Son Koloni | Ön Okuma

the last colony

Dostlarım ve editörlerim

Patrick ve Teresa Nielsen Hayden’a.

Kardeşlerim Heather ve Bob’a.

Kızım Athena’ya.

Her şeyim Kristine’e.

 

 

BİR

 

Durun size geride bıraktığım dünyaları anlatayım.

Dünya’yı biliyorsunuz; zaten herkes bilir. İnsanlığın doğum yeridir, fakat bu noktada çoğu kimse onu ‘ana’ gezegen olarak düşünmez—Koloni Birliği kurulduğundan ve ırkımızın evrende yayılmasıyla korunmasının esas kuvveti olup çıktığından beri o işi Anka yürütür. Yine de nereden geldiğinizi asla unutmazsınız.

Bu evrende Dünyalı olmak, otobüse binip büyük şehre giden ve bütün bir akşamüstünü upuzun binalara aval aval bakmakla geçiren bir köylü çocuğu olmaya benzer. Sonra bu çocuk, içinde inanılmaz şeyler bulunan bu yeni ve garip dünyaya hayran kaldı diye soyulur; çünkü o şeylerin şehirdeki yeni çocuk için ne zamanları ne de sempatileri vardır ve bavulundakileri almak amacıyla onu seve seve öldürebilirler. Köylü çocuğu bunu çabucak öğrenir, çünkü bir daha evine dönemeyecektir.

Genellikle aynı ufak Ohio kasabasında yaşayarak ve o yaşamın çoğunu aynı kadınla paylaşarak Dünya’da yetmiş beş yıl geçirdim. Orada yaşadım, sonra da oradan ayrıldım.

Bir sonraki dünya mecazi. Koloni Savunma Güçleri beni Dünya’dan aldı ve kalmasını istediği parçalarımı yerli yerinde bıraktı: bilincim ve DNA’mın küçük bir kısmı. İkincisini kullanarak bana yeni bir vücut yaptılar. Bu vücut genç, hızlı, güçlü, güzel ve sadece kısmen insandı. Bilincimi o vücudun içine tıkıştırdılar ve bana ikinci gençliğimin tadını çıkartayım diye yeterli olmaktan çok uzak bir mühlet tanıdılar. Sonra da artık ben olan bu güzel vücudu aldılar ve birkaç yıl boyunca beni atabildikleri tüm düşman uzaylıların önüne atarak o vücudu öldürtmeye çalıştılar.

O uzaylılardan bol bol vardı. Evren uçsuz bucaksızdır, fakat insan yaşamına uygun gezegenlerin sayısı şaşırtıcı derecede azdır ve şu işe bakın ki uzay, bizimle aynı dünyaları isteyen bolca zeki canlı türüyle doludur. Anlaşıldığı kadarıyla bu canlı türlerinden çok azı paylaşma kavramına aşinadır; bizim olmadığımız kesin. Hep beraber savaşa tutuşuruz ve yerleşebileceğimiz dünyalar aramızda el değiştirir; ta ki birimiz veya ötekimiz onu elimizden alınamayacak denli sıkı tutana dek. Biz insanlar son birkaç asırdır bu numarayı birkaç düzine dünyada uygulamayı başardık ve düzinelercesinde daha başaramadık. Tabii bunların hiçbiri bize pek fazla dost kazandırmadı.

Bu dünyada altı yıl geçirdim. Savaştım ve pek çok kez ölümden döndüm. Çoğu can veren, bazılarını ise kurtarabildiğim dostlarım oldu. Dünya’dayken hayatımı paylaştığım kadına yüreğimi sızlatacak denli benzese bile aslında bambaşka biri olan bir kadın tanıdım. Koloni Birliği’ni savundum ve bunu yaparken insanlığı evrende canlı tuttuğumu düşündüm.

Sonunda Koloni Savunma Güçleri benim daima ben olarak kalan parçamı alıp üçüncü ve son bir vücuda tıktı. Bu vücut da genç olmasına rağmen önceki kadar hızlı veya güçlü değildi. Sıradan bir vücuttu işte. Fakat bu vücuttan savaşması ve ölmesi istenmeyecekti. Çizgi filmlerdeki bir süper kahraman kadar güçlü kuvvetli olmayı özledim. Ama karşılaştığım her uzaylı yaratığın beni öldürmek için elinden geleni yapmasını özlemedim. Bence adil bir takastı bu.

Bir sonraki dünyayı muhtemelen bilmiyorsunuzdur. Hâlâ milyarlarca kişinin yaşadığı ve yıldızları düşlediği eski evimiz Dünya’da durun. Gökyüzüne, Büyükayı’nın yanı başındaki Vaşak Takımyıldızı’na bakın. Orada altı tane gezegeni olan, güneşimiz gibi sarı renkli bir yıldız var. Ne tesadüf ki gezegenlerden üçüncüsü taklit bir Dünya—çevresi onun ancak yüzde 96’sı kadar olan, fakat biraz daha büyük bir demir çekirdeği bulunduğu için onun kütlesinin yüzde 101’ine sahip bir gezegen (zaten o yüzde 1’i de fark etmiyorsunuz). İki de ay. Biri Dünya’nın uydusunun üçte iki ebadında olmasına rağmen Ay’dan daha yakın durduğu için gökyüzünde aynı ölçüde yer kaplıyor. Aslında gezegenin çekimine yakalanmış bir göktaşı olan ikinci ay ise hem çok daha küçük hem de çok daha yakın. Bunun yörüngesi istikrarsız; zamanı gelince aşağıdaki gezegene düşecek. En iyi tahmin, bu olayın çeyrek milyon yılda gerçekleşeceği yönünde. Gezegenin sakinleri şimdilik pek endişeli değiller yani.

Bu dünya insanlar tarafından neredeyse yetmiş beş yıl önce bulundu: Ealanların orada bir kolonileri vardı, ama Koloni Savunma Güçleri bu hatayı düzeltti. Ardından Ealanlar deyim yerindeyse bu denklemi elden geçirdiler ve sorunun çözülmesi birkaç seneyi buldu. Çözülünce de Koloni Birliği bu gezegeni Dünya’dan, çoğunlukla da Hindistan’dan gelen kolonicilere açtı. Bunlar dalgalar halinde yerleştiler; ilki gezegen Ealanların elinden alındıktan, ikincisiyse İşgaliye destekli geçici hükümet tarafından Chowdhury rejiminin önde gelen yandaşlarına kolonileşme veya hapis seçeneklerinin sunulduğu Dünya’daki Kıta Parçası Savaşı’ndan kısa zaman sonra. Ailelerini de yanlarına alarak sürgüne giden ikinci dalga mensupları böylelikle yıldızları düşlemekten ziyade onlara zorla gönderilmiş oldular.

Üzerinde yaşayan insanlar düşünüldüğünde gezegenin o kökeni yansıtacak bir ismi olmasını bekleyebilirsiniz. Eğer öyleyse yanılırsınız. Gezegen, hiç şüphesiz Twain hayranı bir bürokratın koyduğu Huckleberry ismini taşıyor. Huckleberry’nin büyük uydusu Sawyer; küçüğüyse Becky. Başlıca üç kıtası Samuel, Langhorne ve Clemens; Livy Takımadası olarak bilinen uzun ve kıvrımlı bir volkanik ada dizisi Clemens’ten başlayarak Calaveras Okyanusu’na çıkıntı yapıyor. İlk göçmenler gelmeden önce belirgin yer şekillerinin çoğu Twain karakterleriyle isimlendirilmişti bile; göçmenler bu durumu itirazsız kabullenmiş gözüküyorlar.

