Wool Serisi 1: Silo | Ön Okuma

wool serisi 1 silo tp

SİLO

Hugh Howey

BİRİNCİ BÖLÜM

HOLSTON

1

Holston, ölümüne giden yolda basamakları bir bir tırmanırken, çocuklar En-Tepe’de habersizce oyun oynamaya devam ediyorlardı; sadece mutlu çocukların yapabileceği bir biçimde bağrıştıklarını duyabiliyordu. Onlar hemen yukarısında deliler gibi tepinirken usul usul çıktı basamakları Holston. Sarmal merdiveni düzenli ve hantal adımlarla tırmanırken eskimiş botları metal basamakları çınlatıyordu.

Tıpkı babasından kalan botları gibi basamaklar da aşınmışlık izleri gösteriyordu. Boyalar genellikle köşelerine ve alt yüzeylerine, yani daha az temas gören yerlerine küçük parçalar hâlinde tutunabilmişti. Merdivenin başka bir yerindeki trafik, titreşen küçük toz bulutlarının kalkmasına sebep oldu. Holston, aşınmaktan parıldayan metal tırabzanlardaki titreşimleri hissedebiliyordu. Yüzlerce yıl boyunca tırabzana temas eden çıplak ellerin ve basamakları tırmanan ayakların katı çeliği böylesine kolayca aşındırabilmesi onu her zaman şaşırtmıştı. Her defasında tek bir molekül aşınıyordur herhâlde, diye düşündü. Hatta her yaşam bir katmanı aşındırıyordu belki; eşzamanlı olarak silo da o yaşamları aşındırırken tabii.

Her bir basamak üstünden geçmiş nesillerce peyderpey yamultulmuş, köşeleri tıpkı somurtan bir dudak gibi aşağı doğru bükülmüştü. Bir zamanlar basamaklara daha iyi bir tutuş sağlayan karo biçimindeki ufak kabartılardan neredeyse eser kalmamıştı. Eksiklikleri sadece sacın her iki yanındaki motiflerden, yani düz çelikten yükselen, üzerlerinde boya kırıntıları ile kıvrık kenarlar bulunan piramidimsi küçük tümseklerden anlaşılabiliyordu.

Holston eski botlarından birini eski bir basamağa doğru kaldırdı, bastı ve bu hareketini yineledi. Sayısız yılların yaptıklarına, yaşamlara ve moleküllerin aşınmasına, kat kat ince toz tabakalarına dair derin düşüncelere daldı. Ve kim bilir kaçıncı kez ne yaşamın ne de merdivenlerin böyle bir varoluş için yaratıldığını düşündü. Toprağa gömülmüş silo boyunca tıpkı bir bardağın içine konan kamış misali ilerleyen bu uzun sarmalın dar sınırları böylesine bir kötüye kullanım için inşa edilmemişti. Silindir biçimindeki evlerinin çoğu gibi o da başka amaçlar, uzun zaman önce unutulmuş işlevler için inşa edilmiş gibi görünüyordu. Şimdilerde günde binlerce insanın günlük işlerini halletmek amacıyla bir yukarı bir aşağı tırmandığı bu merdiven Holston’a kalsa sadece acil durumlarda ve belki de yalnızca birkaç düzine insan tarafından kullanılmalıydı.

Bir katı daha geride bıraktı, pasta dilimi biçimindeki yatakhaneler bölümüydü bu. Holston geriye kalan birkaç katı hayatında son defa tırmanırken yukarıdan gelen, çocuklara özgü mutluluk seslerinin şiddeti arttı. Gençliğin, yaşadıkları yerin zorluklarıyla henüz yüzleşmemiş ruhların, toprağın dört bir yandan yaptığı baskıyı henüz hissetmeyenlerin, zihinlerinde tamamen gömülmemiş olanların, yani hâlâ yaşayan kişilerin kahkahasıydı bu. Hayat dolu ve henüz yıpranmamış neşeli sesler merdivenlerden aşağı yağarken yarattıkları titreşimler Holston’ın dışarıya çıkma konusundaki eylemlerine, kararına ve azmine aykırı düşüyordu.

Son kata ulaşmasına ramak kala seslerden biri diğerlerini bastırdı ve Holston siloda bir çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu, tüm o eğitimleri ve oyunları anımsadı. O zamanlar bu boğucu beton silindir pek çok katta yer alan daireleri, atölyeleri, hidrofonik bahçeleri[1] ve karmakarışık boruları olan arıtma odalarıyla uçsuz bucaksız bir evren, tamamını asla keşfedemeyeceği kadar geniş bir alan, arkadaşlarıyla sonsuza kadar kaybolabileceği bir labirent gibi görünürdü gözüne.

Ancak o günlerin üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçmişti. Holston’ın çocukluğu ona iki ya da üç ömür uzaklıkta gibiydi artık; bütün o mutlu hatıraları başka birileri yaşamıştı sanki. O değil. Geçmişini bloke etmiş, bütün hayatını şerif rütbesinin ağırlığı altında geçirmişti. Son zamanlardaysa hayatının üçüncü evresini yaşıyordu – çocukluğun ve şerif olmanın ötesinde, gizli bir hayat. Bu, toza dönüşmeden önceki son katmanıydı; hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şey için üç yıl boyunca sessizce beklemişti; bekleyişinin her bir günü, mutlu günlerinin bir ayına bedeldi.

