Şebnem Pişkin ile Röportaj

sebnem piskin 1

  • Öncelikle, Şebnem Pişkin’i ilkokul sıralarında yazmaya iten şey neydi: Sadece bir dürtü mü, “denemekten zarar çıkmaz” düsturu mu yoksa başından beri belli olan bir hayat yolu mu?

[stextbox id=”info” float=”true” align=”right”]alperkayaRÖPORTAJ

Alper Kaya

Aslında ilkokulda bu düşünmeden yapılan bir şey; bir kompozisyon konusu veriyorlardı, biliyorsun, öğrencilik hayatından başlıyorsunuz. Nereye götürürse hayat sizi… Ama bir şekilde “Duyguları en güzel nasıl ifade edebilir”i insan çocukluğundan itibaren keşfetmeye başlıyor… Aynı şekilde siz de öylesinizdir diye tahmin ediyorum, o zamanlar bir konu verilirdi ve konunun üstüne yazardık. Sonrasında o tür şeyler sarmamaya başladı. Bir de sürekli insan bir konuşma halindedir. Yani mutfakta, otururken, yolda… Bir süre sonra onları kağıda dökme ihtiyacı oluyor ve dökmeye başlıyorsunuz… Sonra hayat beni buralara getirdi, hiçbir şey planlı değil yani. Yazar olacağım diyerek yola çıkılmış bir şey yok…

  • Mesnevi felsefesi dünyadaki binlerce felsefenin arasından nasıl dikkatinizi çekti? Arayışınız, ki her felsefe bir arayışı ürünüdür malum, nedir? Sizce ne zaman son bulacak?

İşte o son bulmayacak, hiç son bulmayacak… Aradığım ne? Hepimizin aklından geçen şeyler aslında… “Kalabalığın içerisinde benim yerim neresi?” sorusunu herhalde sormayan yoktur. Sormayan varsa da yazık, sormaması büyük bir kayıp çünkü… Mesnevî, Mevlana şu günlerde çok popüler… İsmini çok kullanmak beni rahatsız ediyor. Popüler şeyler vardır ya; bir şeyler popüler olunca herkes “Mevlana, Mevlana”… Ama şöyle düşününce belki ben bile çok özüne inemiyorum. Sevgi, gel gel; bu Mevlana değil aslında… Yani çok daha derin bir şey var ama öyle bir şey ki insanlar onun cezbine kapılıp “Neymiş?” diye araştırabilirler… Mesnevi ile başladım ama dediğim gibi sorduğum sorulara bir cevap arıyordum sadece… Böyle, kitapçılara geliyordum. Hangi kitapların soruma cevap olabileceğini arıyordum… O felsefe, bu felsefe… Hepsi çok su üstünde kalıyordu. Hatta tarih okuduğunda bile insan kendinden bir şeyler buluyor, felsefe de okumak şart değil.

Bir gün bir hediye verildi bana, Mesnevi’yi anlatan birkaç şey okudum. İçimden bir şeyler damlıyor gibi oldu… “A…” dedim, “… ne kadar güzel!” Yani, büyülendim! Sanki başımı koymuşum da, o anlatıyor ben dinliyorum gibi bir şey… Öyle adım atmış oldum… Bu bende Mesnevi olur, başkasında başka bir şey olur… O sadece vesile herhalde. Benim sorduğum soru her şeye yanıt. Tabii ki sonu yok. O kadar ki; bulduğum cevapları her gün unutuyorum, siliniyorlar… Zor soruların, zor cevapları.

  • Arayışınız son bulursa elinizde ne kalacak?

Bulmaz herhalde, çünkü diyorum ya her geçen gün hiçbir şey bilmediğimi fark ediyorum. Nasıl son bulacak? Her gün yerimi bir türlü bulamıyorum…

  • Peki neden Mevlana?

Mevlana beni buldu sanırım, bilmiyorum. Revaçta olduğu için olabilir… Ama ondan sonra İbn-i Arabi’yi de okudum, onlardan da bayağı etkiledim. Mevlana basit anlatıyor, basit derken; şiir, bir dizesiyle bile anlatıyor… Aşk üzerine, ben Facebook’ta izliyorum; paylaştığım cümleler falan… Herkes sanıyor ki aşık olmuş… Ama değil… O aşık hali illa ki Murat’a tutulmak Burak’a tutulmak değil… Ancak sorun değil, o da aşk bu da aşk. Beni bir yerden alacak bir yere götürecek; önemli olan bu. Hakikaten bir okyanusmuş aşk dedikleri şey. Ama basit zannediyoruz, basit zannedilsin. Öyle öyle herkes kendini aşık olarak bulacak herhalde (gülüyor)

  • Yazı da dahil olmak üzre, normal bir Şebnem Pişkin günü nasıldır?