Şimdi bu gezegende benimle beraber durun. Gökyüzüne, Lotus Takımyıldızı’ndan tarafa bakın. Orada bu gezegenin etrafında döndüğüne benzer sarı bir yıldız var. İşte ben iki hayat önce orada doğdum. O yıldız buradan o denli uzak ki çıplak gözle görünmüyor; orada geçirdiğim hayat hakkında da sık sık aynı hisse kapılıyorum.

Adım John Perry. Seksen sekiz yaşındayım. Bu gezegende neredeyse sekiz senedir yaşıyorum. Burası benim eşimle ve evlatlık kızımla paylaştığım evim. Huckleberry’ye hoş geldiniz. Bu öyküde geride bırakacağım bir sonraki gezegen bu. Ama sonuncusu değil.

Huckleberry’den ayrılışımın öyküsü —bahse değer tüm öyküler gibi— bir keçiyle başlıyor.

Ben öğle yemeğinden döndüğümde asistanım Savitri Guntupalli başını kaldırmadı bile. “Büronda bir keçi var,” dedi.

“Hımmm,” dedim. “Keçilere karşı ilaçlama yaptığımızı sanıyordum.”

Sözlerim ondan kısa bir bakış kazandırdı; bu bile bir zafer sayılırdı. “Yanında Chengelpet kardeşleri de getirmiş,” dedi kadın.

“Hay aksi,” dedim. Chengelpetler kadar kavga eden son kardeşler Habil ile Kabil’di. Üstelik onlardan biri en azından işi daha fazla uzatmayıp bir sonuca bağlamıştı. “Ben ortalıkta olmadığım zaman o ikisini büroma almamanı söylemiştim.”

“Hiç de öyle bir şey söylemedin,” dedi Savitri.

“Öyleyse bunu daimi bir emir haline getirelim,” dedim.

“Zaten söyleseydin bile,” diye devam etti Savitri, elindeki kitabı bırakarak, “Chengelpetler beni dinlemezlerdi. Önce Aftab keçiyle birlikte paldır küldür içeri daldı ve Nissim onun peşinden girdi. İkisi de bana dönüp bakmadı bile.”

“Chengelpetlerle uğraşmak istemiyorum,” dedim. “Daha yeni yemek yedim.”

Savitri masasının yanına uzandı, çöp kovasını aldı ve masanın üstüne koydu. “Önce bir kus da rahatla,” dedi.

Savitri’yle birkaç yıl önce Koloni Savunma Güçleri’nin bir temsilcisi olarak kolonileri gezerken ve oralarda moral verici konuşmalar yaparken tanışmıştım. Huckleberry kolonisinin Yeni Goa köyündeki durağımda Savitri karşıma dikilip bana Koloni Birliği’nin emperyalist ve totaliter rejiminin bir maşası olduğumu söylemişti. Ona hemen kanım ısınmıştı. KSG’den terhis olduğumda Yeni Goa’ya yerleşme kararı almıştım. Bana önerilen kamu denetçiliği görevini kabul etmiş ve daha ilk iş günümde istesem de istemesem de asistanım olacağını söyleyen Savitri’yi karşımda bularak şaşırmıştım.

“Bu işe neden girdiğini bana bir kez daha hatırlatsana,” dedim ona, çöp kutusunun üzerinden.

“Sırf inat olsun diye,” dedi Savitri. “Kusacak mısın kusmayacak mısın?”

“Sanırım şimdilik içimde tutacağım,” dedim. Savitri kovayı alıp eski yerine bıraktı, sonra da kitabına dönüp okumaya devam etti.

Aklıma bir fikir geldi. “Hey, Savitri,” dedim. “İşim senin olsun ister misin?”

“Tabii,” dedi kitabını açarken. “Sen Chengelpetleri hallettikten hemen sonra başlarım.”

“Sağ ol,” dedim.

Savitri homurdandı. Edebi maceralarına çoktan geri dönmüştü. Kendimi hazırladım ve büromun kapısından içeri girdim.

Odanın ortasındaki keçi oldukça şirindi. Masamın önündeki sandalyelerde oturan Chengelpetler ise pek değillerdi.

“Aftab,” dedim, başımla ağabeye selam vererek. “Nissim,” dedim, aynını bu sefer de küçük kardeşe yaparak. “Ve sen, dostum,” dedim keçiye, yine bir baş selamıyla. Yerime oturdum. “Bu akşamüzeri sizler için ne yapabilirim?”

“Ağabeyimi vurmam için bana izin verebilirsin Denetçi Perry,” dedi Nissim.

“Öyle bir yetkinin iş tanımımda yer aldığını sanmıyorum,” dedim. “Zaten kulağa biraz aşırı geliyor. Neden neler olduğunu bana söylemiyorsunuz?”

Nissim parmağıyla ağabeyini işaret etti. “Bu piç kurusu tohumumu çaldı,” dedi.

“Efendim?” dedim.

“Tohumum,” dedi Nissim. “Ona sor. İnkar edemez.”

Gözlerimi şaşkın şaşkın kırpıştırarak Aftab’a döndüm. “Demek kardeşinin tohumunu çaldın Aftab?”

“Kardeşimin kusuruna bakma,” dedi Aftab. “Bildiğin gibi isteri nöbetlerine pek yatkındır. Keçilerinden birinin kendi otlağından ayrılıp benimkine girdiğini ve burada gördüğün dişiyi döllediğini anlatmaya çalışıyor. Sonra da kalkmış, keçisinin dölünü çaldığımı iddia ediyor.”

“O öyle sıradan bir keçi değildi,” dedi Nissim. “Ödüllü keçim Prabhat’tı. Onu yüksek fiyatlara damızlık veririm ve Aftab ücreti ödemek istemedi. Yani tohumumu çalmış oldu.”

“Tohum Prabhat’ındı seni gidi budala,” dedi Aftab. “Ve çitlerinin bakımını yapmayarak keçinin arazime girmesine izin vermen benim suçum değil.”

“Yok ya,” dedi Nissim. “Denetçi Perry, çit tellerim kesilmişti. Prabhat kardeşimin arazisine kasten alındı.”

“Sen kafayı yemişsin,” dedi Aftab. “Hem öyle bile olsa, ki değil, bunda ne var? Kıymetli keçini geri aldın ya.”

“Ama artık elinde hamile bir keçi var,” dedi Nissim. “Parasını ödemediğin ve benim de izin vermediğim bir gebelik. Buna hırsızlık derler, işte o kadar. Dahası beni mahvetmeye çalışıyorsun.”

“Sen neden bahsediyorsun?” dedi Aftab.

“Yeni bir damızlık üretme peşindesin,” dedi Nissim ve Aftab’ın oturduğu sandalyenin arkasını kemirmekte olan keçiyi işaret etti. “Sakın inkar etmeye kalkma. Bu en iyi dişi keçin. Onu Prabhat’la çiftleştirerek damızlık bir yavrun olacak. İşimi elimden almaya çalışıyorsun. Sor ona Denetçi Perry. Ona keçisinin ne taşıdığını sor.”