Sarmal merdivenin doruğunda Holston’ın tırabzanı tutan eli boşa çıktı. Aşınmış ve eğimli çelik parmaklık sona ererken, basamaklar da tüm silo tesisinin en geniş iki bölümüne, yani kafeteryaya ve bitişiğindeki salona doğru boşaldı. Artık coşkulu bağrışmaların kaynağıyla aynı kattaydı. Ok gibi koşturan neşeli şekiller, etrafa saçılmış sandalyelerin arasında zikzaklar çizip kovalamaca oynuyorlardı. Bir avuç yetişkinse bu kaos ortamını kontrol altına almaya çabalıyordu. Donna’nın lekeli fayansların üzerine saçılmış tebeşirleri ve pastel boyaları topladığını gördü Holston. Kocası Clarke ise meyve suyu bardaklarının ve mısır unundan kurabiyelerin bulunduğu kâselerin kapladığı bir masanın arkasında oturuyordu. Clarke odanın öbür ucundan Holston’a el salladı.

Holston karşılık vermeye yeltenmedi, bunun için ne gücü vardı ne de isteği. Bakışları yetişkinleri ve oyun oynayan çocukları geçip projektörler vasıtasıyla kafeterya duvarına yansıtılan bulanık görüntüye kaydı. Yaşama elverişsiz dünyalarının en geniş ve kesintisiz manzarasıydı bu. Bir sabah manzarası. Şafak vaktinin loş ışığı Holston’ın çocukluğundan bu yana neredeyse hiçbir değişiklik göstermemiş cansız tepelerin üzerini kaplıyordu. Holston kafeterya masalarının arasında kovalamaca oynamayı bırakıp şimdi olduğu içi boş kişiye dönüşene dek geçen süre boyunca o tepeler daima aynı yerde olmuşlardı. Zirvelerinin görkemli kıvrımlarının ötesinde, tanıdık ve çürümüş bir şehrin ufuktaki silueti sabah ışıklarının cılız ışıltısını yakaladı. Bir zamanlar toprağın üzerinde yaşamak için insanlar tarafından kullanıldıkları rivayet edilen bu kadim cam ve çelik kalıntıları uzakta öylece durmaktaydı.

Grubun arasından kuyrukluyıldız misali fırlayan bir çocuk Holston’ın dizlerine tosladı. Başını eğen adam Susan’ın oğlu olduğunu bildiği ufaklığa dokunmak için uzandı, fakat çocuk tekrar bir kuyrukluyıldız gibi fırladı ve bir kez daha diğerlerinin yörüngesine oturdu.

Holston’ın aklına aniden Allison’ın öldüğü yıl kazandıkları çekiliş geldi. Bileti hâlâ saklıyor, gittiği her yere onu da götürüyordu. Bu çocuklardan biri onların olabilirdi, belki kız belki erkek… Hatta şimdiye dek iki yaşına basabilir ve yaşça ondan büyük çocukların arkasından emekleyerek gidebilirdi. Diğer bütün ebeveynler gibi onlar da ikiz hayalleri kurmuşlardı. Denemişlerdi de elbette. Allison’ın implantı çıkarıldıktan sonra üst üste görkemli geceler geçirmiş ve biletin karşılığını almaya çalışmışlardı. Çocuklu çiftler onlara şans dilerken ikramiye bekleyen diğer çiftlerse verimsiz bir yıl geçirmeleri için sessizce dualar etmişlerdi.

Yalnızca bir yıllarının olduğunu bildiklerinden Allison ile birlikte batıl inançları da hayatlarına davet etmişler, bu uğurda yardımcı olabilecek her şeyi denemişlerdi. Doğurganlığı artırdığı rivayet edildiği için yatağın üstüne sarımsak asmak gibi numaralar, ikiz çocuk sahibi olabilmek için döşeğin altına iki tane jeton koymak, Allison’ın saçına pembe kurdele takması, Holston’ın gözlerinin altına mavi boya sürmesi gibi tamamı saçma, ümitsiz ve eğlenceli birtakım tertiplerdi bunlar. Ancak bunlardan daha da delice bir şey varsa o da her şeyi denememek, test edilmemiş herhangi bir aptalca seansı ya da rivayeti atlamak olurdu.

Ama beklenen bir türlü gerçekleşmemişti. Daha onlara tanınan bir yıllık süre sona ermeden ikramiye başka bir çifte devretmişti. Her şeyi denemedikleri için değil, yeterince zamanları olmadığından dolayı. Ani bir eş eksikliğinden dolayı…

Holston oyunları ve bulanık manzarayı arkasında bırakıp kafeterya ile silonun basınç odası arasında kalan ofisine doğru yürüdü. Yürürken kafası bir zamanlar orada yaşanmış bir boğuşmaya gitti; son üç senedir her gün yüzleşmek zorunda kaldığı hayaletlerin boğuşmalarına. Ve eğer arkasına dönüp duvardaki o devasa görüntüyü araştırırsa, gözlerini kısıp günbegün daha da kötüleşen bulanık ve dalgalı kamera lenslerinin ötesini, havada asılı duran pislik birikintisinin ardını görmeye çalışırsa, çamursu kum tepeciğinin üzerinden geçip ardındaki şehre doğru uzanan siyah kıvrımı gözleriyle dikkatlice takip ederse eşinin suspus bedenini seçebileceğini biliyordu. Orada, o tepede, eşini görebilirdiniz. Uykuya dalmış büyük bir kaya parçası gibi boylu boyunca yatıyordu, kolları başının altındaydı, hava ve toksinlere teslimdi bedeni.