Mesela, bir kitap yazıyorsam, üzerinde çalışıyorsam; yani hayatımda bir kitap varsa bütün gün o kitap bitene kadar onlarlayım. Benim bir hayatım yok. Misal, Tuğra’yı yazdığım zaman Abdülhamit ile oturup Abdülhamit ile kalkıyordum. Annem arıyor, “Sen ne yapıyorsun?” diye. Cevabım: “Abdülhamit ile yemek yiyoruz…”

Tamamen farklı bir şey yazı yazmak. Hani müzisyenler ilham aldık diyorlar, notaların arasında kayboluyorlar ya; yazı yazarken de ne yazıyorsam onların dünyasına bizzat gitmiş oluyorum. Sadece bir hayal gücü değil aslında bana göre. Yani buna paralel evren mi dersin ne dersin, bir takım boyutlara mı geçiyorum o sırada bilmiyorum ama kitap yazıyorsam böyle geçiyor günlerim…

Yazmıyorsam büyük bir kısmı okuyarak, yazarak, internette… İnternet zaten büyük bir kısmını alıyor, tabii reklam yapmak zorundayız (gülüyor) Çünkü bunları niye yazıyoruz? Para kazanmak için değil. İnsanlara faydası olsun diye. Ben bir şeyler bulduysam – ki bulamadım hala arıyorum ama – sonuçta kitap okuyarak bir şeyleri keşfettiğim için belki benim yazdığım bir cümle bile birilerine bir pencere açar umuduyla ne kadar çok insana ulaşabilirsem o kadar iyi diye düşünüyorum. Onun için internetti bilmem neydi uğraşıp duruyorum. Bir gün sizinkiler gibi bazen bomboş bazen dolu geçiyor (gülüyor)

  • Her yazarın bir tarzı vardır, kimisi durup düşünüp planlayarak yazar; kimisi ise sadece oturup aklındakileri kağıt ve kalemle hayata döker… Sizin tarzınız ne yönde?

Bunu hep soruyorlar ben de sordukları zaman düşünüyorum. Çünkü gerçekten bilmiyorum. Şöyle başlıyor; böyle kıpırtılar oluyor içimde, bir şey yazacağım ama ne çıkacak hiçbir fikrim yok. Bir şeyler çekiyor beni ya tarih konusu ya Mevlana felsefesi. Yazdığım “Kırklar Diyarı” mesela fantastik bir şeyler dürtüyor beni, bir cümle bir şey. Hissediyorsunuz bunu. Nasıl anlatabilirim aklıma gelmiyor. Hissediyorum yani, sonra kendimi bırakıyorum. Hiçbir zaman bir sonraki sayfada ne olacak bilmiyorum. Tuğra’nın devamını yazıyorum şu sıralarda, kahramanın bir sonraki sayfa sonrasında başına ne geleceğini bilmiyorum. Yazarken oluyor. “Aa diyorum neler oldu”. Bir film oynuyor ben de sinemada seyrediyorum. Bir sonraki karede ne olacak bilmiyorum. Sonuna geldiğim zaman böyle bazen hüzünlü bir şekilde ağlıyorum. O yüzden tamamen kitaplara yabancıyım. Ben mi yazdım, ne zaman yazdım, nasıl yazdım hiç bilmiyorum. Düşünüyorum ki bu kahramanlar gerçekten varlar ve bir şekilde benimle irtibat kuruyorlar “bizi anlat” diye ben de anlatıyorum. Herhalde öyle bir şey mutlaka var ki hayalime giriyor.

  • Yazarken uyguladığınız belirli ritüelleriniz var mıdır?

Yok ama dua olarak içimden “Yazmam gerekiyor yazıyı Allah’ım…” deyip oturduğumu biliyorum. Yani her zaman için bu böyle. Çünkü bazen oluyor hiçbir şey yazamıyorum. Demek ki bu ben değilim. Çok yetenekli bir kişi olsam ki insanların yeteneği de kendinden değil bence. Sonuçta bir görevdir, hepimizin bir yeri vardır. Biri çok iyi konuşmacıdır, biri yazardır, biri analiz eder olayları yani herkesin farklı bir yeteneği vardır. Herkesin farklı bir misyonu var. Benimki de öyle o duayla başlarım. Yazmamam gerekiyorsa zaten yazamıyorum istediğim kadar zorlayayım.