Dönüp Aftab’a baktım. “Keçin ne taşıyor Aftab?”

“Ceninlerden biri tamamen şans eseri erkek,” dedi Aftab.

“O ceninin alınmasını istiyorum,” dedi Nissim.

“Keçi senin değil,” dedi Aftab.

“Öyleyse doğduğu zaman yavruyu alacağım,” dedi Nissim. “Çaldığın tohumun karşılığı olarak.”

“Yine başa döndük,” dedi Aftab ve bakışlarını bana çevirdi. “Neyle uğraştığımı görüyorsun Denetçi Perry. Keçilerini çayıra salıp onu bunu hamile bırakmasına izin veriyor, sonra da hayvancılıktaki beceriksizliği için ücret talep ediyor.”

Nissim hışımla böğürdü ve bağırıp çağırarak ağabeyine el kol hareketleri yapmaya başladı; Aftab da onu taklit etti. Keçi o sırada masamın etrafından dolaşıp beni merakla süzdü. Masamın içine uzandım ve orada bulduğum bir şekerlemeyle hayvanı besledim. “Bizim burada durmamıza hiç gerek yok,” dedim keçiye. Keçi karşılık vermese de benimle aynı fikirde olduğunu görebiliyordum.

Kasaba denetçiliğinin ilk başta basit bir iş olması planlanmıştı: Yeni Goa kasabalıları ne zaman yerel veya bölgesel yönetimle bir sorun yaşayacak olsalar bana geleceklerdi ve ben de onlara formalitelerde yardım ederek işlerini kolaylaştıracaktım. Bu tam da büyük ölçüde kırsal olan bir koloninin günlük yaşantısında hiçbir işe yaramayacak, fakat ileri gelenlerin kapısını çaldığı zamanlarda dikkate alınması gerekecek kadar şöhretli bir savaş kahramanına verilecek türden bir işti.

Fakat öyle geçen bir-iki ayın ardından Yeni Goa kasabalıları diğer sorunlarıyla da bana gelmeye başlamışlardı. “Yetkilileri rahatsız etmek istemiyoruz da ondan,” demişti kasabalılardan biri, niçin bir anda çiftlik teçhizatıyla ilgili tavsiyelerden tut da ileri düzey evlilik danışmanlığına kadar her konuda kapıma gelmeye başladıklarını sorduğumda. “Sana gelmek daha kolay ve çabuk.” Yeni Goa’nın yöneticisi Rohit Kulkarni bu durumdan çok memnundu, zira önceleri onun başını ağrıtan sorunlarla artık ben ilgileniyordum. Bu da ona balık tutmak ve kahvehanede domino oynamak için daha fazla vakit kazandırıyordu.

Denetçiliğimin yeni ve genişletilmiş görev tanımıyla çoğu zaman bir alıp veremediğim yoktu. İnsanlara yardım etmek ve ayrıca tavsiyelerime kulak asılması güzeldi. Öte yandan hangi kamu görevlisine sorarsanız sorun size vaktinin büyük bölümünü o toplumdaki sadece birkaç sinir bozucu kişiye ayırmak zorunda kaldığını söyleyecektir. Yeni Goa’da da o kişiler Chengelpet kardeşlerdi.

Birbirlerinden niye bu kadar nefret ettiklerini hiç kimse bilmiyordu. Ben durumun ebeveynleriyle ilgili olabileceğini düşünüyordum, fakat Bhajan ve Niral da diğer herkes kadar şaşkın durumdaki harika insanlardı. Bazı kimseler şartlar ne olursa olsun başkalarıyla iyi geçinemezler ve maalesef geçinemeyen bu iki kimse birbirinin kardeşi oluyordu.

Çiftliklerini yan yana inşa etmeselerdi ve bu nedenle çoğu zaman hem iş hem de özel hayatlarında karşı karşıya gelmeselerdi sorun bu denli büyük olmazdı. Göreve başladığım ilk günlerde kardeşinden birazcık daha mantıklı olduğunu düşündüğüm Aftab’a kasabanın öteki ucundaki yeni boşalmış bir araziye göz atmasını, çünkü Nissim’den uzakta yaşamanın onunla arasındaki çoğu sorunu çözebileceğini teklif etmiştim. “Zaten o da böyle bir şeyi bekliyor,” demişti Aftab, son derece makul bir üslupla. O günden sonra meseleyi akılcı bir şekilde sonlandırma ümidimi yitirmiş ve Öfke Dolu Chengelpet Kardeşler tarafından ara sıra ziyaret edilmemin kaderimde yazdığını kabullenmiştim.

“Pekala,” diyerek kardeşlerin aile içi bağrışmalarını susturdum. “Ben şöyle düşünüyorum: bana kalırsa bayan dostumuzun nasıl hamile kaldığının bir önemi yok; bu yüzden o konuya takılıp kalmayalım. Ama ikiniz de bunu Nissim’in keçisinin yaptığında hemfikirsiniz.”

Her iki Chengelpet de başlarını salladı; keçi ise tevazu göstererek sessizliğini korudu. “Peki. Öyleyse artık iş ortağısınız,” dedim. “Aftab, yavru doğduktan sonra sende kalabilir ve istersen onu damızlık olarak kullanabilirsin. Ama bunu yaptığın ilk altı seferde damızlık ücretinin tamamını, ondan sonra da yarısını Nissim alacak.”

“Onu ilk altı seferde bedavaya damızlık verir,” dedi Nissim.

“Öyleyse o noktadan sonraki damızlık ücretini ilk altının ortalaması olarak belirleyelim,” dedim. “Yani sana kazık atmaya kalkarsa kendisine de atmış olacak. Üstelik burası küçük bir kasaba Nissim. Buranın halkı, keçisini sırf senin geçimini baltalamak için kiraladığını düşünürse Aftab’ın damızlığını istemeyecektir. Bir şeye düşük değer biçmek ile komşuna kötülük yapmak arasında ince bir çizgi vardır.”

“Peki ya ben onunla ortak olmak istemezsem?” dedi Aftab.

“Öyleyse yavruyu Nissim’e satarsın,” dedim. Nissim karşı çıkmak için ağzını açtı. “Evet, satarsın,” dedim, onun itiraz etmesine fırsat bırakmadan. “Yavruyu Murali’ye götür ve bir değer biçtirt. Ücret o olacak. Murali ikinizi de pek sevmez; o yüzden size adil bir fiyat verir. Tamam mı?”

Chengelpetler dediklerimi düşündüler; diğer bir deyişle ikisi de vaziyet karşısında diğerinden daha mutsuz olup olmadığını anlamak için kafa patlattı. Sonunda eşit oranda mutsuz oldukları sonucuna vardılar, ki onlar için böyle bir durumun ideal sonucu buydu. İkisi de kafa sallayarak kararı onayladığını belirtti.

“İyi,” dedim. “Şimdi halım kirlenmeden önce çekin gidin.”

“Keçim öyle bir şey yapmaz,” dedi Aftab.

“Beni endişelendiren keçi değil,” deyip onları kovaladım. Yanımdan ayrıldılar ve kapıda Savitri belirdi.

“Koltuğumdasın,” dedi kız, başıyla sandalyemi işaret ederek.

“Canın cehenneme,” deyip ayaklarımı masaya dayadım. “Böyle sinir bozucu meselelerle ilgilenmeyeceksen bu koltuğa hazır değilsin demektir.”