Belki.

Görüntü bulanıklaşmaya başlamadan önce bile görmek zor, şekilleri birbirinden ayırt etmek güçtü. Hem zaten bu görüntüye de pek güven olmazdı. Hatta kuşkulanılacak yanı daha çoktu. Bu yüzden bakmamayı tercih etti Holston. Eşinin bir hayalet gibi çırpınmış olduğu, kötü hatıraların toplandığı, kadının cinnet anına sahne olmuş o yerden geçip ofisine girdi.

“Ooo, bakın kimler erkenciymiş?” dedi Marnes, gülümseyerek.

Holston’ın yardımcısı dosya dolabının metal çekmecelerinden birini kaparken eskimiş mafsallardan cansız bir çığlık yükseldi. Dumanı tüten bir kahve fincanını eline aldıktan sonra Holston’ın ciddi tavırlarını fark etti. “İyisin ya şef?”

Holston başıyla onayladı. Parmağıyla masanın ardındaki anahtar askısını işaret etti. “Nezarethane,” dedi.

Şerif Yardımcısı’nın yüzündeki gülümseme yerini şaşkın bir kaş çatışa bıraktı. Kupayı bırakıp anahtara uzanmak üzere arkasını döndü. Marnes’ın sırtı dönükken Holston avucunun içindeki keskin uçlu, soğuk metali son bir defa okşadı ve şerif yıldızını masanın üzerine düz bir biçimde bıraktı. Marnes döndü ve anahtarı uzattı. Holston da aldı.

“Paspası kapıp geleyim mi?” dedi yardımcısı, başparmağını kafeteryanın bulunduğu bölüme doğru sallayarak. Tutuklu biri olmadığı sürece nezarethaneye yalnızca temizlik için girerlerdi.

“Hayır,” dedi Holston. Kafasını hücrenin olduğu tarafa doğru sallayarak yardımcısına kendisini takip etmesini işaret etti.

Arkasını döndü, Marnes ona katılmak için ayağa kalkarken masanın arkasındaki sandalye gıcırdadı. Holston yürüyüşünü tamamına erdirdi. Anahtar, yuvasına güçlük çıkarmadan yerleşti. Kapının düzgün ve bakımlı iç aksamlarından keskin bir klak sesi yükseldi, menteşeler kuru bir şekilde gıcırdadı, kararlı bir adım atıldı, bir ittiriş ve bir tangırtının ardından çile sona erdi.

“Şef?”

Holston parmaklıkların arasından anahtarı uzattı. Marnes anahtara şüpheyle baktı, sonra da razı olup avucunu açtı.

“Neler oluyor şef?”

“Başkanı getir,” dedi Holston. Derin bir nefes verdi, üç yıldır içinde tuttuğu bir soluktu bu. “Ona dışarı çıkmak istediğimi söyle.”

2

Nezarethanedeki görüntü kafeteryadaki kadar bulanık değildi ve Holston silodaki son gününü bunu düşünerek geçirdi. O taraftaki kamera toksik rüzgârlara karşı korumalı olabilir miydi? Ölüm cezasına çarptırılmış her temizlikçi yaşamlarının son gününde tadını çıkarttıkları manzara için daha mı fazla özen göstermişti? Yoksa bu ekstra çaba, aynı hücrede son günlerini geçirecek olan bir sonraki temizlikçi için bir hediye miydi?

Holston son seçeneği tercih etti. Bu fikir karısını özlemle düşünmesine sebep oldu. Neden kendi isteğiyle orada, parmaklıkların ters tarafında olduğunu hatırlattı.

Düşünceleri Allison’a kayarken oturup eski insanların geride bıraktığı ölü dünyayı seyretti. Yeraltına gömülü sığınaklarından görülen en iyi manzara değildi bu, ama en kötüsü de değildi. Alçak ve engebeli tepeler ufukta enfes kahverengi gölgeler oluşturuyordu; içine tam kıvamında domuz sütü katılmış kahve ezmesi rengindeydiler. Tepelerin üzerindeki gökyüzü, çocukluğundaki, babasının çocukluğundaki ve büyükbabasının çocukluğundaki gökyüzüyle aynı donuk gri rengi paylaşıyordu. Arazide hareket eden tek şey bulutlardı. Koyu ve kapkara bir biçimde tepelerin üzerine asılıydılar. Resimli çocuk kitaplarında gördüğü sürü hâlinde gezen yaratıklar gibi gökyüzünde özgürce dolaşıyorlardı.

