Zoe’nin Öyküsü | Ön Okuma

Zoe'nin Öyküsü

Durun size o zümrüt filden bahsedeyim.

Annemin adı —biyolojik annemin adı— Cheryl Boutin’di. Ben beş yaşındayken öldü; bir dostuyla beraber doğa yürüyüşü yaparken yüksekten düştü. Hakkındaki anılarım tam da bekleyeceğiniz türden: beş yaşındaki bir zihne ait, az sayıdaki kıymetli resim ve videoyla desteklenen bulanık parçalar. Daha küçük olduğum yıllarda da şimdikinden iyi değillerdi. İnsanın annesini kaybetmesi ve onu gerçekten olduğu gibi hatırlamayı umması için beş hiç de iyi bir yaş değildir.

Ondan kalan bir şey, bana dördüncü doğum günümde verdiği fil, Babar’ın pelüş bir versiyonuydu. O gün hastaydım ve bütün gün yatakta kalmam gerekiyordu. Bunun beni mutlu etmediğini herkese duyurmuştum, çünkü ben dört yaşındayken o tür bir çocuktum. Annem beni Babar oyuncağıyla şaşırtmıştı ve sonrasında sarılıp yatmıştık. Ben kucağında sızıp kalana dek bana Babar masalları okumuştu. Şimdi bile onunla ilgili en güçlü anım budur; nasıl göründüğünden ziyade alçak, sıcak ses tonu ve o başımı okşarken, benim de içim geçerken üstüne yattığım karnının yumuşaklığı. Annemden kaynaklanan duygularla ondan gelen sevgi ve huzur hissiyatı.

Onu özlüyorum. Hâlâ. Şu an bile.

Annem öldükten sonra Babar’sız hiçbir yere gidemez oldum. O annemle, artık sahip olmadığım sevgi ve huzurla aramdaki bağdı. Babar’dan ayrı düşmek benim için annemden arta kalanlardan ayrı düşmek gibiydi. Henüz beş yaşındaydım. Kaybımla o şekilde başa çıkıyordum. Sanırım öyle yapmak beni içime kapanmaktan alıkoyuyordu. Dedim ya, annenizi kaybetmeniz için beş hiç de iyi bir yaş değildir; ama dikkat etmezseniz kendinizi kaybetmeniz için iyi bir yaş olabilir.

Annemin cenazesinden kısa süre sonra, doğmuş olduğum Anka’dan babamla beraber ayrıldık ve Omagh adlı bir gezegenin yörüngesindeki uzay istasyonu Covell’a taşındık. Babam orada araştırmalar yapardı. Bazen de iş gezilerine çıkarak Covell’dan ayrılması gerekirdi. O zamanlarda arkadaşım Kay Greene ve ebeveynlerinin yanında kalırdım. Babam yine bir iş gezisine çıkacağı sırada geç kalıyordu ve eşyalarımın arasına Babar’ı koymayı unuttu. Bunu fark ettiğim zaman (uzun da sürmedi) ağlamaya ve paniklemeye başladım. Babam beni yatıştırmak amacıyla —tabii beni sevdiği için de— gezisinden dönerken bana bir Celeste bebeği getireceğine söz verdi. O zamana kadar da cesur olmamı istedi. Olacağımı söyledim, beni öptü ve Kay’le oynamaya gönderdi. Ben de oynadım.

O yokken saldırıya uğradık. Babamı ancak çok sonra yeniden görebildim. Sözünü unutmamıştı ve bana bir Celeste verdi. Onu gördüğüm zaman ilk yaptığı bu oldu.

Getirdiği bebek hâlâ bende. Ama Babarım yok.

Zamanla bir yetim olup çıktım. Sonra John ve Jane tarafından evlat edinildim. Onlara ‘anne’ ve ‘baba’ diyor, fakat Charles ve Cheryl Boutin için sakladığım ‘annem’ ve ‘babam’ sözcüklerini kullanmıyorum. John ile Jane bu tercihimi yeterince anlıyorlar. Arada ayrım yapmamı da dert etmiyorlar.

Hep beraber Huckleberry’ye taşınmadan hemen önce Jane ve ben Anka Şehri’ndeki, yani Anka’nın başkentindeki bir alışveriş merkezine uğradık. Dondurma almaya gittiğimiz sırada Jane’le saklambaç oynamak için bir oyuncak dükkanına daldım. Her şey yolundaydı; ta ki ben içinde pelüş oyuncaklar olan bir bölüme girene ve Babar’la yüz yüze gelene kadar. O elbette benim Babarım değildi. Fakat tek yapabildiğim öylece kalakalıp aval aval bakmak olacak kadar ona benziyordu.

