Mümkün Olanın Sınırları – Bölüm 1

mumkun olanin sinirlari bolum i

“Size söylüyorum, oradan çıkacağı yok!’’ diye ilan etti yüzü sivilceli adam. Durumu nihayetine kavuşturmuşçasına başını sallıyordu. “İçeri gireli bir saatten fazla oldu. İşi bitmiştir.”

Kasaba halkı, harabe yığınının arasında bir araya gelmiş, tünelin girişi olan açık karanlık deliği sükûnetle izliyordu. Sarı önlük giyen şişman bir adam ağırlığını bir ayağından öbürüne verdi ve boğazını temizleyip kırışmış kasketini başından çıkardı. “Biraz daha beklemek zorundayız,” dedi seyrek kaşlarındaki teri silerek.

“Niye bekliyoruz?” diye söylendi sivilceli. “Bu mağaralarda bir Basilikos gizleniyor yoksa unuttun mu, kaymakam? Oraya kim girerse sonu gelmiş demektir. Orada şimdiye kadar kaç kişinin öldüğünü hatırlamıyor musun? Neyi bekliyoruz?”

“Anlaşma buydu değil mi?” diye mırıldandı şişman adam kendinden emin olamayarak.

“O anlaşmayı yaşayan bir adamla yapmıştın,” dedi sivilcelinin arkadaşı, üstünde deriden kasap önlüğü olan dev biriydi. “O şimdi öldü, gökte parlayan güneş kadar açık bu. Başından beri, aynı ondan öncekiler gibi ölümüne doğru yürüdüğü belliydi. Yanına bir ayna dahi almadı, sadece bir kılıç… Herkes bir Basilikos öldürmek için aynaya ihtiyaç olduğunu bilir.”

“En azından paramız bize kaldı,” diye ekledi sivilceli. “Basilikos’u öldürmesi için para ödenecek kimse kalmadı. Sen eve gitsen de olur. Büyücünün atının ve eşyalarının. boşa gitmeleri yazık olurdu.”

“Evet,” dedi kasap. “Gayet güzel ihtiyar bir kısrak bu ve eyer çantaları da doluymuş. Hadi bir bakalım.”

“Ne yapıyorsunuz?”

“Kes sesini kaymakam. Eğer suratına yumruk yemeyi istemiyorsan işimize karışma,” diye tehdit etti sivilceli adam.

“Güzel ihtiyar bir kısrak,” diye tekrarladı kasap.

“Atı bırak, hayatım.”

Kasap, toplanmış kalabalığın hemen arkasındaki yıkılmış duvarın yanında ansızın beliren yabancıya doğru yavaşça döndü. Adamın kabarmış, kıvırcık, kahverengi saçları vardı. Koyu kestane rengi tunik üzerine şişkin pamuklu bir ceket ve uzun binici çizmeleri giymişti. Silahsızdı.

“Attan uzaklaşın,” diye tekrar etti tehlikeli bir gülümsemeyle. “Bakalım burada nelerimiz varmış? Bir başkasına ait bir at ve eyer çantaları… Buna rağmen onlara açgözlülükle bakıp pençelerinizle tırnaklıyorsunuz. Bu onurlu bir şey mi?”

Sivilceli yavaşça paltosunun içine bir elini soktu ve yanındaki kasaba bir bakış attı. Kasap, kalabalığa doğru başıyla bir işaret verince iki tane heybetli, çok kısa saçlı genç adam öne çıktı. Mezbahada hayvanları bayıltmak için kullanılanlara benzeyen ağır sopalardan taşıyorlardı.

“Sen kim oluyorsun da,” diye emretti sivilceli adam, eli hâlâ paltosunun içindeydi. “Bize neyin onurlu neyin onursuz olduğunu söyleyebileceğini sanıyorsun?”

“Orası seni ilgilendirmez canım.”

“Silahın yok.”