Tıpkı silonun üst katlarındaki bütün duvarlarda olduğu gibi ölü dünyanın görüntüsü hücre duvarının tamamını kaplıyordu, her biri bulanık çorak toprakların ve ötesindeki daha da bulanık arazinin farklı bir parçasıyla doluydu. Bu görüntüden Holston’ın payına düşen küçük parça, karyolasının köşesinden başlayıp tavana kadar uzanıyor, oradan yatay olarak karşı duvara geçiyor ve gerisin geri tuvaletin üzerine iniyordu. Ve hafif bulanıklığına rağmen – sanki kameranın lensi yağla ovulmuş gibiydi – içinde dolaşabileceğiniz bir manzaraya benziyordu; tuhaf bir şekilde insanı içeri hapseden parmaklıkların karşısında konumlandırılmış, ardına kadar açık ve davetkâr bir delik gibi duruyordu.

Gel gelelim bu göz yanılması yalnızca belirli bir uzaklıktayken inandırıcıydı. Holston biraz daha öne eğildiğinde devasa görüntünün üzerindeki bir avuç ölü pikseli seçebiliyordu. Tüm kahverengi ve gri tonların arasında keskin bir beyazlıkları vardı. Şiddetli bir yoğunlukta parıldayan her bir piksel (Allison onlara “mahsur” pikseller adını vermişti) daha aydınlık diyarlara açılan dört köşeli bir pencere, daha iyi bir gerçekliğe işaret eden insan saçı eninde bir delik gibiydi. Bir sürü vardı; şimdi yakından incelediğinde daha net görebiliyordu. Holston, siloda bunların nasıl tamir edileceğini bilen birinin olup olmadığını ya da böylesine hassas bir iş için gerekli alet edevatın ellerinde bulunup bulunmadığını merak etti. Yoksa sonsuza dek ölü mü kalacaklardı? Tıpkı Allison gibi? Bütün pikseller önünde sonunda ölür müydü? Holston piksellerin yarısının bembeyaz olduğu bir gün canlandırdı kafasında, ardından birkaç nesil sonra sadece az sayıda gri ve kahverengi pikselin kaldığını, sonra da bu sayının bir düzineden aza düştüğünü hayal etti. Dünya gri ve kahverengi tonlarından arınıp yeni bir görünüme bürünürken, silo sakinleri dışarının yanıp kavrulduğunu hayal edecek, çalışan pikselleri ölü piksellerden ayırt edemeyeceklerdi.

Yoksa Holston’un ve halkının şu anda yapmakta oldukları şey zaten bu muydu?

Arkasında biri boğazını temizledi. Holston döndü ve parmaklıkların diğer tarafında duran Başkan Jahns’ı gördü. Kadın ellerini iş tulumunun karın kısmında kavuşturmuştu, başını ciddi bir ifadeyle karyolaya doğru salladı.

“Hücre boş olduğunda, senin ve Şerif Yardımcısı Marnes’ın görev saatleri dışındaki gecelerde ben de bazen orada oturup manzaranın tadını çıkarıyorum.”

Holston pis ve cansız manzaraya göz gezdirmek üzere yeniden arkasını döndü. İsyandan kurtulabilen tek kitap türü olan çocuk kitaplarındaki resimlerle kıyaslandığında oldukça iç karartıcı görünüyordu. Çoğu insan o kitaplardaki renklere şüpheyle yaklaşıyordu, tıpkı mor filler ve pembe kuşların yaşadıklarından şüphe duydukları gibi; fakat Holston onların şu önündeki manzaradan daha gerçek olduklarını düşünüyordu. Tıpkı başkaları gibi o da yeşile ve maviye bulanmış o eski sayfalara bakarken esaslı, derin bir şeyler hissediyordu. Buna rağmen boğucu silo ile karşılaştırıldığında dışarıdaki bulanık gri manzara bir tür kurtuluş, tam da insanların solumak için doğduğu açık hava gibi görünüyordu.

“Buradan her zaman biraz daha temiz görünür,” dedi Jahns. “Manzara yani.”

Holston sükûnetini korudu. Kıvır kıvır bir bulut parçasının kopup farklı bir yöne doğru sürüklenişini, siyah ve gri renklerinin dönerek birbirlerine karışmasını izledi.

“Akşam yemeği için istediğin şeyi seçebilirsin,” dedi Başkan. “Bu geleneksel– ”

“Bana bu işlerin nasıl yürüdüğünü anlatmana gerek yok,” dedi Holston, Jahns’ın sözünü keserek. “Burada Allison’a son yemeğini verdiğim günden bu yana yalnızca 3 yıl geçti.” Alışkanlıkla, eliyle parmağındaki bakır yüzüğünü döndürmeye yeltendi; onu saatler önce şifonyerin üzerinde bıraktığını unutmuştu.

“O kadar uzun zaman geçtiğine inanamıyorum,” diye mırıldandı Jahns kendi kendine. Holston ona doğru döndüğünde Jahns’ı gözlerini kısmış bir hâlde duvardaki bulutları seyrederken buldu.

“Onu özlüyor musun?” diye sordu Holston, kindar bir şekilde. “Yoksa sadece bu bulanıklığın ekranı kaplamak için bunca zaman kazanmış olması mı canını sıkıyor?”

Jahns’ın gözleri bir anlığına parladı, ardından bakışlarını zemine çevirdi. “Bunu yapmak istemediğimi biliyorsun, hem de hiçbir görüntü pahasına. Ama kural kuraldır”

“Suçlamış olmak için söylemiyorum,” dedi Holston, öfkesini yatıştırmaya çalışarak. “Kuralları buradaki çoğu kişiden daha iyi biliyorum.” Eli, hafifçe yerinde olmayan, tıpkı yüzüğü gibi geride bıraktığı rozetine gider gibi oldu. “Lanet olsun, hayatımın büyük bir bölümünde o kuralları bizzat uyguladım, hatta onların beş para etmez kurallar olduklarını fark ettiğim günden sonra bile.”