Jane bana arkadan yaklaştığı için yüzümü göremedi. “Bak,” dedi. “Babar. Celeste bebeğinle oynayasın diye bir tane ister misin?” Uzanıp oyuncak bidonundan bir Babar aldı.

Çığlık atarak onun eline vurdum ve oyuncağı düşürttüm, sonra da koşarak oyuncakçıdan çıktım. Jane bana yetişti ve ben hıçkıra hıçkıra ağlarken beni omzuna bastırarak saçımı okşadı; tıpkı annemin doğum günümde bana Babar masalları okurken yaptığı gibi. Göz pınarlarım kuruyana kadar ağladım, o iş bitince de ona annemin bana verdiği Babar’dan bahsettim.

Jane niçin başka bir Babar istemediğimi anladı. Yeni bir tane edinmem yakışık almazdı. Annemin anılarının üstünü örtmek, başka bir Babar onun bana verdiğinin yerini alabilecekmiş gibi davranmak doğru olmazdı. Mesele oyuncak değildi. Oyuncağın neleri simgelediğiydi.

Babar’dan veya az önce olanlardan John’a bahsetmemesini istedim. Yeni annemin gözü önünde kendimi kaybetmem zaten huzurumu kaçırmıştı. Yeni babamı da bu işe karıştırmak istemiyordum. Jane söylemeyeceğine söz verdi. Sonra bana sarıldı ve dondurma almaya gittik. Koca bir kase dolusu muzlu dondurmayı bitireyim derken neredeyse kusacaktım, ki benim sekiz yaşındaki zihnim için bu iyi bir şeydi. Sonuçta her açıdan olaylı bir gün geçirdik.

Bir hafta sonra Jane’le beraber KSGG1 Amerigo Vespucci’nin gözlem güvertesinde durmuş, o sırada ömrümüzün sonuna kadar yaşayacağımızı zannettiğimiz Huckleberry adlı mavi ve yeşil gezegene tepeden bakıyorduk. John bazı son dakika işlerini halletmek üzere yanımızdan ayrılmıştı. O geldiği zaman mekikle Missouri Şehri’ne inecek, oradan da yeni evimiz olan Yeni Goa’ya geçecektik. Jane ve ben el ele tutuşarak gezegen yüzeyindeki yer şekillerini birbirimize gösteriyor ve sabit yörüngeden Missouri Şehri’ni görmeye çalışıyorduk. Göremedik, ama iyi tahminlerde bulunduk.

“Sana bir hediyem var,” dedi Jane, birlikte Missouri Şehri’nin nerede olduğuna —ya da en azından olması gerektiğine— karar verdikten sonra. “Huckleberry’ye inmeden önce sana vermek istediğim bir şey.”

“Umarım bir yavru köpektir,” dedim. Son birkaç haftadır o yönde imalarda bulunuyordum.

Jane güldü. “Yavru köpek falan yok!” dedi. “En azından evimize yerleşene kadar. Tamam mı?”

“Ah, pekala,” dedim hayal kırıklığına uğrayarak.

“Hayır, hediyem bu,” dedi Jane. Cebine uzanıp ucunda soluk yeşil bir şeyin olduğu gümüş bir zincir çıkardı.

Zinciri tutup kolyeye baktım. “Bir fil bu,” dedim.

“Öyle,” dedi Jane. Yüz yüze gelelim diye yere diz çöktü. “Bunu ayrılmadan hemen önce Anka’da satın aldım. Bir dükkanda görünce aklıma sen geldin.”

“Babar sebebiyle,” dedim.

“Evet,” dedi Jane. “Ama başka sebeplerden de. Huckleberry’de yaşayan çoğu kimse Dünya’daki Hindistan adlı bir gezegenden gelir ve bunların çoğu Hinduizm denen bir dine mensuptur. Hinduların Ganesh diye fil kafalı bir tanrıları vardır. Ganesh onların zeka tanrısıdır ve bence sen epey zekisin. O başlangıçların da tanrısıdır ve bu böyle bir durum için epey anlamlı.”

“Çünkü burada yeni bir hayata başlıyoruz,” dedim.

“Evet,” dedi Jane. Kolyeyi elimden aldı ve gümüş zinciri boynuma geçirip uçlarını arkadan birbirine tutturdu. “Ayrıca ‘bir fil asla unutmaz’ diye bir söz vardır. Hiç duymuş muydun?” Başımı salladım. “John ve ben senin ebeveynlerin olmaktan gurur duyuyoruz Zoë. Artık hayatımızın bir parçası olmandan mutluyuz ve sen o hayatı bizim için daha anlamlı kılacaksın. Ama ikimiz de senden anneni ve babanı unutmanı istemiyoruz.”