“Bu doğru.” Yabancının tebessümü biraz daha zehirlendi. “Ben silah taşımam.”

“Bu hiç iyi değil.” Sivilceli paltosundan uzun bir bıçak çıkardı. “Silahsız olman senin için kötü oldu.”

Kasap da uzun avcı bıçağını çekti. Diğer iki adam sopalarını sallayarak yaklaştı.

“Ben silah taşımam,” diye yanıtladı yabancı hiç kıpırdamadan. “Ama ben daima silahlıyımdır.”

Harabelerin arkasından iki genç kadın kendilerinden emin şekilde, kaygısızca öne çıktılar. Kalabalık çabucak ikiye ayrıldı, geri çekildi sonra azalmaya başladı.

Kızlar dişlerini göstererek gülümsedi ve gözlerini kırpıştırdılar. Gözlerinin kenarlarından kulaklarının uçlarına kadar mavi çizgili dövmeleri vardı. Vaşak derisi, güçlü kaslarını uyluklarından kalçalarına kadar örtüyordu ve çıplak kolları zincir zırhlı eldivenleriyle son buluyordu. Arkadaki zincir zırhlı omuzlarının üstünden ikisinin de kılıçlarının kabzaları uzanmıştı.

Sivilceli tek dizinin üstüne çökerek yavaş yavaş bıçağını yere koydu.

Harabelerin içindeki delikten taşların yuvarlanması ve ezilmesi duyuldu. Neden sonra karanlıktan, duvarın keskin köşesini kavrayan iki el ortaya çıktı, ellerin ardından beyaz bir kafa, kiremit tozuyla kaplı saçlar, solgun bir surat ve en sonunda, tepede bir kılıcın kabzası… Kalabalıktan uğultular yükseldi.

Kaymaktaşı saçlı adam doğruldu ve delikten tuhaf bir şey çıkardı; toz ve kana bulanmış küçük garip bir bedendi. Uzun kertenkele kuyruğundan tuttuğu canavarı tek kelime etmeksizin kaymakamın ayaklarının dibine attı. Adam geriye sıçrayıp kırık duvarın bir parçasına takıldı, kuş gibi eğri gagadan, örümcek ağı misali hilal kanatlardan ve pullu ayaklardaki orak gibi pençelerden gözlerini alamıyordu. Kesilmiş boğazı önceden kızıl iken şimdi kirli kırmızı kahverengiydi. Çökük gözleri camdan farksızdı.

“İşte Basilikos,” dedi beyaz saçlı adam pantolonundaki tozu silkelerken. “Anlaştığımız gibi iki yüz lintar, iyilerinden olsun, fazla yıpranmış olmasın. Onları kontrol edeceğim, sizi uyarıyorum.”

Kaymakam titreyen elleriyle büyük bir cüzdan çıkardı. Ak saçlı adam kasabalıya göz gezdirdi, bakışları sivilceli adamla ayağının kenarındaki bıçakta duraksadı. Kahverengi gömlekli adamla vaşak derisi giymiş genç kadınları da fark etti.

“Hep aynı şey,” dedi kaymakamın titrek ellerinden cüzdanı aldığında. “Azıcık para için kellemi tehlikeye atıyorum ve bu sırada beni soymaya çalışıyorsunuz. Siz insanlar hiç değişmeyeceksiniz, hepinizin canı cehenneme!”

“Çantalarına dokunmadık,” diye mırıldandı kasap geriye çekilerek. Sopalı adamlar kendilerini çoktan kalabalığın içinde gizlemişti. “Eşyalarınız ellenmedi efendim.”

“Bunu duyduğuma sevindim,” diye gülümsedi beyaz saçlı adam. Onun solgun çehresindeki açık bir yara misali okunan tebessümünü görünce kalabalık dağılmaya başladı. “İşte bu sebeple dostum, kaygılanacak bir şeyin yok. Huzurla gidin ama çabuk gidin.”