“Madem öyle, asistanın olarak mütevazı rolüme geri döneceğim ve sen Chengelpetleri ağırlarken inzibatın aradığını bildireceğim,” dedi Savitri.

“Neyle ilgili olarak?” diye sordum.

“Söylemedi,” dedi Savitri. “Yüzüme kapadı. İnzibatı bilirsin. Fazla konuşmaz.”

“Öylelerine sert ama adil derler,” dedim. “Sahiden önemli bir şey olsaydı mesaj bırakırdı; o yüzden bunu daha sonra düşünürüm. Şimdilik işlerimle ilgileneceğim.”

“Hiç işin yok,” dedi Savitri. “Hepsini bana yıktın.”

“Peki hepsi yapıldı mı?” diye sordum.

“Sen yapıldı bil,” dedi Savitri.

“Öyleyse biraz gevşeyip olağanüstü yönetim becerilerimin tadını çıkartacağım sanırım,” dedim.

“Daha önce çöp kutusuna kusmaman iyi olmuş,” dedi Savitri. “Çünkü şimdi ben kusabilirim.” Ben münasip bir karşılık veremeden önce masasına çekildi.

Birlikte çalışmaya başladığımız ilk ayın sonundan beri böyleydik. Eski bir asker olmama rağmen bir rejim maşası olmadığım ya da öyleysem bile en azından sağduyuya ve makul bir espri anlayışına sahip olduğum gerçeğine alışması Savitri’nin o ilk ayını almıştı. Kasabası üzerinde hegemonya kurmak için orada bulunmadığım anlaşıldıktan sonra benimle dalga geçmeye başlayacak kadar gevşemişti. İlişkimiz yedi yıldır böyle devam ediyordu ve ikimiz de halimizden memnunduk.

Tüm işlerim bittiği ve kasabanın bütün sorunları çözüldüğü için benim mevkiimdeki herhangi birinin yapacağı şeyi yaptım: biraz kestirdim. Koloni kasabası denetçiliğinin zorlu dünyasına hoş geldiniz. Bu işin diğer yerlerde başka bir şekilde yapılması mümkün olabilir, ama öyleyse bile bilmek istemiyorum.

Uyandığımda Savitri büroyu o gün için kapatıyordu. Ona el sallayarak veda ettim. Birkaç dakikalık daha kıpırtısızlığın ardından kıçımı sandalyeden kaldırıp kapıdan çıktım ve eve doğru yola koyuldum. Yürürken inzibatın yolun diğer tarafından bana yaklaştığını gördüm. Karşıdan karşıya geçtim, inzibatın yanına kadar gittim ve yerel güvenlik görevlisini dudaklarından öptüm.

“Bunu yapmandan hoşlanmadığımı biliyorsun,” dedi Jane, onunla işimi bitirdikten sonra.

“Seni öpmemden mi hoşlanmıyorsun?” diye sordum.

“İşimin başındayken evet,” dedi Jane. “Otoritem zedeleniyor.”

Sırf kocasını öptü diye Jane’in, yani eski bir Özel Kuvvetler askerinin yumuşak başlı olduğu fikrine kapılan bir suçlu düşünüp gülümsedim. Öyle bir durumda atılacak dayağın boyutları korkunç olurdu. Yine de bunu dile getirmedim. “Üzgünüm,” dedim. “Bundan böyle otoriteni zedelememeye çalışırım.”

“Teşekkürler,” dedi Jane. “Geri aramadığın için ben de seni görmeye geliyordum.”

“Bugün çok meşguldüm de ondan,” dedim.

“Seni aradığım zaman Savitri ne kadar meşgul olduğunu anlattı,” dedi Jane.

“Tüh,” dedim.

“Tüh ya,” diye onayladı Jane. Evimizin bulunduğu istikamete yürümeye koyulduk. “Çekeceği kamu hizmeti cezasının ne olduğunu öğrenmek için Gopal Boparai’nin yarın sana geleceğini söyleyecektim. Yine sarhoş olup düzeni bozdu. Bir ineğe bağırıp çağırıyordu.”

“Kötü bir karmaya davetiye çıkarmış,” dedim.

“İnek de öyle düşündü,” dedi Jane. “Göğsüne toslayarak onu bir dükkanın vitrinine fırlattı.”

“Go iyi mi?” diye sordum.

“Birkaç çiziği var,” dedi Jane. “Vitrin camı yerinden çıktı. Plastik. Kırılmadı.”

“Bu sene üçüncü oluyor,” dedim. “Gerçek bir yargıcın önüne çıkması gerek, benim değil.”

“Ben de ona aynı şeyi söyledim,” dedi Jane. “Ama yargılanırsa bölge cezaevinde en az kırk gün yatar. Shashi ise bir-iki hafta içinde doğum yapacak. Kocası ona lazım.”

“Pekala,” dedim. “Onun için bir şeyler düşünürüm.”

“Günün nasıl geçti?” diye sordu Jane. “Yani kestirmenin dışında diyorum.”

“Chengelpetli geçti,” dedim. “Hem bu sefer bir de keçi vardı.”

Jane’le her gün yaptığımız gibi günümüz hakkında sohbet ederek evimize, yani kasaba sınırlarının hemen dışındaki küçük çiftliğe doğru yürüdük. Evimize çıkan yola saptığımızda da kızımız Zoë’yle karşılaştık. Bizi gördüğü zaman genellikle mutluluktan deliye dönen köpeğimiz Babar’ı gezdirmekteydi Zoë.

“Geldiğinizi biliyordu,” dedi, biraz tıknefes bir halde. “Yolun yarısında aldı başını gitti. Yetişmek için koşmam gerekti.”

“Özlendiğimizi bilmek güzel,” dedim. Jane başını okşayınca Babar kuyruğunu fırtına gibi sallamaya başladı. Zoë’nin yanağına bir öpücük kondurdum.

“Bir misafiriniz var,” dedi Zoë. “Yaklaşık bir saat önce eve geldi. Bir süzülgeçle.”

Kasabadaki hiç kimsenin süzülgeci yoktu; bir tarım topluluğu için abartılı ve kullanışsız araçlardı bunlar. Göz ucuyla baktığım Jane, beklediğim biri yok dercesine omuz silkti. “Kim olduğunu söyledi?” diye sordum.

“Söylemedi,” dedi Zoë. “Sadece senin eski bir dostun olduğunu söyledi John. Ona seni arayabileceğimi söylediğimde de seve seve bekleyebileceğini belirtti.”

“Eh, en azından neye benziyor?” diye sordum.

“Genç biri,” dedi Zoë. “Hoş sayılır.”

“Hoş bir adam tanıdığımı hiç sanmıyorum,” dedim. “O daha çok senin uzmanlık alanına giriyor genç kızım.”

Zoë gözlerini şaşı yapıp alay edercesine sırıttı. “Çok sağ ol doksanlık babam. Bitirmeme müsaade etseydin onu sahiden de tanıyor olabileceğini gösteren bir ipucu verecektim. Adam yeşil renkli.”

Bu söz Jane’le yeniden bakışmamıza sebep oldu. KSG mensupları, savaşta onlara ilave enerji katan modifiye edilmiş klorofil sebebiyle yeşil tenliydiler. Jane’le ben de bir zamanlar öyleydik; ben daha sonra eski cildime geri dönmüştüm ve vücut değiştirdiği zaman Jane’in daha yaygın bir renk tonu seçmesine izin verilmişti.