Jahns boğazını temizledi. “Pekâlâ, sana neden bu yolu seçtiğini sormayacağım. Sadece burada kalırsan daha mutsuz olacağını varsayacağım.”

Holston’ın bakışları Başkan’ınkilerle buluştu ve kadın gözlerini kırpıp kafasını çeviremeden önce oradaki ince sıvı tabakayı gördü. Jahns gülünç ve bol tulumunun içinde her zamankinden daha da zayıf görünüyordu. Boynundaki çizgiler ve gözlerinin ışıltısı anımsadığından daha derindi. Daha koyu. Ve sesindeki çatlama sahici bir pişmanlığın ürünüydü; yaşlılığın ya da payına düşen tütünün değil.

Holston ansızın kendisini Jahns’ın gözlerinden gördü; eski bir bankta oturan, ölü dünyanın solgun parıltısı tenini griye boyamış, yıkık bir adam. Bu görüntü gözlerinin kararmasına neden oldu. Başı dönerken tutunabileceği makul bir şey, bir anlam ifade eden herhangi bir şey arandı. Hayatının tosladığı bu çıkmaz sokak bir rüya gibiydi. Son üç yıldır hiçbir şey gerçek gibi görünmemişti zaten. Artık hiçbir şey gerçek görünmüyordu.

Yüzünü yeniden karanlık tepelere doğru çevirdi. Gözünün ucuyla bir başka pikselin parlak beyaza dönüşerek ölümüne şahit olduğunu sandı. Bir başka minik pencere daha aralanmıştı; giderek şüphelenmeye başladığı bir göz yanılmasının üzerinde bir başka net görüntü.

Yarın benim kurtuluşum olacak, diye düşündü Holston acımasızca, orada ölsem bile.

“Çok uzun süredir başkanlık yapıyorum,” dedi Jahns.

Holston kafasını çevirip arkasına baktığında Başkan’ın buruşuk ellerinin soğuk demir parmaklıklara dolandığını gördü.

“Arşivlerimiz başlangıç tarihine kadar uzanmıyor, biliyorsun. Bir buçuk asır önce yaşanan isyandan evvel neler yaşandığını bilemiyoruz, ancak o dönemden bu yana hiçbir başkan temizliğe benim kadar insan göndermek zorunda kalmadı.”

“Sana yük olduğum için üzgünüm,” dedi Holston duygusuzca.

“Bundan keyif almıyorum. Tek söyleyebileceğim bu. Hem de hiç.”

Holston eliyle devasa ekranı siler gibi yaptı. “Ama yarın gece günbatımını tertemiz bir şekilde izleyecek ilk kişi sen olacaksın, değil mi?” Kendi sesindeki imadan tiksindi. Holston ne ölümüne, ne yaşamına, ne de yarından sonra başına gelecek olan şeye kızgındı; ama Allison’ın akıbetine duyduğu öfke hâlâ geçmemişti. Geçmişteki kaçınılmaz olayları, üzerlerinden onca vakit geçmiş olmasına rağmen hâlen önlenebilir görmeye devam ediyordu. “Yarınki görüntüye hepiniz bayılacaksınız,” dedi, Başkan’dan çok kendisiyle konuşarak.

“Bu hiç adil değil,” dedi Jahns. “Kural kuraldır. Ve sen buna karşı geldin. Üstelik bunun da farkındaydın.”

Holston gözlerini zemine çevirdi. İkisi de aralarına bir sessizliğin çökmesine izin verdi. Sonunda sükûneti bozan Başkan Jahns oldu.

“Henüz bunu yapmayacağına dair hiçbir tehditte bulunmadın ama aralarından bazıları temizlemeyeceğini söylemediğin için bunu yapmayacağın konusunda endişeli.

Holston güldü. “Sensörleri temizlemeyeceğimi söyleseydim kendilerini daha mı iyi hissedeceklerdi?” Bu delice mantık karşısında başını iki yana salladı.

“Bugüne dek o bankta oturmuş herkes bu işi yapmayacağını söyledi,” dedi Jahns ona, “ama sonra yaptılar. Artık hepimiz bu sözleri bekler–”

“Allison hiçbir zaman yapmayacağım demedi,” diye hatırlattı Holston, ama Jahns’ın neyi kastettiğini biliyordu. Kendisi bile Allison’ın lensleri silmeyeceğinden çok emindi. Ve şimdi, aynı bankta otururken eşinin neler hissettiğini anladığını düşünüyordu. Temizlikten ziyade düşünülmesi gereken çok daha mühim konular vardı. Dışarıya gönderilenlerin çoğu bir şey yaparken yakalanmış, kendilerini o hücrede bulmaktan ve ecellerinin birkaç saat ötede olduğunu bilmekten dolayı şaşırmış kimselerdi. Temizliği yapmayacaklarını söylediklerinde kafalarında öç alma duygusu vardı. Ancak Allison’ın ve şimdi de Holston’ın kafasında daha büyük endişeler vardı. Temizliği yapıp yapmamaları önemsizdi; buraya bir buhran anında, kendi istekleri doğrultusunda gelmişlerdi, sadece burada olmak istemişlerdi. Ellerinde kalan tek şey olan bitenin tuhaflığıydı. Duvarekrana yansıtılmış dış dünyanın merakıydı.