Geri çekilen sivilceli koşmak üzereydi. Beti benzi atmış, suratındaki noktalar belirginleşmiş onu daha da çirkin gösteriyordu.

“Hey! Bir dakika!” diye bağırdı kahverengi tunikli adam. “Bir şeyi unuttun.”

“Nedir… Efendim?”

“Bana bıçak çekmiştin.”

Bacaklarını iki yana ayırmış bekleyen genç kadınlardan uzun boylusu kalçasının üstünde döndü. Kılıcı, gözün görebileceğinden daha hızlı çekilip havayı kesmişti. Sivilceli adamın kafası yukarıya uçup havada bir eğri çizerek açık delikten kayboldu. Vücudu katı ve ağır bir biçimde, yeni kesilmiş bir ağaç misali kırık taş yığının içine yuvarlandı. Kalabalıktan çığlıklar yükseldi. Diğer kız eli kabzasında çevik bir hareketle dönerek arkasını kolladı. Bu gereksizdi – kalabalık, harabelerin arasında yalpalayarak bacakları el verdiğince süratle kasabaya doğru koşturdular. Kalabalığın başında kaymakam vardı – kasaptan biraz öndeydi.

“Güzel bir hamleydi,” diye yorum yaptı ak saçlı adam fersizce, kara eldivenli eliyle gözlerini güneşten koruyordu. “Zerrikanlı’nın kılıcından güzel bir hamle. Özgür savaşçı kadınların mahareti ve hüsnü karşısında saygıyla eğiliyorum. Ben Riviyalı Geralt.”

“Ve ben…” Gizemli adam kahverengi tuniğindeki solgun armasını gösterdi; üç kara kuş bir altın tarlasına dizilmiş şekilde resmedilmişti. “Adım Borsch, ayrıca Üçlü Karga diye bilinirim. Bunlar benim korumalarım Tea ve Vea. Yani ben onlara öyle sesleniyorum çünkü gerçek isimleri dili yoruyor. İkisi de az evvel de tahmin ettiğin gibi Zerikanlı’dır.”

“Onların sayesinde ya da öyle görünüyor, atım ve eşyalarım hâlâ benim. Size minnettarlığımı sunuyorum savaşçılar ve size de asil lord.”

“Üçlü Karga. Ben centilmen falan değilim. Seni bu bölgede tutan bir şey var mı Riviyalı Geralt?”

“Hiçbir şey yok.”

“Harika. O zaman sana bir teklifim var. Buradan fazla uzak olmayan bir yerde nehir kapısının kesişen yollarında Dalgın Ejderha diye bir han var. Bütün bu bölgede yemekte üstüne yok. Şu an akşam yemeği ve uyku amaçlı oraya gidiyorum. Bana katılırsan çok gurur duyarım.”

“Borsch,” diye cevap verdi Geralt. Beyaz başı, atından yabancının parlak gözlerine döndü. “Aramızda bir yanlış anlaşılma olmasın diye söylüyorum. Ben bir bağıcıyım.”

“Aynı düşündüğüm gibi. Ama sanki cüzzamlıymışsın gibi söyledin.”

“Öyleleri var ki,” diye yanıtladı Geralt serinkanlılıkla. “Cüzzamlıyı bağıcıya tercih eder.”

“Fakat başkaları da var ki,” dedi Üçlü Karga bir tebessümle. “Genç kadın yerine koyunları tercih ederler. En nihayetinde onlara sadece acırım. Teklifim hâlâ geçerlidir.”

Geralt bir eldivenini çıkardı ve yabancının uzattığı elini sıktı.

“Kabul ediyorum. Tanıştığımıza memnun oldum.”

“Gidelim o zaman, açlıktan ölüyorum.”

« GirişBölüm 2 »

Bölümler

Giriş

Bölüm I

Bölüm II

Bölüm III

Bölüm IV

Bölüm V

Bölüm VI

Bölüm VII

Bölüm VIII