülün içindeki solunabilir hava bitmek üzereyken kurtarılmışlardı.

Davis başını iki yana salladı. İçinde bulundukları şartlar göz önüne alındığında Abernathy’yle ilgili tüm bu ayrıntıların aklına gelmesi çok tuhaftı.

Abernathy de onun böyle düşünmesini bekliyormuşçasına tam o anda ağzını açtı. “Baban bir keresinde hayatımı kurtarmıştı.”

“Biliyo–” diye başlayan Davis toprak solucanlarının bir anda kendilerini kayaya atarak onu sallamaları yüzünden aşağı düşecek gibi oldu.

“Davis!” dedi Abernathy.

Davis ağırlık merkezini alçakta tutmak için kendini kayanın üstüne yapıştırdı. Abernathy’ye bir göz attığında onun Q’eeng ve West ile konuştuğunu gördü. Onları duyamamasına rağmen Borgovya Toprak Solucanları hakkındaki bilgilerini gözden geçirdiklerini ve yaratıkları etkisiz hale getirecek bir plan kurmaya çalıştıklarını anladı. Planları başarıya ulaşırsa mağarayı güvenle geçip Borgovyalıların kadim Merkezî Bilgisayarını barındıran odaya ulaşabilirler ve belki o bilge, gizemli ırkın niçin ortadan kaybolduğuna dair bir ipucu bulabilirlerdi.

Sen asıl mevcut durumunla ilgilen, diye beyninin bir parçası onu uyardı ve Davis başını tekrar iki yana salladı. Bu değerlendirmeye itiraz edemezdi; beyni şu anda hiçbir işine yaramayan bir sürü konu dışı düşünceye kapılmak için gülünç bir zaman seçmişti.

Solucanlar, kayasını bir kez daha salladı. Davis ona mümkün olduğu kadar sıkıca tutunurken Abernathy, Q’eeng ve West’in sorun çözme çabalarının daha şevkli bir hal aldığını gördü.

Ansızın Davis’in aklına bir fikir geldi. Sen güvenlik ekibinin bir parçasısın, diyordu fikir. Yanında bir akım tabancası var. Bu şeyleri buhar edebilirsin.

Solucanlar başını kayaya çarptırarak zaten öyle yapmasalardı Davis alnına bir şaplak atacaktı. Tabii ya! Akım tabancası! Silahı kılıfından çıkarmak için elini kemerine götürdü. Öyle yaparken de beyninin başka bir parçası ortada solucanları buharlaştırmak kadar basit bir çözüm varken Kaptan Abernathy’nin veya diğer subaylardan birinin niye şimdiye kadar ona böyle bir emir vermediğini merak etti.

Bugün kafamın içinde amma çok ses var, dedi Davis’in beyninin üçüncü bir kısmı. Davis o son sese aldırış etmedi ve kayasına doğru ilerleyen hareketli bir tümseğe nişan aldı.

Abernathy’nin, “Davis! Hayır!” haykırışı tam da ateş ederek yerdeki tümseğe bağdaşık ve yıkıcı bir partikül akımı yolladığı anda geldi. Tümsekten tiz bir çığlık yükseldi ve bunu önce şiddetli bir çırpınış, sonra da meşum bir sarsıntı izledi. Düzinelerce solucanın bir anda topraktan fırlamasıyla birlikte mağara zemini altüst oldu.

Bilim Subayı Q’eeng’in yerde kıvranan solucanların feci gürültüsü arasında, “Akım tabancası Borgovya Toprak Solucanlarına karşı etkisizdir!” dediğini duydu Davis. “Akımın frekansı onları kudurtur. Asteğmen Davis az önce bölgedeki tüm solucanları buraya çağırdı!”

Bunu bana ateş etmeden önce söyleyemez miydin? diye haykırmak istedi Davis. Görev brifingi verilirken, “Ah, bu arada sakın akım tabancasıyla Borgovya Toprak Solucanlarına ateş etmeyin,” diyemez miydin? Daha gemideyken? Borgovya’ya bu kahrolası yaratıkların bulunduğu gezegene inmeyi konuşurken?