“Yani yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?” diye sordu Jahns doğrudan, umutsuzluğu aşikârdı.

“Az önce kendin söyledin,” dedi Holston omuz silkerek. “Herkes yapıyor. Bunun bir nedeni olmalı, değil mi?”

Temizliği yapmalarının nedenini umursamıyormuş gibi davranmayı, ilgilenmiyormuş gibi görünmeyi denedi fakat hayatının büyük bir bölümünü, özellikle de son üç yılını bunun üzerine kafa patlatmakla geçirmişti. Bu soru onu deli ediyordu. Ve Jahns’ın sorusuna yanıt vermek istememesi karısını öldüren kişilere acı çektirecekse bundan memnuniyet duyardı.

Jahns huzursuz bir biçimde ellerini parmaklıkların üzerinde bir yukarı bir aşağı kaydırdı. “Onlara yapacağını söyleyebilir miyim?” diye sordu.

“Yapmayacağımı da söyleyebilirsin. Umurumda değil. Her iki cevap da onlar için aynı kapıya çıkacak gibi görünüyor.”

Jahns yanıt vermedi. Holston başını kaldırıp ona baktı ve Başkan başıyla onayladı.

“Yemek konusunda fikrini değiştirirsen Şerif Yardımcısı Marnes’a söylersin. Âdet olduğu üzere bütün gece masasının başında oturacak…”

Söylemesine gerek yoktu. Eski işinin bu kısmını anımsadığında gözyaşları Holston’ın gözlerine akın etti. Temizlik sırası on iki yıl önce Donna Parkins’e, sekiz yıl önce Jack Brent’e geldiğinde o masada nöbet tutan oydu. Ve üç yıl önce, karısının sırası geldiğinde geceyi parmaklıklara yapışarak ve tam bir harabe gibi yerde yatarak geçirmişti.

Başkan Jahns gitmek üzere arkasını döndü.

“Şerif,” diye mırıldandı Holston, kadın işitme menzilinin dışına çıkmadan önce.

“Anlamadım?” dedi Jahns parmaklıkların diğer tarafında bir an duraksayıp; gri ve gür kaşları gözlerinin üstünde gerginleşti bir müddet.

“O artık Şerif Marnes,” diye hatırlattı Holston. “Şerif Yardımcısı değil.”

Jahns demir parmaklıklara elinin tersiyle hafif hafif vurdu. “Bir şeyler ye,” dedi. “Ben de sana biraz uyuman gerektiğini hatırlatacak kadar küstahlaşmayayım.”

3
Üç yıl önce

Şaka ediyor olmalısın,” dedi Allison. “Tatlım, şunu bir dinle. İnanmayacaksın. Bugüne dek birden çok isyan yaşandığını biliyor muydun?”

Holston dizinin üzerinde duran dosyadan başını kaldırıp baktı. Etrafına saçılmış kâğıt yığınları yatağı bir yorgan gibi kaplamıştı, ayıklanacak deste deste eski dosya ve icabına bakılacak yeni şikâyet mektuplarıydı bunlar. Allison yatağın ayak ucundaki ufak masasında oturuyordu. İkisi onlarca yıldır yalnızca iki defa bölünmüş bir silo dairesinde yaşıyorlardı. Bu da masa ve ranza harici geniş yataklar gibi artık lüks olarak görülen eşyaları kullanmalarına fırsat tanımıştı.

“Nereden bilebilirim ki?” diye sordu Holston. Eşi yüzünü ona döndü ve kulağının arkasına bir tutam saç kıstırdı. Holston elindeki dosyayla kadının bilgisayar ekranını işaret etti. “Gün boyunca yüzlerce yıllık gizemleri çözen sensin ve benden de bütün bunları senden önce bilmemi mi bekliyorsun?”

Allison dil çıkardı. “Lafın gelişi öyle söyledim. Bu, öğrendiklerimi seninle paylaşım şeklim. Sen de biraz daha meraklı olamaz mısın? Söylediğim şeyi duydun mu?”

Holston omuz silkti. “Bizim bildiğimiz isyanın ilk olduğunu hiçbir zaman düşünmemişimdir zaten. Sadece en son yaşanan o, hepsi bu. Eğer bu zamana kadar işimden öğrendiğim bir şey varsa o da hiçbir suçun ya da kafayı sıyırmış çetenin sanıldığı kadar orijinal olmadığıdır.” Dizinin üstünde duran dosyalardan birini aldı. “Şu adamın silonun bugüne kadar gördüğü ilk su hırsızı olduğunu mu sanıyorsun? Ya da sonuncusu mu olacak dersin?”