  • Bir çalışmanız son bulduktan sonra ilk yaptığınız şey ne olur? Öykülerinizi veya yazılarınızı ilk olarak okuttuğunuz insanlar oluyor mu? Tepkileri ne yönde oluyor?

Hep ailem oluyor ilk okuttuğum. Özellikle annem ve babam. Babam zaten eleştiri yapmaz ama meraklıdır. Hemen bitirince okumak ister o yüzden okuturum. Her halükarda beğenir. Ailede beğenmeyen çıkmıyor. Annem eleştirir, edebiyatı iyidir. Düşük cümleler varsa, kelimelerde gerekli gereksiz bir şey varsa düzeltir ama fazla bir şeyi düzeltmez. Annem edebi yönden ilk editörümdür. Sonrasında arakdaşlara falan vermeye gerek yok. Kendi içime sindiyse direk yayınevine.

  • Yayınevine gittikten sonra sizinkinden daha değişik düzeltmeler oluyor mu?

Benim kitaplarımda olmadı çünkü ben çok titiz çalışırım. Yani bugün versem hiçbir şey düzeltmeden basılabilecek kıvamda. Edebiyatım, imlam da iyidir. Tabi ki editörün faydası oluyor. O kadar şey yazıyorsunuz gözünüzden kaçmaması imkânsız, kaçıyor bir şeyler. Mantık hatası oluyor bazen. Örnek vereyim Tuğra Abdülhamid zamanında geçiyor mesela, 1878-1880 zamanında, yazarken dikkat etmemişim orada “Telefon çalıyor.” diye bir cümlem var. Editörüm dedi “O zamanda telefon var mı?” ve dedim “Hakikaten hiç düşünmedim.” O kadar araştırmama rağmen. O dönemde telefon yok, “Telefon çalıyor”u düzelttik hemen “Ulaklar geldi, ulaklar gitti” diye. O yüzden editörün bakması iyi. Üçüncü göz dördüncü göz; ne kadar çok insan okursa iyi. Editör de imlayı düzeltiyor, sayfa numarasını başlıkları falan gerekiyorsa onları ayarlıyor, başka bir değişiklik olmuyor.

sebnem piskin 3

  • İzlediğiniz yola bakarsak; eğitiminizden tamamen sapıp bir felsefenin yolcusu olmuşsunuz. İşletme size neyi ifade ediyordu ve nasıl bu kadar kayabildiniz?

Bilmiyorum.(Gülüyor) Benim dönemimde çok popüler olmuştu derslerim de iyiydi. Boğaziçi’ne girmek istiyordum çünkü ablam orada okuyordu. Hangi bölüm olursa olsun diyordum fasa fiso bir bölüm de olsa… Aksilikler oldu canım hiç yapmak istemedi sınavda mesela Türkçe’de o paragraflar, edebiyat. Belliydi Boğaziçi’ni kazanamayacağım. Çalakalem yaptık bir şeyler. Çıkınca dedim ki burası olmaz kesin. Kendimde değildim öyle salladım çıktım. Bir Marmara Üniversitesi yazmıştım, bir de İstanbul Üniversitesi iktisat ve işletme. Ekonomi, para hiç benim tarzım değil.

  • Peki felsefeye nasıl kaydınız?

O dönemde hep okuyordum. İlkokul zamanında çok okuyan bir öğrenci değildim. Çocuklar hani küçüklükten gelişir, ben hiç kitap okumadım üniversiteye gelince oldu birdenbire. İşletme okuyordum ama dersin dışında kendimi geliştirdim. Tasavvuf ve tarih hep okuldan sonra oldu. Bir daha sınava girmeyi göze alamadığım için. Göze alacak olsaydım Tarih falan okurdum veya adam akıllı bir şey okurdum. Not alacağım falan diye değil, ders için okurdum.

  • Neden imkanınız yok peki?

Uğraşamam tekrar sınava girmeye. (Gülüyor) Sistemler değişti takip edemiyorum bizim dönemde öys vardı, o zaten tarih oldu.

  • Her sene başka bir sistem zaten.

Bir fikrim yok yani kaç tane sınav var, neye giriyorsunuz neyden çıkıyorsunuz hiç bilmiyorum. Onun için ev üniversitesi en güzeli.