Davis bunları Q’eeng’e bağırmadı, çünkü sesini duyurmasına imkân yoktu. Zaten artık çok geçti. Ateş etmişti bir kere. Solucanlar kudurmuştu. Artık muhtemelen biri ölecekti.

Ve o kişi muhtemelen Asteğmen Davis olacaktı.

Davis gümbürtünün ve toz dumanın arasından Abernathy’ye baktı. Kaptan da alnı endişeyle kırışmış vaziyette ona bakıyordu. Ve Davis işte o zaman Abernathy’nin bu görevden önce kendisiyle hiç konuşup konuşmadığını merak etti.

Ah, mutlaka konuşmuş olmalıydı – o ve Davis’in babası Franklin’in patlamasından sonra sıkı fıkı olmuşlardı. Birbirleriyle dosttular. Hem de iyi dost. Hattâ Abernathy’nin Davis’i küçüklüğünden beri tanıması ve torpil yaparak dostunun oğluna Gözüpek’te, yani Evrensel Birlik’in amiral gemisinde bir yer ayarlamış olması bile mümkündü. Kaptan elbette Davis’le beraber vakit geçiremezdi –personel arasında adam kayırmak bir kaptana yakışmazdı– fakat mutlaka konuşmuş olmaları gerekirdi. Orada burada iki çift laf ederler, belki Abernathy ona babasının halini hatrını veya diğer dış görevler hakkında sorular sorardı.

Yine de Davis’in aklına hiçbir şey gelmiyordu.

Gümbürtüler ansızın kesildi. Solucanlar kudurdukları hızla toprağa girip ortadan kaybolmuş gibi gözüktüler. Toz bulutu yere çöktü.

“Gittiler!” kelimesinin ağzından çıktığını duydu Davis.

“Hayır,” dedi Abernathy. “Bundan daha zekiler.”

Davis kendisinin, “Mağara girişine ulaşabilirim!” dediğini işitti.

“Olduğun yerde kal Asteğmen!” dedi Abernathy. “Bu bir emirdir.”

Fakat Davis kayasından aşağı atlayıp mağaranın girişine doğru koşmaya başlamıştı bile. Beyninin bir parçası bu mantıksız davranışı yüzünden ona bağırıp çağırsa da, benliğinin geri kalanı o parçaya aldırış etmiyordu. Davis harekete geçmeye mecbur olduğunu biliyordu. Bu âdeta bir dürtüydü. Sanki başka bir seçeneği yoktu.

Abernathy neredeyse yavaş çekimde, “Hayır!” diye bağırırken Davis katetmesi gereken mesafeyi yarılamıştı. Sonra bir yarım daire şeklinde dizilmiş toprak solucanları topraktan fırlayıp Davis’in üstüne uçtular.

İşte o zaman, kendini geriye atarken yüzünde şaşkın bir ifade bulunmasına rağmen Asteğmen Davis’in kafasına bir şey dank etti.

Bu hayatının dönüm noktasıydı. Varolma sebebiydi. Daha önce yaptığı, olduğu, söylediği veya istediği her şey onu tam bu âna taşımıştı. Borgovya Toprak Solucanları havaya fırlayıp üstüne çullanırken kendini geriye atması onun kaderiydi. Bu onun alınyazısıydı.

Asteğmen Tom Davis toprak solucanlarının evrimsel bakımdan şüphe uyandırıcı döner çenelerindeki iğne sivriliğinde dişlere bakarken ansızın geleceği gördü. Bu yaşananların hiçbiri aslında Borgovyalıların gizemli kayboluşuyla ilgili değildi. Bu andan sonra hiç kimse bir daha Borgovyalılardan bahsetmeyecekti.