“Ne istediğini söylemedi mi?” diye Zoë’ye sordu Jane.

“Yok,” dedi Zoë. “Zaten ben de sormadım. Sizi bulup önceden uyarayım dedim. Ön sundurmada bıraktım onu.”

“Herhalde şimdiye kadar eve girip ortalığı epey kurcalamıştır,” dedim.

“O biraz zor,” dedi Zoë. “Hickory ile Dickory’yi başına diktim.”

Sırıttım. “Eh, bu onu yerinde tutar,” dedim.

“Ben de aynen öyle düşündüm,” dedi Zoë.

“Yaşından daha bilgesin genç kızım,” dedim.

“Sendeki eksikliği telafi etmek için doksanlık babam,” dedi Zoë. Babar’ı da peşine takarak eve doğru bir koşu tutturdu.

“Şu tavırlara bak,” dedim Jane’e. “Sana çekmiş.”

“O evlatlık,” dedi Jane. “Hem ailenin çokbilmişi ben değilim.”

“Orası işin teferruatı,” deyip elini tuttum. “Gel hadi. Misafirimizin ödünün ne kadar patladığını görmek istiyorum.”

Misafirimizi iki Obinimiz tarafından dikkatle ve sessizce izlenir bir halde sundurma salıncağında bulduk. Hemen tanıdım onu.

“General Rybicki,” dedim. “Bu ne sürpriz.”

“Merhaba Binbaşı,” dedi Rybicki, eski rütbeme istinaden. Obinleri işaret etti. “Seni son gördüğümden bu yana ilginç arkadaşlar edinmişsin.”

“Hickory ve Dickory,” dedim. “Kızımın refakatçileri. Zoë’ye bir tehdit teşkil ettiğini düşünmedikleri sürece tamamen zararsızdırlar.”

“Peki ya düşünürlerse?” diye sordu Rybicki.

“Değişir,” dedim. “Ama genelde her şey çabucak olup biter.”

“Aman ne güzel,” dedi Rybicki. Obinlere izin verdim; Zoë’yi bulmaya gittiler.

“Teşekkürler,” dedi Rybicki. “Obinler beni tedirgin ediyor.”

“Zaten amaç o,” dedi Jane.

“Tahmin ettim,” dedi Rybicki. “Sormamın sakıncası yoksa, kızınızın niye Obin fedaileri var?”

“Onlar fedai değil refakatçi,” dedi Jane. “Zoë üvey evladımız. Biyolojik babası Charles Boutin.” Bu açıklama Rybicki’nin bir kaşını kaldırmasına sebep oldu; Boutin’i bilecek kadar yüksek bir rütbeye sahipti. “Obinler Boutin’e büyük bir saygı beslerler, ama Boutin çoktan öldü. Onlar da kızını tanımak istiyorlar; bu yüzden o ikisini Zoë’nin yanına verdiler.”

“Bu onu rahatsız etmiyor mu?” dedi Rybicki.

“Zoë, Obin dadılarla ve koruyucularla beraber büyüdü,” dedi Jane. “Onların yanında kendini rahat hissediyor.”

“Peki sizi rahatsız etmiyor mu?” diye sordu Rybicki.

“Zoë’yi gözleyip koruyorlar,” dedim. “Bize de faydaları oluyor. Üstelik buradaki varlıkları, Koloni Birliği’nin Obinlerle yaptığı antlaşmanın bir parçası. Obinlerin bizim tarafımızda olması için o ikisini burada tutmak ufak bir bedel gibi gözüküyor.”

“O kadarı doğru,” dedi Rybicki ve ayağa kalktı. “Dinle Binbaşı. Sana bir teklifim var.” Başını Jane’e doğru salladı. “Aslında ikinize de.”

“Neymiş?” diye sordum.

Rybicki başıyla Hickory ile Dickory’nin az önce gittikleri evden tarafı işaret etti. “Sizin için sorun değilse o ikisinin bizi duyabileceği bir mesafede konuşmamayı yeğlerim. Yalnız kalabileceğimiz bir yer var mı?”

Jane’e göz ucuyla baktım. Hafif bir tebessüm etti. “Bir yer biliyorum,” dedi.

“Burada mı duruyoruz?” diye sordu General Rybicki, tarlanın ortasına geldiğimizde.

“Yalnız kalabileceğimiz bir yer olup olmadığını sormuştun,” dedim. “İster Obinlere ister insanlara ait olsun, bir sonraki kulaklarla aramızda en az beş dönümlük tahıl var. Koloni usulü yalnızlığa hoş geldin.”

“Ne tür bir tahıl bu?” diye sordu General Rybicki, başak saplarından birine asılarak.

“Sorgum,” diyen Jane yanımda durdu. Babar da onun yanına oturup kulağını kaşıdı.

“Kulağa tanıdık geliyor,” dedi Rybicki, “ama daha önce gördüğümü sanmıyorum.”

“Buranın başlıca ekinidir,” dedim. “Sıcağa ve kuraklığa dayanıklı olduğu için iyi bir tahıldır; buralar yaz aylarında epey ısınır. Buranın halkı onu bhakri denen bir ekmeğin ve diğer bazı şeylerin yapımında kullanır.”

“Bhakri,” dedi Rybicki ve kasabadan tarafı işaret etti. “Öyleyse bu insanlar genelde Hindistanlı.”

“Bazıları,” dedim. “Çoğu burada doğdu. Bu kasaba altmış yaşında. Huckleberry’deki aktif kolonileşmenin büyük bölümü artık Celemens kıtasında gerçekleşiyor. Bizim geldiğimiz sıralarda kullanıma açtılar orayı.”

“Kıta Parçası Savaşı’yla ilgili bir gerilim yok mu?” dedi Rybicki. “Sizin Amerikalı ve onların Hindistanlı olmanız sebebiyle yani.”

“O konu hiç açılmaz,” dedim. “Buradaki insanlar da diğer herkes gibi birer göçmendir. Kendilerini önce Huckleberryli, sonra Hindistanlı olarak görürler. Bir nesil daha geçtikten sonra olup bitenlerin hiçbir önemi kalmayacak. Hem zaten Jane, Amerikalı değil. Bize olsa olsa eski asker gözüyle bakıyorlar. İlk geldiğimizde ilgi çekiyorduk, ama artık yolun ilerisinde bir çiftlikleri olan John ile Jane’iz, o kadar.”

Rybicki yine tarlaya baktı. “Çiftçilik yapmanıza şaşırdım,” dedi. “Sizin gerçek işleriniz var.”

“Çiftçilik de gerçek bir iş,” dedi Jane. “Komşularımızın çoğu bunu yapar. Onları ve bizden neye ihtiyaç duyduklarını anlayabilmemiz için bizim de yapmamız iyi oluyor.”

“Hakaret etmek istemedim,” dedi Rybicki.

“Etmedin zaten,” dedim, yeniden sohbete dahil olarak. Elimle tarlayı gösterdim. “Burada aşağı yukarı kırk dönümümüz var. Fazla sayılmaz —diğer çiftçilerin rızkını almaya yetecek kadar değil— ama Yeni Goa’nın endişelerinin bizim de endişelerimiz olduğunu göstermeye yetecek kadar. Yeni Goalı ve Huckleberryli olmak için çok uğraştık.”