  • Roman yolunuza bakarsak; kişisel gelişim kitabı olan “Bir”, akabinde roman türünde “Tuğra”, “İsrafil’in Aynası” ve “Kırklar Diyarı”. Bu yolu nasıl belirlediniz, bundan sonraki yolunuz için öngörüleriniz nelerdir?

O beni belirledi. Zaten onca zamandır tarihten astrolojiye, tasavvuftan matematiğe kadar bir sürü okuduğum kitap vardı. Ben bunları okudum bir şeyler anladım ama bunları bir şeyde birleştirmem lazım. Çok sosyal bir insan değilim böyle çevrelere gireyim de neler öğrendiğimi anlatayım, hitabet sanatım yok ne yapayım. Ben bunları öğrendim kendimi daha iyi bilmeye başladım. Hayatım farklılaştı vesaire. Dedim “Bunları yazmam lazım.” Aslında yakın çevrem için yazmaya başlamıştım. Yazdım ne öğrendiysem, bütün kitapları yığdım önüme; matematikten renge, renkten astrolojiye, yeryüzünden gökyüzüne her şeye kadar… Aslında kendimi bulmak için benim geçtiğim yolları “Bir” tarif ediyor: nereden nereye. Önce onu yazdım. Sonra güzel tepkiler gelince çok mutlu oldum ben, dedim yazmalıyım. İnsanlara bir faydam oluyorsa mutlu olurum, yeni yeni pencereler açılıyorsa. Sonrası hep roman. Fantastik yönüm de güçlü herhalde. O kurgular falan öyle çıktı. Tuğra çıktı tarihten, o da zaten paralel evren konusu. Yok olmuyor, hep Bir’e dayanıyor. Orada yazdığım konuları romanlaştırdım. Her roman bir hikayeye sığdı.

  • Bundan sonraki yolunuz ne olacak?

Şimdi Tuğra’nın devamı var. O da Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar gidecek. Onun, bakalım daha büyük bir yayınevinden basılmasını istiyorum ki artık bir çıkış olsun. Gerçi bu yayınevinden çok memnunum. Sonuçta her şey reklama bağlı, ne kadar çok gazetelerde orada burada çıkarsa… Zaten bir kitabımı okuyan diğerini de okuyor. Bu konuda bir sıkıntı yok yani. Bir tanesinin ismi duyulsa oradan kurtarıcağım. (Gülüyor) Bakalım ondan sonra ne çıkacak, zaman ne gösterecek bilmiyorum.

  • Romanlarınıza gelen tepkiler sizi memnun ediyor mu? Dahası bu yolda size neler katıyor?

Memnun ediyor ama yetersiz hissediyorum kendimi. Hep daha iyisi olacak zaten, hep daha çok insana ulaşmak zorundayım. Tabi bir de ben ne biliyorum ki ne anlatıyorum var. Daha çok öğrenmem lazım yazmak için. Yoksa herkes yazar, herkesin hayat hikayesi bir roman zaten. Herkes üzüntüler yaşıyor mutluluklar yaşıyor insanlara yeni bir şey söylemek lazım. Mevlana da böyle diyor, hakikaten yeni bir şeyler söylemek lazım. Zaman değişiyor insanlar değişiyor. Eskiden de çok güzel romanlar vardı ama artık bir şeyler değişti zamanı değerlendirip insanların akıllarına girmek lazım. Çünkü kitap okuyacak fazla zamanları da yok insanların. Kitap okuma oranı da düşük, insanlara böyle faydalı olmak lazım.

  • Sizi mutlu eden tepkiler neler oluyor?

Olumlu da oluyor, olumsuz da. Mesela şöyle bir şey var “Bir” kitabımın içinde Kur’an ayetleri vardı.. Kur’an önemli bir şey, bütün kitaplar önemli. Din deyince insanlar o kadar ilginç bir gözle bakıyor ki, mesela bu kitabı çevirip bakarken arada Kur’an ayetleri gören insanlardan “A! Dini kitap!” diyenler oluyor. Bu önyargıyı kırmak lazım. Din nedir ki? Dini çok sıkıştırdılar. Din, insanın kendini bulmasıdır. Bir arayıştır. Böyle tepkiler beni üzer her zaman.