Yüzünü ona dönmek için hareketlendiğinde Allison’ın sandalyesi döşemelerin üzerinde ciyakladı. Arkasındaki masanın üstünde duran monitör, silonun eski sunucularından kurtarabildiği veri kırıntıları ve parçacıklarıyla ışıldadı; bilgi mirasları bundan uzun süre önce sayısız kereler silinmiş ve üzerlerine yenileri yazılmıştı. Holston bu veri kurtarma sürecinin nasıl işlediğini bilen ya da bu verileri kurtarmayı becerebilecek zekâya sahip birinin onu sevecek kadar aptal olmasını hâlâ anlamıyordu, ama her ikisinin de doğru şeyler olduğuna inanıyordu.

“Eski bir rapor dizisini yeniden bir araya getiriyorum,” dedi Allison. “Eğer yazılanlar doğruysa isyanlar düzenli olarak yaşanmış demektir. Yaklaşık her nesilde bir isyan gibi.”

“Geçmiş hakkında bilmediğimiz çok fazla şey var,” dedi Holston. Gözlerini ovuşturup henüz tamamlayamadığı evrak işlerini düşündü. “Belki de sensörleri temizlemek için bir sistemleri yoktu, ne dersin? İddiasına varım ki en üst katların manzarası insanlar çıldırana dek gün geçtikçe bulanıklaşmıştır, bir ayaklanma falan olmuştur, sonunda da aralarından bazılarını işleri yoluna koymak üzere sürgüne göndermeye başlamışlardır. Ya da muhtemelen doğal nüfus denetimlerini bu şekilde yapıyorlardı, biliyorsun işte, çekiliş sisteminden önce.”

Allison başını iki yana salladı. “Sanmam. Şeyi düşünmeye başladım…” Duraksadı ve bakışlarını Holston’ın etrafına saçılmış evraklara kaydırdı. Önüne serili bu çiğnenmiş kuralların kayıtları sanki sözcüklerini daha dikkatli seçmesini tavsiye eder gibiydi. “Ben bir yargıda bulunmuyorum; kimin haklı, kimin haksız olduğunu ya da buna benzer bir şey de söylemiyorum. Sadece diyorum ki belki de sunucular isyan esnasında asiler tarafından yok edilmemiştir. En azından bize her zaman anlatıldığı gibi olmayabilir.”

Bu Holston’ın ilgisini cezbetti. Boş sunucuların gizemi ve silonun atalarının silinmiş geçmişi hiç kimsenin aklından çıkmıyordu. Bu siliniş hikâyesi, detayları çok da bilinmeyen bir efsaneydi. Üzerinde çalıştığı dosyayı kapatıp bir kenara koydu. “Sence buna ne sebep olmuştur?” diye sordu eşine. “Bir kaza olabilir mi? Bir yangından ya da bir elektrik kesintisinden mesela?” Dillere pelesenk olmuş senaryoları tek tek saydı.

Allison kaşlarını çattı. “Hayır,” dedi. Sesini alçaltıp etrafına endişeli bir bakış attı. “Bence hard-diskleri biz boşalttık. Yani atalarımız boşalttı, asiler değil.” Arkasını döndü ve monitöre doğru eğildi, ardından Holston’ın yataktan net olarak seçemediği birtakım sayıların üzerinde parmağını gezdirdi. “Yirmi yıl,” dedi Allison. “On sekiz. Yirmi dört.” Parmağı tiz bir ses çıkararak ekranın aşağı kısımlarına kaydı. “Yirmi sekiz. On altı. On beş.”

Holston çalışma masasına gidebilmek için ayaklarının etrafındaki kâğıtları itip evrakları yeniden üst üste yığarak kendisine yol açtı. Yatağın ayak ucuna oturdu, elini eşinin boynuna koydu ve kadının omzunun üstünden monitöre baktı.

“Bunlar tarih mi?” diye sordu.

Allison başıyla onayladı. “Neredeyse her yirmi yılda bir büyük çaplı ayaklanma var. Bu raporda onları listelemişler. Bu, son isyanda silinen dosyalardan biriydi. Bizim isyanımızda.”

‘Biz’ derken sanki ikisinden ya da arkadaşlarından biri o isyan sırasında hayattaymış gibi konuşmuştu. Gerçi Holston neyi kastettiğini anlamıştı. Gölgesinde büyümek zorunda kaldıkları, onları doğurduğuna inanılan isyandı bu; çocukluklarının, ebeveynlerinin ve büyük ebeveynlerinin hayatları boyunca etkisinde kaldıkları büyük çatışmaydı. Hakkında fısıltılarla konuşulan ve yan yan bakışmalara neden olan isyan.

“Peki bunu yapanların bizler olduğunu, yani sunuculardaki verileri temizleyenlerin iyi adamlar olduğunu sana düşündüren nedir?”

Allison yarı yarıya döndü ve yüzünü acı bir gülüş kapladı. “İyi adamlar olduğumuzu da kim söylemiş?”