General Rybicki başını salladı ve elindeki sorgum başağına baktı. Zoë’nin de belirttiği gibi yeşil, yakışıklı ve gençti. Ya da en azından hâlâ sahip olduğu KSG vücudu sayesinde genç duruyordu. Ona sahip olduğu sürece de yirmi üç yaşında kalacaktı; gerçek yaşı şimdilerde yüzün üzerinde olmasına rağmen. Ondan en az on beş yıl daha küçük olsam bile benden genç gözükmekteydi. Ama ne de olsa askerliğim bittiğinde KSG bedenimi orijinal DNA’ma dayanan yeni ve modifiye edilmemiş bir bedenle takas etmiştim. Artık en az otuz yaşında gösteriyordum. Buna bir itirazım yoktu.

Ben KSG’den ayrıldığım sırada Rybicki bir subay olarak üstümdü, fakat onunla geçmişimiz daha eskilere dayanıyordu. Rybicki’yle çatışmaya girdiğim ilk günde, onun bir yarbay ve benim de bir er olduğum sırada tanışmıştım. Gençliğime istinaden bana evlat deyip geçmişti. O sırada yetmiş beş yaşındaydım.

Koloni Savunma Güçleri’nin sorunlarından biri de buydu: tüm o vücut mühendisliği yaş algınızı alt üst ediyor. Ben doksanlarımdaydım; KSG Özel Kuvvetleri’nin bir parçası olarak yetişkin bir halde doğan Jane ise on altı civarıydı. Fazla düşünürseniz başınız ağrıyabilir.

“Niçin burada olduğunu bize söylemenin vakti geldi General,” dedi Jane. Doğal yollardan dünyaya gelen insanların arasında yedi sene yaşamak, Özel Kuvvetler’de yetiştirilmekten kaynaklanan, sosyal inceliklere aldırış etmeksizin doğrudan konuya girme huyunu köreltmemişti.

Rybicki muzipçe sırıttı ve elindeki sorgumu yere attı. “Pekala,” dedi. “Sen terhis olduktan sonra, Perry, rütbe atlayıp başka bir göreve atandım. Artık Kolonileşme Bakanlığı’ndayım; yeni kolonileri kurmak ve desteklemekle görevli şahıslardan biriyim.”

“Ama hâlâ KSG’desin,” dedim. “Yeşil tenin seni ele veriyor. Koloni Birliği’nin sivil ve askeri kanatlarını ayrı tuttuğunu sanıyordum.”

“İrtibat subaylığı yapıyorum,” dedi Rybicki. “İkisi arasındaki koordinasyonu sağlıyorum. Görevim, olduğunu düşündüğünden daha eğlenceli değil ayrıca.”

“Senin adına üzüldüm,” dedim.

“Teşekkürler Binbaşı,” dedi Rybicki. Biri bana rütbemle hitap etmeyeli yıllar geçmişti. “Sözlerine minnettarım. Burada bulunmamın sebebi, benim için bir iş yapıp yapmayacağınızı öğrenmek.”

“Ne tür bir iş?” diye sordu Jane.

Rybicki dönüp ona baktı. “Yeni bir koloni kurmak,” dedi.

Jane bana bir bakış attı. Daha şimdiden bu fikirden hoşlanmadığını görebiliyordum. “Böyle bir şey Kolonileşme Bakanlığı’nın görevi değil mi?” diye sordum. “Bakanlık, koloni kurmayı iş edinen her türlü insanla dolu olmalı.”

“Bu sefer değil,” dedi Rybicki. “Bu koloni farklı.”

“Nasıl?” dedi Jane.

“Koloni Birliği kolonicilerini Dünya’dan alır,” dedi Rybicki. “Fakat son birkaç yıldır koloniler —Anka, Elysium ve Kyoto gibi mevcut koloniler— üyelerinin yeni koloniler kurmalarına izin vermesi için KB’ye baskı yapıyor. Oralardaki bazı kimseler daha önce asi koloniler kurmaya kalkıştılar, fakat o işlerin nasıl sonuçlandığını biliyorsunuz.”

Başımı salladım. Asi koloniler yasadışı ve izinsizdi. KB asileri görmezden gelirdi. Bunun arkasında yatan mantık, o kolonilerdeki insanların zorla evde kalmaları halinde sorun çıkartacakları inanışıydı; o yüzden gitmeleri daha iyiydi. Fakat asi bir koloni tam anlamıyla kendi başınaydı; kolonicilerinizden biri hükümetteki üst düzey birinin çocuğu değilse KSG yardımınıza gelmezdi. Asi kolonilerin varlığını sürdürme istatistiği son derece düşüktü. Çoğu altı ay bile dayanmazdı. Kolonileşen diğer canlı türleri genellikle işlerini bitirirdi. Evren kimsenin gözünün yaşına bakmazdı.

Rybicki anladığımı görüp sözlerini sürdürdü. “KB kolonilerin uslu uslu oturmalarından yana, fakat bu artık siyasi bir mesele haline geldi ve KB konunun üstünü daha fazla örtemiyor. Bu yüzden bakanlık ikinci nesil koloniciler için tek bir gezegen açmamızı teklif etti. Ondan sonra da neler olduğunu herhalde tahmin edersiniz.”

“Koloniciler yeni gezegene ilk önce yerleşebilmek için birbirlerinin gözünü oymaya başladılar,” dedim.

“Aynen öyle,” dedi Rybicki. “İşte bu yüzden bakanlık nabza göre şerbet vererek her bir adayın ilk koloni dalgasına sınırlı sayıda kolonici verebileceğini söyledi. Yani şu an elimizde on farklı koloninin her birinden iki yüz ellişer kişi olmak üzere aşağı yukarı iki bin beş yüz kişilik bir çekirdek koloni var. Fakat onları yönetecek biri yok. Kolonilerden hiçbiri diğerlerinin üyeleri tarafından yönetilmek istemiyor.”

“İyi de kolonilerin sayısı ondan fazla,” dedim. “Koloni liderlerinizi onların birinden alabilirsiniz.”

“Bu dediğin teorik olarak işe yarayabilir,” dedi Rybicki. “Fakat gerçek evrende diğer koloniler kendi insanları listeye alınmadığı için kızgınlar. Bu koloni başarılı olursa başka dünyaları da kullanıma açmayı düşüneceğimize söz verdik. Ama şimdilik her şey karman çorman ve hiç kimse birbiriyle geçinmeye yanaşmıyor.”

“Bu planı en başta öneren budala kimdi?” diye sordu Jane.

“Tesadüf bu ya, o budala benim,” dedi Rybicki.

“Aferin,” dedi Jane. Artık orduda bulunmamasının iyi bir şey olduğunu düşündüm.

“Teşekkürler İnzibat Sagan,” dedi General Rybicki. “Açık sözlülüğünü takdir ediyorum. Bu planın beklemediğim yönleri olduğu belli. Ama zaten o yüzden buradayım.”

“Senin şu planın asıl kusuru —tabii Jane’le benim bir çekirdek koloninin nasıl yönetileceğine dair en ufak bir fikrimiz bile bulunmaması dışında— bizim de kolonici olmamız,” dedim. “Neredeyse sekiz senedir buradayız.”

