The Name of the Wind | İnceleme

name of the wind inceleme

The Name of the Wind’in kapağını açmadan ve tek kelime dahi okumadan önce kitaptan çok büyük beklentilerim vardı. Yüzüklerin Efendisi’nin başarısını geçecek ve türe yeniden tanımlayacak bir eser olmalıydı bu. Patrick Rothfuss, ilk fantastik eseri olmasına rağmen şimdiden bu türün ustası olarak ilan edilmişti.

Serinin ilk kitabı olan The Name of the Wind tam 772 sayfa ve üç kitap kalınlığında. Kitaptaki olaylar birinci şahıs ağzından, yani kitabın başkahramanı Kvothe tarafından anlatılıyor. Eğer böyle yazılan kitaplara alışık değilseniz uyarımızı dikkate almanızda fayda var. Bununla birlikte Rothfuss’un bu anlatım tarzını oldukça maharetle kullandığını da söylememiz gerekir.

Kitaptaki olaylar tamamen düz ilerliyor. Bu yüzden George R.R. Martin’in hikâyelerindeki gibi farklı bakış açılarını, Yüzüklerin Efendisi’ndeki gibi üçe bölünen bir macerayı ya da bazı eserlerdeki gibi flashback bölümleri The Name of the Wind’de göremiyoruz. Zaten kitabın bu kadar kalın olmasının sebebi de bu. Rothfuss sadece bir karakterin bakış açısını kullanmış, düz bir anlatım benimsemiş ve olayları başarabildiği derecede ilginç tutmaya gayret etmiş.

Ve olayları ilginç tutmak, Rothfuss’un en iyi yaptığı şey. Olayların hızı bu kalınlıktaki diğer eserlere göre çok daha süratli. Rothfuss, kitabın sayfalarının dönmesini sağladığı gibi oldukça detaylı ve açıklayıcı bir üslupla yazmış. Kırsal bölgelerden şehirlere, oradan da Kvothe’un er ya da geç gideceği Üniversite’ye kadar pek çok mekân var elimizde. Rothfuss’un üslubunun en iyi olduğu kısım ise kuşkusuz karakter tasvirleri. Örneğin Kvothe’un ailesi çok iyi tasarlanmış. Âşık olduğu kişiler ve üniversitedeki profesörler de öyle. Hatta kötü adamlar bile bu detaycılıktan nasibini almış:

“Ses, diğerlerinden ayrı bir yerde, ateşin köşesinde oturan, gölgelere gizlenmiş bir adamdan geldi. Gökyüzü hâlâ parlak güneş ışığı ile dolu olmasına ve adamla ateş arasında hiçbir şey duramamasına rağmen gölgeler kalın bir yağ tabakası gibi adamın etrafını sarmıştı. Ateş çıtırdadı ve dans etti, canlı ve ılıkça, gökyüzüyle karıştı fakat titrek ışığı adama yaklaşamadı. Adamın kafasının etrafındaki gölge daha da yoğundu. Rahiplerin giydiklerine benzer bir kukuleta görür gibi oldum ama arkasındaki gölgeler çok derin olduğundan bu uğraşım gece yarısı bir kuyunun içine bakmaya-benziyordu.”

Karakter tasarımlarının son derece başarılı olması, büyük ihtimalle Patrick’in gerçek hayatta karşılaştığı kişileri kaleme almış olmasından kaynaklanıyor. Bu da biraz endişe verici. Aileler, ilk aşk, öğretmenler; her biri hepimizin çok samimi olarak ilişki kurduğumuz bireyler ve hayali bir esere aktarılmaları kolay bir hareket. Hikâye farklı yönlere kaydığında, diğer karakterlerin düşüncelerine girmesi gerektiğinde ya da kolayca tanımlanamayacak karakterlerle çalışırken Rothfuss’un neler başarabileceğini görmek ilginç olacak. Bunun haricinde The Name of the Wind’deki karakter tasarımları oldukça başarılı.