Holston ciddileşti. Elini Allison’ın boynundan çekti. “Yine başlama. Sakın başını belaya–”

“Şaka yapıyorum,” dedi Allison, ama bu şaka yapılacak bir konu değildi. İhanet suçuna ramak kalmıştı, yani temizliğe. “Bak, benim teorim şöyle,” dedi hızlıca, teori sözcüğünü vurgulayarak. “Nesiller boyunca süren bir çalkantı var, doğru mu? Yani yüz yıldan fazla süredir, hatta belki de daha uzun bir zaman boyunca. Kurmalı bir saat gibi işliyor.” Parmağının ucuyla tarihleri gösterdi. “Ama sonra büyük isyan, yani şu ana dek hakkında bir şeyler bildiğimiz tek ayaklanma sırasında birileri sunuculardaki verileri sildi ve seni temin ederim ki bu iş birkaç tuşa basmakla ya da bir yangın çıkarmakla olacak iş değil. Bunun için yapılması gereken bir yığın şey var. Koordine bir çalışma yapılması gerekir; yani bu bir kazayla, ayaküstü iki tıkla ya da yalnızca sabotajla açıklanabilecek bir durum değil, ama–”

“Ama bu sana işin sorumlusunun kim olduğunu söylemiyor,” dedi Holston. Hiç şüphe yok ki eşi bilgisayar konusunda mahir bir büyücüydü; ancak hafiyelik onun değil, kendisinin işiydi.

“Bana söylediği şey şu,” diye devam etti Allison, “tarihimiz boyunca her nesilde bir isyan olmuş fakat o zamandan bu yana hiç olmamış.” Devam etmemek için dudağını ısırdı.

Holston oturduğu yerde dikleşti. Odaya göz gezdirdi ve bakışlarının tüm odanın moleküllerine nüfuz etmesine izin verdi. Bir anda gözünde, eşinin onun elinden delil çantasını kapıp ipuçlarını bir araya getirdiği canlandı.

“Yani diyorsun ki…” Çenesini kaşıdı ve bunu derinlemesine düşündü. “Yani diyorsun ki birileri bir kez daha tekerrür ettirmeyelim diye tarihimizi elimizden alıp silmiş, öyle mi?”

“Ya da daha beteri.” Allison ellerini uzatıp kocasınınkileri tuttu. Yüzündeki ciddiyet daha da derinleşmişti. “Ya insanların isyan nedenleri burada, bu hard-disklerde saklıysa? Ya bizim tarihimizin belirli bir dönemi veya dışarısı hakkında bazı bilgiler ya da uzun zaman evvel insanların buraya göç etmelerine, yuvalarını arkalarında bırakıp bir hapis hayatı yaşamalarına sebep olan neden bu kutularda gizliyse? Ya bu bilgi insanların fıttırmasına, keçileri kaçırmasına ya da dışarı çıkmak istemesine neden olan bir baskı yaratıyorsa?”

Holston başını iki yana salladı. “Böyle düşünmeni istemiyorum,” diye uyardı Allison’ı.

“Kafayı sıyırmakta haklı olduklarını söylemiyorum,” dedi Allison, ihtiyatlı konuşma tarzına geri dönüş yaparak. “Ama bugüne kadar bir araya getirdiğim parçalara göre benim teorim böyle.”

Holston monitöre şüpheci bir bakış attı. “Belki de bu işi yapmamalısın,” dedi. “Bunu nasıl yaptığından bile emin değilim, belki de yapmamalısın.”

“Hayatım, bilgi orada duruyor. Onları ben açığa çıkarmasam bile günün birinde başka birileri bunu yapacak. Hakikatten sonsuza dek kaçamayız.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Silinmiş ya da üzerine yazılmış dosyaları geri kurtarma konusunda bir rapor yayınladım bile. IT departmanının diğer çalışanları, bu raporu ihtiyaç duydukları dosyaları yanlışlıkla silen insanlara yardım etmek için dağıtıyorlar.”

“Yine de bu işi bırakman gerektiğini düşünüyorum.” dedi. “Bu iyi bir fikir değil. Bunun bir işe yarayacağını sanmı–”

“Hakikatler bir işe yaramaz mı? Hakikati bilmek her zaman iyidir. Ve onun gizemini başkalarının yerine bizim aralamamız daha iyi, değil mi?”

Holston evraklarına baktı. Temizliğe gönderilen son kişinin üzerinden beş yıl geçmişti. Dışarının görüntüsü her geçen gün kötüye gidiyordu ve bir şerif olarak başka birini bulma gerekliliğinin baskısını omuzlarında hissediyordu. Bu baskı, sanki silonun içinde bir buhar birikmeye başlamış gibi gün geçtikçe artıyordu ve her an dışarı salınmaya hazırdı. İnsanlar vaktin yaklaştığını düşündüklerinde geriliyorlardı. O bilindik, kendi kendini gerçekleştiren kehanetlerden biri gibiydi bu. Kehanet, sonunda birilerini gere gere bardağı taşırır, o kişi de gider birisine sertçe ya da saygısızca bir şeyler söyler, ardından kendini bulanık gün batımını nezarethanede son kez izlerken bulurdu.

Holston içlerinden birinde bir şeyler olmasını umut ederek etrafındaki dosyalardan birkaçını ayırdı. Eğer o biriken basıncı salmasını sağlayacaksa hemen yarın bir adamı ölüme mahkûm edebilirdi. Allison fazla şişirilmiş, kocaman bir balonu iğneyle dürtmekteydi ve Holston eşi fazla dürtüklemeden önce o balonun havasını söndürmeye niyetliydi.


[1] Bitkilerin suyun içinde yer alan mineraller vasıtasıyla yetiştirildiği, topraksız ve gübresiz bir bahçe türü – yhn.


Çeviri, M. RASİM EMİROSMANOĞLU, GÖKHAN SARI
Yayına Hazırlayan, M. İHSAN TATARİ