Asıl mesele kendisiydi – daha doğrusu yaklaşan ölümünün şimdi bir amiral olan babasını nasıl etkileyeceği. Aslında ölümünün Amiral Davis ile Kaptan Abernathy arasındaki ilişkiyi nasıl etkileyeceği demek daha uygun olurdu. Abernathy’nin amirale oğlunun ölümünü söylediği sahne Davis’in hayalinde canlandı. Davis hayretin öfkeye dönüştüğünü, iki adam arasındaki dostluğun kaybolduğunu gördü. Amiralin yerleştirdiği sahte delillere dayanarak Evrensel Birlik askerî inzibatlarının ihmal sonucu ölüme sebebiyet verme suçlamasıyla kaptanı tutukladıklarını gördü.

Sonra askerî mahkemeyi ve Abernathy’nin avukatlığını yapan Q’eeng’in tanık kürsüsündeki amirale şiddetle yüklendiğini, ona tüm bunlara oğlunu kaybetmenin yol açtığını itiraf ettirdiğini gördü. Davis babasının dramatik bir edayla elini uzatıp asılsız yere suçladığı adamdan özür dilediğini ve ardından tutuklandığını gördü. Kaptan Abernathy’nin hemen oracıkta, mahkeme salonunun orta yerinde yelkenleri suya indirdiği yürek parçalayıcı barışma sahnesini gördü.

Bu harika bir öyküydü. Harika bir dramdı.

Ve hepsi Davis’e bağlıydı. Bu âna. Bu kadere. Asteğmen Davis’in alınyazısına.

Canı cehenneme, diye aklından geçirdi Asteğmen Davis. Ben yaşamak istiyorum. Ve toprak solucanlarından sakınmak için yana çekildi.

Fakat sonra ayağı takıldı. Toprak solucanlarından biri onun suratını yedi ve sonuçta yine öldü.

Kaptan Lucius Abernathy, Q’eeng ile West’in yanındaki konumundan Tom Davis’in toprak solucanlarına yem olmasını çaresizce seyrederken omzunda bir el hissetti. El Başmühendis West’e aitti.

“Üzgünüm Lucius,” dedi West. “Onun dostun olduğunu biliyordum.”

“Dosttan fazlasıydı,” dedi Abernathy, üzüntüsünü içine atarak. “Aynı zamanda bir dostun oğluydu. Onun büyümesini izledim Paul. Gözüpek’e alınması için nüfuzumu kullandım. Ona göz kulak olacağıma dair babasına söz verdim. Oldum da. Arada bir durumunu sorup soruşturdum. Tabii hiç iltimas geçmedim. Ama yine de gözümü üstünde tuttum.”

“Amiral çok üzülecek,” dedi Bilim Subayı Q’eeng. “Asteğmen Davis onun ve rahmetli eşinin tek çocuğuydu.”

“Evet,” dedi Abernathy. “Zor olacak.”

“Senin suçun değil Lucius,” dedi West. “Ona akım tabancasını ateşlemesini söylemedin. Ondan koşup gitmesini istemedin.”

“Benim suçum değil,” diye doğruladı Abernathy. “Ama benim sorumluluğum.” Yalnız kalmak için kayanın üstündeki en uzak noktaya çekildi.

“Tanrı aşkına,” diye Q’eeng’e mırıldandı West, kaptan yanlarından ayrıldıktan ve nihayet rahatça konuşabilecekleri kadar yalnız kaldıktan sonra. “Ne tür bir gerizekâlı, toprak solucanlarıyla dolu bir mağara zeminine akım tabancasıyla ateş eder? Ve sonra da orada koşturur? Davis bir amiral çocuğu olabilirdi ama pek akıllı değilmiş.”

“Sahiden de talihsiz bir durum,” dedi Q’eeng. “Borgovya Toprak Solucanlarının teşkil ettiği tehlikeler iyi bilinir. Hem Chen’in hem de Davis’in daha dikkatli davranmaları gerekirdi.”

“Standartlar giderek düşüyor,” dedi West.

“Belki,” dedi Q’eeng. “Öyle bile olsa bu ve son zamanlardaki diğer görevler ne yazık ki çok sayıda can kaybına yol açtı. Standartlarımıza uygun olsalar da olmasalar da ortada bir gerçek var: Bize daha fazla tayfa lazım.”


Çeviri, CİHAN KARAMANCI
Editör, OZANCAN DEMİRIŞIK