Diyaloglar ise ortalama seviyede. Çok fazla göze çarpan ya da akılda kalıcı bir konuşmaya rastlayamıyoruz. Her büyük eser ya da çalışmada olduğu gibi The Name of the Wind’de de hayat hakkında pek çok fikir ve yorumla karşılaşıyoruz. Şüphesiz bu tarz eserler sadece iyi vakit geçirmenizi sağlamakla kalmıyor, daha sonra gerçek hayatta da kullanabileceğiniz bir şeyler katıyor insana. Birkaç örnek vermek gerekirse:

“‘Bütün dili tamamen öğrendin mi?’

‘Hayır. Elbette öğrenmedim,’ dedi Kvothe ters ters. ‘Sadece bir kısmını. Geniş bir kısmı olduğu kesin fakat her şeyi tamamen öğrenebileceğimizi sanmıyorum. Buna diller de dâhil.’”

Bir başka örnek:

“Yaz mevsiminin sonuna doğru, mutlu cehaletimi üzerimden silkip atmama neden olan bir sohbete yanlışlıkla kulak misafiri oldum. Çocukken gelecek hakkında nadiren düşünürüz. Bu masumiyet kendimizi eğlendirmemiz için bizi özgür bırakır. Yani çok az yetişkinin yapabildiği gibi… Geleceğimiz hakkında endişelendiğimiz gün çocukluğumuzu geride bırakırız.”

Bir tane daha:

“Problemin ne olduğunu bir kez bildiğim an, o sadece bir problemdir. Korkacak bir şey değil…”

Ve en sevdiğim:

“Babam ve annem birlikte dans ettiler; annemin başı babamın göğsündeydi. Her ikisinin de gözleri kapalıydı. Kusursuz bir biçimde mutlu görünüyorlardı. Eğer öyle birini bulursanız, sarılıp tüm dünyaya gözlerinizi kapatabileceğiniz birini, o hâlde şanslısınızdır. Günde sadece bir dakika sürecek olsa bile… Bunca yıl sonra bile zihnimde aşkı resmetmeye çalıştığım zaman ailemin müzikle kibarca salınan o halini görürüm.”

Kitap aynı zamanda müziğe de oldukça kıymet veriyor: Bir insanın kanına nasıl girdiğini ve onları yakıp kül ettiğini; yaşamını yollarda sürdüren bir müzisyenin hayatının ayrıntılarını; ilk gösterisini yapan birinin tüm tavırlarını. Elbette bunları size burada anlatıp tadınızı kaçıracak değiliz. Fakat bazıları gerçekten de komik olabiliyor:

“Bir şair, şarkı söylemeyen müzisyendir. Kelimeleri insanların kalbine dokunmadan önce beyinlerine ulaşmalıdır ve bazılarının beyni acınacak kadar küçük birer hedeftir. Müzik ise doğrudan insanın kalbine işler. Dinleyenin beyni ne kadar küçük ya da inatçı olursa olsun…”

Sonuç olarak Patrick Rothfuss’un The Name of the Wind kitabı tam da beklendiği gibi. Müziksel ve duygusal bakımdan benimle iletişim kurmada bir adım önde. Kitabı kapatırken kendimi bu eserin üniversite yıllarımda elime geçmesini isterken buldum. Muhtemelen bakış açımı büsbütün değiştirirdi ve ben de okumanın ve öğrenmenin getirdiği tecrübeye daha büyük bir hürmet ve saygı duyardım. Tek bir öğrencinin tek bir öğretmenle ilişkisini anlatan “The Sword in the Stone”dan Name of the Wind’e, tek bir öğrencinin öğrenmeye duyduğu müthiş tutku ve arzuyu anlatan bir kitaba geçiş yapmak ilginçti. Bir sonraki kitabı okuyacağımı söylememe gerek bile yok. Kvothe’un geçmişi günümüze yetiştiğinde neler olacak sabırsızlıkla bekliyorum.

Bu inceleme Şubat 2009 tarihinde fantasybooknews.com admini Jeff tarafından yapılmıştır.

Bir önceki sayfaya dönmek için tıklayınız…