Tanrı ismini görüyorsa bu sefer başka tepki gelir: “Neden Tanrı diyorsun? Tanrı deme, Allah de!” Allah derim, Aşk derim, Bilgi derim, Kaynak derim… Bir derim. Bu kadar kavramlara sıkışmışız ki! Tanrı deyince bir taraf düşman oluyor… İşte bunları kırmak lazım. O yüzden tepki topladığım kısımlar oluyor. E toplayayım? Fark etmez. Doğru bildiğimizi söyleyeceğiz… Arkasında olacağız… Onun dışında, insanlar “Çok şey öğrendim”, “Bende farklı bir bakış açısı oluştu” diyorsa mutlu olurum. Yoksa “Çok harikasın!” diyenlere değil… Benim için, bana bir şey katıyorsa mutlu olurum…

  • Mesnevi felsefesi Türkiye’de nasıl bir konumda? İnsanların ilgisini çekme adına neler yapılıyor?

Elif Şafak’ın “Aşk” kitabını hiç sevmedim. Neden sevmedim? Uzun bir süre reddetim okumayı önce; o sırada başka bir şey yazıyordum. Etki altında kalmamak için okumadım. Sonra yakın ve uzak çevremden “A, harika!”, işte; “Çok güzel!” diye tepkiler geldi. Memmun oldum tabii. Demek ki farklı bir yazar, hiç tanımayan insanların Mevlana’yı tanıması çok güzeldi… Aldım, okudum. Çok ters şeyler gördüm… Şems karakterini başka kaynaklardan okuduğum kadarıyla çok severim. Şems sonuçta bir pir. Ama oradaki anlatımdan hiç hoşlanmadım. “Ya…” dedim, “… iyi etti, güzel etti. Bu konuda yazdı ama bence hata da etti bir taraftan. Çünkü tasavvuf erbabı bazı şeyler sır olarak kalmak zorundadır. Avam tabakasına anlatılmaz, sarayın bildiği ama avamın bilmediği şeyler vardır. Onların arasındaki ilişki aslında böyle bir şey. Sen bunu insanlara anlatırsan çok mu anlar?

Teke Tek’te Fatih Altaylı’nın “E kütüphaneye kapandılar, ne yaptılar?” diye sorması çok normal… Ona da kızmamak lazım çünkü bazı şeyler anlatılmaz, anlatılmaması lazım. Ama anlatırsan başka bir hikayede anlatırsın. Belki yanlış olan şeyler vardır, şimdi Şems’i tanıyor mu insanlar; anlatıldığı kadarıyla. Ama ne kadar anlıyor? Aralarındaki münasebet nasıldı? Ne kadar anlayabilirsiniz? Mesnevî’den de zannetmiyorum ki çok bir şey bilsin, birkaç cümle biliyordur. Mesnevî’yi bildiğini zannediyordur. Ancak kimse bilmiyor, merak var; ama doyurucu bir şekilde değil…

Yarın bir gün başka bir şey moda olur, herkes ona kayar. Herkes unutur Mesnevî’yi… Çok kitap var ama derin değil…

  • Bir şeyleri düşünmek ve ortaya koymak kadar, bunları doğru zamanda ifade edebilmek de önem taşıyor. Aysun Kayacı, bir Platon felsefesi olan oy sisteminde sınıfsal ayrıcalık fikrini bu fikre uygun olmayan bir programda dile getirince, abartmayı da çok seven medyamızın gazabına uğramıştı… Felsefi anlamda aldığınız reaksiyonlar nasıl?

Doğru diyorsun, doğru şeyleri doğru zamanda söylemek lazım. Şu anda tam doğru zaman bence; benim yazdığım şeylerin tam zamanı. Neden? Hani, 2012 meselesi; gerçekten ahir zaman olduğu aşikar. Yani kıyamet sürecindeyiz. Bugün kopacak değil, kopabilir de! Yani, bilemem ama şu an itibariyle bir şeylerin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Daha iyi bir zaman olamaz. Dolayısıyla bunları söylemek durumundayız. İnsanların artık gerçekten kendilerini bulması gerekiyor. Sonuçta insan kaynaktan, özünden kopmuştu; kopuş sürecindeydi. Ama artık bağları kurmak zorunda olduğu bir zaman ve kuracak. Hep bir boşluk vardı, insan hep arayış içinde. Çoğu zaman aşk, çoğu zaman para, araba ve ev arıyor. Ama hiçbir şey kesmiyor insanı. Demek ki arayış bu değil! Hep “Daha iyi yaşayayım.” var ama olmuyor.