Biraz geri çekildi, daha sonra kolyeye nazikçe dokundu. “Bu seni ne kadar çok sevdiğimizi sana hatırlatmak için var,” dedi Jane. “Ama umarım sana annenin ve babanın da seni ne kadar sevdiğini hatırlatır. Sen iki çift ebeveyn tarafından sevildin Zoë. Artık bizimle berabersin diye ilkini unutma.”

“Unutmam,” dedim. “Söz.”

“Sana bunu vermemin son sebebi de bir geleneği sürdürmek,” dedi Jane. “Hem annen hem de baban sana bir fil verdiler. Ben de bir tane vermek istedim. Umarım hoşuna gider.”

“Bayıldım,” dedim ve kendimi Jane’in üstüne attım. Beni yakalayıp kucakladı. Bir süre sarıldık ve biraz da ağladım. Çünkü sekiz yaşındaydım ve öyle davranmak hakkımdı.

Sonunda kendimi Jane’den ayırdım ve yeniden kolyeye baktım. “Bu neyden yapılmış?” diye sordum.

“Zümrütten,” dedi Jane.

“Peki onun bir anlamı var mı?” diye sordum.

“Şey,” dedi Jane, “herhalde zümrüdün gözüme hoş gözüktüğü anlamına geliyor.”

“Babam da bana bir fil aldı mı?” diye sordum. Sekiz yaşındaki çocuklar pek arsız olurlar.

“Bilmiyorum,” dedi Jane. “İstemiyorsun diye onunla bu konuda konuşmuş değilim. Fillerden haberi olduğunu sanmıyorum.”

“Belki kendiliğinden anlar,” dedim.

“Belki,” dedi Jane. Doğrulup yeniden elimi tuttu ve bir kez daha Huckleberry’yi seyrettik.

Huckleberry’ye taşınmamızdan yaklaşık bir buçuk hafta sonra babam ellerinde küçük ve kıpır kıpır bir şeyle kapıdan girdi.

Hayır, o bir fil değildi. Kafanızı kullanın dostlar. Getirdiği şey bir yavru köpekti.

Neşeyle cıyakladım —hatırlasanıza, o sırada sekiz yaşında olduğum için öyle yapmak hakkımdı—ve John onu bana verdi. Yavru hemen yüzümü yalamaya çalıştı.

“Aftab Chengelpet’in köpeğinin yavruları daha yeni sütten kesilmiş. O da içlerinden birini bizim alabileceğimizi düşünmüş,” dedi babam. “Tabii istersen. Ama bu tür bir yaratık için heveslendiğini hiç hatırlamıyorum. Yani geri verebiliriz de.”

“Sakın ha,” dedim, köpeğin yalamaları arasında.

“Pekala,” dedi babam. “Köpeğin sorumluluğunun sende olduğunu unutma. Onu besleyecek, çalıştıracak ve arkasını temizleyeceksin.”

“Peki,” dedim.

“Ve onu kısırlaştırıp üniversite harcını ödeyeceksin,” dedi babam.

“Ne?” dedim.

“John,” dedi annem, kitap okumakta olduğu koltuktan.

“Son ikisini boş ver,” dedi babam. “Ama ona bir isim koyacaksın.”

Yavruya iyice bakabilmek için onu bir kol boyu uzakta tuttum; o mesafeden de yüzümü yalamaya çalıştı ve kuyruğunun ivmesiyle hareket ettikçe ellerimin arasında sağa sola sallandı. “Güzel köpek isimleri nelerdir?” diye sordum.

“Spot. Rex. Fido. Champ,” dedi babam. “En azından bunlar klişe olanlar. İnsanlar genellikle daha akılda kalıcı bir şey seçerler. Çocukken babamın Ayakkabı Belası Shiva dediği bir köpeğim vardı. Ama bu eski Hindulardan oluşan bir toplulukta uygun kaçmayabilir. Belki de başka bir şey seçmelisin.” Fil kolyemi işaret etti. “Bugünlerde fillere meraklı olduğunu görüyorum. Nasılsa bir Celeste bebeğin var. Köpeğine niçin Babar demiyorsun?”

Babamın arkasından Jane’in başını kitabından kaldırarak bana baktığını fark ettim. Oyuncakçıda neler olduğunu hatırlıyor, nasıl bir tepki vereceğimi görmeyi bekliyordu.

Kahkahalara boğuldum.

“Bu galiba evet demek oluyor,” dedi babam bir dakika sonra.

“Hoşuma gitti,” dedim. Yeni köpeğime sarıldım, sonra onu tekrar kendimden uzaklaştırdım.

“Merhaba Babar,” dedim.

Babar mutlu bir sesle havladı ve gömleğime bir güzel işedi.

Zümrüt filin hikâyesi işte böyle.

1 Koloni Savunma Güçleri Gemisi. (Ç.N.)


Çeviri: Cihan Karamancı
Editör: Ozancan Demirışık