“Ama az önce kendin söyledin: siz eski askerlersiniz,” dedi Rybicki. “Eski askerler kendi başlarına bir kategoridirler. Hem siz Huckleberryli değilsiniz. Sen Dünyalısın ve eşin eski Özel Kuvvetler’den, ki bu da hiçbir yerli olmadığı anlamına gelir. Kusura bakma,” dedi Jane’e.

“Öyle bile olsa geriye ikimizin de bir çekirdek koloninin işleyişine dair hiç tecrübemiz olmaması sorunu kalıyor,” dedim. “Yıllar önce kolonilerde yaptığım halkla ilişkiler gezim sırasında Orton’daki bir çekirdek koloniye gitmiştim. Oradaki insanlar durup dinlenmeden çalışıyorlardı. Eğitim vermeden bizim gibileri öyle bir durumun ortasına atamazsın.”

“Eğitiminiz var,” dedi Rybicki. “İkiniz de subaydınız. Tanrı aşkına Perry, sen bir binbaşıydın. Bir muharebe grubunda üç bin askerlik bir alaya komuta ediyordun. O bile bir çekirdek koloniden fazlaydı.”

“Koloni dediğin askeri bir alay değildir,” dedim.

“Hayır, değildir,” diye doğruladı Rybicki. “Ama yönetmek için aynı beceriler gerekir ve terhis edildiğinizden beri ikiniz de koloni idaresinde görev aldınız. Sen bir kamu denetçisisin—bir koloni hükümetinin nasıl çalıştığını ve işlerin nasıl halledildiğini biliyorsun. Eşinse buranın inzibatı ve düzenin sağlanmasından sorumlu. Bir aradayken ihtiyaç duyacağınız neredeyse tüm becerilere sahipsiniz. İsimlerinizi bir şapkadan çekip de gelmedim Binbaşı. Sizi düşünmemin belli sebepleri var. Şu anki halinizle bile gitmeye yüzde seksen beş hazırsınız ve koloniciler Roanoke’ye doğru yola çıkmadan önce eksiklerinizi tamamlayacağız. Bu arada koloni için seçtiğimiz isim o,” diye de ekledi.

“Burada bir yaşantımız var,” dedi Jane. “İşlerimizin ve sorumluluklarımızın dışında kendine ait bir yaşantısı olan bir de kızımız var. Küçük bir siyasi krizi çözelim diye kendimizi buradan söküp atmamızı istiyorsun. Hem de böyle üstünkörü bir şekilde.”

“Eh, üstünkörü kısmı için özür dilerim,” dedi Rybicki. “Normalde böyle bir isteği koca bir evrak yığınıyla beraber bir Koloni siyasi kuryesi ulaştırırdı. Ama şu rastlantıya bakın ki tamamen farklı sebeplerden Huckleberry’deydim ve bir taşla iki kuş vurayım dedim. Bu fikri size bir sorgum tarlasının ortasında çıtlatacağım kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.”

“Pekala,” dedi Jane.

“Ve bunun küçük bir siyasi kriz olması konusunda yanılıyorsun,” dedi Rybicki. “Daha da büyüme yolundaki orta ölçekli bir kriz bu. Yeni koloni, diğerleri gibi alelade bir insan kolonisi olmaktan öteye geçti. Gezegenlerin yerel hükümetleri ve basın bu olayı insanların Dünya’dan ayrılmalarından beri en büyük kolonileşme olarak büyüttükçe büyütüyor. Aslında hiç de öyle değil —bundan emin olabilirsiniz— ama bu gerçeğin artık pek bir önemi kalmadı. Mesele bir medya sirki: siyasi bir baş ağrısı haline geldi ve bakanlığı savunmacı bir tutum takınmaya zorladı. Yeni koloni kontrolümüzden yavaş yavaş çıkıyor, çünkü başka pek çok kimsenin bu işten çıkarı var. Dizginleri yeniden elimize almamız lazım.”

“Yani her şey siyasetten ibaret,” dedim.

“Hayır,” dedi Rybicki. “Beni yanlış anladın. Bakanlık bu olaydan siyasi bir zarar göreceği için değil, bu bir insan kolonisi olduğu için kontrolü sağlamak zorunda. İkiniz de evrenin nasıl bir yer olduğunu biliyorsunuz. Koloniler —ve tabii koloniciler de— onları ne kadar iyi hazırlayıp koruduğumuza bağlı olarak yaşarlar ya da ölürler. Bakanlığın işi, koloniyi kurmadan önce kolonicileri mümkün olduğu kadar hazırlamaktır. KSG’nin işi de koloniciler yeni evlerine tamamen tutunana kadar onları korumaktır. Bu denklemin herhangi bir tarafı bozulursa koloni hapı yutar.

“Şu an denklemde bakanlığın yer aldığı taraf düzgün işlemiyor, çünkü gereken liderliği sağlayamadığımız gibi diğer herkes de başkalarının bu boşluğu doldurmasına engel olma çabasında. İşleri yoluna koymak için zamanımız daralıyor. Roanoke öyle ya da böyle kurulacak. Asıl soru, bu işi doğru yapıp yapamayacağımız. Yapamazsak —ve Roanoke ortadan kalkarsa— başımız çok ağrıyacak. O yüzden doğru yapmamız daha iyi olur.”

“Madem ortada bu kadar içinden çıkılmaz bir siyasi hadise var, bizi de olayların ortasına atmanın neye yarayacağını anlamıyorum,” dedim. “Bizden hoşlanacaklar diye bir kaide yok.”

“Dediğim gibi, isimlerinizi şapkadan çekmedim,” dedi Rybicki. “Bakanlıkta hem bizim hem de KSG’nin işine gelecek bir isim listesi oluşturduk. Her iki taraf bir isim üzerinde anlaşabilirse koloni hükümetlerini de razı edebileceğimizi düşündük. Siz de o listedeydiniz.”

“Listenin neresinde?” diye sordu Jane.

“Ortalarında,” dedi Rybicki. “Kusura bakmayın. Diğer adaylardan bir şey çıkmadı.”

“Eh, aday gösterilmek bile bir onur,” dedim.

Rybicki sırıttı. “Şu alaycılığından oldum olası hoşlanmadım Perry,” dedi. “Bir anda başınıza bir sürü şey yıktığımın farkındayım. Hemen bir cevap vermenizi de beklemiyorum. Tüm belgeler burada.” Şakağına dokunarak bilgileri BeyinDostuna kaydettiğini ima etti. “Yani onları gönderebileceğim bir KBA’nız varsa müsait bir zamanınızda gözden geçirebilirsiniz. Tabii o müsait zaman bir standart haftayı geçmediği müddetçe.”

“Buradaki her şeyi terk etmemizi istiyorsun bizden,” dedi Jane yeniden.

“Evet,” dedi Rybicki. “Öyle. Ayrıca görev bilincinize başvuruyorum, çünkü ona sahip olduğunuzu biliyorum. Koloni Birliği’nin bu yeni koloniyi kurmak için akıllı, becerikli ve tecrübeli insanlara ihtiyacı var. Siz ikiniz bu tanıma uyuyorsunuz. Ve sizden istediğim şey burada yaptığınızdan daha önemli. Buradaki işlerinizi başkaları da görebilir. Siz gittiğinizde yerinize yenileri gelir. Belki işlerini sizin kadar iyi yapamazlar, ama yine de idare edip giderler. Fakat bu koloni için sizden istediğim şeyi herhangi biri yapamaz.”

“Listenin ortalarında olduğumuzu söyledin,” dedim.

“Kısa bir listeydi,” dedi Rybicki bana. “Ve siz ikinizden sonra dik bir düşüş söz konusu.” Tekrar Jane’e döndü. “Bak Sagan, seni buna ikna etmenin zor olduğunu görebiliyorum. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Bu bir çekirdek koloni olacak. Yani giden ilk dalga, ilk iki-üç yıl boyunca bir sonraki için koloniyi hazırlayacak. İkinci dalga da yerleştikten sonra ortalık muhtemelen senin, Perry’nin ve kızınızın isterseniz buraya dönebileceğiniz kadar yatışmış olur. Bakanlık evinizin ve işlerinizin sizi beklemesini sağlayabilir. Hattâ hasadınızı bile biz toplatırız.”

“Bana büyüklük taslama General,” dedi Jane.

“Taslamıyorum,” dedi Rybicki. “Teklifimde samimiyim Sagan. Buradaki yaşantınız eksiksiz sizi bekliyor olacak. Hiçbir şeyinizi kaybetmeyeceksiniz. Ama size şimdi ihtiyacım var. Bakanlık fedakarlığınızın karşılığını fazlasıyla ödeyecek. Bu yaşantıyı geri alacak ve Roanoke’nin varlığını sürdürecek bir koloni haline geldiğinden emin olacaksınız. Bir düşünün. Ama kararınızı çabuk verin.”

 

Uyandığımda Jane yanımda değildi. Onu evimizin önündeki yolda yıldızlara bakarken buldum.

“Böyle yolun ortasında durursan ezilirsin,” dedim, ona arkadan yaklaşıp ellerimi omuzlarına koyarken.

“Çarpacak bir şey yok ki,” dedi Jane, sol elimi kendisininkiyle tutarak. “Gündüzleri bile çarpacak pek bir şey olmuyor. Şunlara bak.” Sağ eliyle göğü gösterdi ve takımyıldızları çizmeye başladı. “Turna. Nilüfer. İnci.”

“Huckleberry takımyıldızlarını bir türlü belleyemedim,” dedim. “Altında doğduklarımı arayıp duruyorum. Gökyüzüne baktığım zaman bir parçam hâlâ Büyükayı’yı veya Orion’u görmeyi bekliyor.”

“Buraya gelmeden önce yıldızlara hiç bakmazdım,” dedi Jane. “Yani onları görürdüm ama benim için bir anlam ifade etmezlerdi. Sadece birer yıldızdılar. Sonra buraya geldik ve bu takımyıldızları öğrenmek için onca zaman harcadım.”

“Hatırlıyorum,” dedim. Hatırlıyordum da; Dünya’dayken bir astronom olan Vikram Banerje, Yeni Goa’daki ilk yılımızda evimizi sıkça ziyaret ederek gökteki yıldız motiflerini Jane’e sabırla göstermişti. Nihayet tüm Huckleberry takımyıldızlarını ona öğrettikten kısa süre sonra da ölmüştü.

“Onları ilk başta görmüyordum,” dedi Jane.

“Takımyıldızları mı?” diye sordum.

Jane başını salladı. “Vikram onları işaret ettiği zaman tek gördüğüm yıldız kümeleri olurdu,” dedi. “Önüme bir harita koyardı ve yıldızların nasıl birleşmeleri gerektiğini görürdüm. Ama başımı kaldırıp göğe baktığımda tek gördüğüm… yıldızlar olurdu. Bu uzun bir müddet böyle devam etti. Sonra bir gece işten eve yürürken yukarı baktığımı ve kendi kendime, ‘İşte Turna,’ deyip onu gördüğümü hatırlıyorum. Yani Turna’yı. Takımyıldızı. İşte o zaman burasının evim olduğunu anladım. Burada kalacağımı. Burasının benim yerim olduğunu.”

Kollarımı Jane’in vücudunun aşağılarına kaydırıp beline sarıldım.

“Ama burası senin yerin değil, öyle değil mi?” diye sordu Jane.

“Sen neredeysen benim yerim de orası,” dedim.

“Ne demek istediğimi biliyorsun,” dedi Jane.

“Ne demek istediğini biliyorum,” dedim. “Burayı seviyorum Jane. İnsanlarını da seviyorum. Yaşantımızı seviyorum.”

“Ama…” dedi Jane.

Omuz silktim.

Jane hareketimi hissetti. “Tam düşündüğüm gibi,” dedi.

“Mutsuz değilim,” dedim.

“Zaten öyle olduğunu söylemedim,” dedi Jane. “Benimle ya da Zoë’yle mutsuz olmadığını biliyorum. General Rybicki çıkagelmeseydi herhalde yola devam etmeye hazır olduğunu anlamazdım.”

Başımı sallayıp kafasının arkasını öptüm. Sözlerinde haklıydı.

“Zoë’yle bu konuyu konuştum,” dedi Jane.

“Ne dedi?” diye sordum.

“O da senin gibi,” dedi Jane. “Burayı seviyor, ama burası onun evi değil. Yeni kurulan bir koloniye gitme fikrinden hoşlanıyor.”

“Macera hissi uyanmıştır,” dedim.

“Belki,” dedi Jane. “Burada fazla macera yok. Sevdiğim yanı da bu.”

“Bir Özel Kuvvetler askerinden böyle bir şey duymak komik,” dedim.

“Asıl bir Özel Kuvvetler askeri olduğum için öyle diyorum,” dedi Jane. “Dokuz yıl durmaksızın macera yaşadım. Maceranın içinde doğdum. Sen ve Zoë olmasaydınız onun içinde ölecektim ve başka hiçbir şeyim olmayacaktı. İnsanlar macerayı gözlerinde büyütüyorlar.”

“Yine de biraz macera yaşamayı düşünüyorsun,” dedim.

“Sen öyle düşündüğün için,” dedi Jane.

“Henüz bir karara varmadık,” dedim. “Hayır diyebiliriz. Burası senin yerin.”

“‘Sen neredeysen benim yerim de orası,’” diye tekrarladı sözlerimi. “Burası sahiden de benim yerim. Ama belki başka bir yer de öyle olabilir. Buradan başka bir yerim hiç olmadı. Belki de gitmeye korkuyordum, o kadar.”

“Senin fazla bir şeyden korktuğunu sanmam,” dedim.

“Beni korkutan şeyler seninkilerden farklı,” dedi Jane. “Bunu bazen fark etmiyorsun çünkü pek dikkatli değilsin.”

“Çok sağ ol,” dedim. Birbirimize dolanmış olarak yolda öylece durduk.

“Daha sonra geri gelebiliriz,” dedi Jane en sonunda.

“Evet,” dedim. “İstersen.”

“Bakalım,” dedi Jane. Yanağımdan öpmek için geriye yaslandı, kendini kollarımdan çözdü ve yoldan aşağı yürümeye başladı. Eve doğru döndüm.

“Benimle kal,” dedi Jane.

“Peki,” dedim. “Kusura bakma. Yalnız kalmak istediğini sanmıştım.”

“Hayır,” dedi. “Benimle birlikte yürü. Sana takımyıldızlarımı göstereyim. Buna yetecek kadar vaktimiz var.”


Çeviri: Cihan Karamancı
Editör: Ozancan Demirışık