Ünlülerin yaşantılarını görüyoruz: Evler, arabalar, aşk… Ama mutsuzlar, neden mutsuzlar? İçindeki kaynak, geldiği yer; cennetten kopup geldi. Başka bir şey var demek ki… O kaynağı bulabilirse mutlu olabilir. Dolayısıyla, bu zaman bunların söylenmesi açısından doğru zaman. O yüzden; doğru zamanda doğru şeyler söylüyoruz, inşallah doğru olacak…

  • Mesela, geçen gün Facebook’ta ben de okudum. Yedi…

Kaç aşk eleğinden geçmem lazım yedi deryayı tek yudumda içmek için…

  • Aslında doğru cevap, o iletinize yorum yapanınki değildi. O yedi demişti ama cevap “Bir” olacaktı…

Evet, sen de “beğen”miştin onu.

  • İnsanlar tam olarak anlamıyor, bunu kırmak adına ne yapılabilir?

Yani… Bir şey yapılamaz.

  • Bence, sözler gerçekten açık değil…

İnsan kendine dönerek bulabilir. Herkes seminerlere, konferanslara katılıyor. Para veriyor; “kendimi bulayım” falan diye… Yalnızlıktan korkuyor mesela insan. Hep kalabalığa karışayım, etrafımda insanlar olsun. Arkadaşlarım olsun, diyor. İnsanın aslında yalnız kalabilmesi lazım. Neden? Yalnız olduğuda aklına düşünceler geliyor, vicdan denilen ‘şey’; hep biri konuşuyor içinde. Sana doğruları, yanlışları söylüyor. Yapman ve yapmaman gereken şeyleri söylüyor. Ama insan hep susturuyor. Neden? Hep korkuyor… Sanki kalabalığa karışınca onu susturuyor. Alışverişe gidiyor, o-oo müzikler; o elbiseyi mi alsam bu elbiseyi mi alsam… Ama gece yatınca ne olacak? Hemen uyumaya çalışıyorsun… Ama bu yanlış! İnsanlar öyle kendilerini bulur… Seminerlerle falan olmaz. Bir tek kendine kulak vermesi lazım… O kadar çok zor değil ama, korkuyorlar işte…

  • Sizi korku mu itti?

Çok güzel bir soru sordunuz… Beni ne itti? Beni hiç korku itmedi, merak itti herhalde yazmaya… Merak ve eksikliği buram buram hissetmekten galiba… Hiçbir şey tatmin etmedi beni. Tatmin etmeyişte bir şey var, ama ne? Bu soruyu sorduysam buluyor zaten… Çoğu insan sormadığı için bulmuyor. Ama aslında korku değil benimki.

sebnem piskin 2

  • Modern Türk edebiyatı sizce ne yönde ilerliyor? Eskiye nazaran geçilen aşamaları bir yazar gözüyle siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bodrum’da bir imza günü yapmıştık, oraya emekli bir öğretmen geldi. Tam bildiğimiz edebiyat öğretmenlerinden! Önce genç olduğum için bana, sonra kitaplarıma baktı… Ondan sonra “Yaşınız küçük…” dedi. “Sen,” dedi “… kimleri seversin? Kimleri okudun bugüne kadar?” Edebiyat öğretmeni sonuçta, benim de saymam lazım; şunu okudum bunu okudum şundan etkilendim falan diye… Ama çıkmıyor! Sonuçta, dediğim gibi ilkokulda çok okumadım kitap… Çok Türk/ yabancı edebiyatı bilmem… Okuduğumu da hatırlamıyorum… Son zamanlarda çok kitap okuyorum. Ama “Şunu takip ediyorum…” diyemem, Orhan Pamuk sevmem. Çok sıkıcı geliyor bana.

Ayrıca öyle bir klişe olmaması gerekiyor yani illa şu kitapları okuduktan sonra edebiyatı devam ettirsem gibi… Yazarım diyorum ama adam beni yazardan saymadı… Kitabımı okuduktan sonra özür diledi ama “İyi yazmışsın” dedi. Ama “Bunları da okusaydın daha iyi yazardın” der gibiydi (gülüyor)

Yani, dediğim gibi; klasik Türk edebiyatı bilmiyorum geçmişe dair. Kitap kurdu falan değilim… Ama son zamanlarda benim takip ettiklerim duayen edebiyatçılar. Birçok isim var, popüler isimlere karşı ön yargım var… Popüler oluca uzak duruyorum. Ama Orhan Pamuk dersen, iyi. Yurt dışında ödül aldı… Ama bir Türk yazarın, Türkçe yazması lazım… Ama hep İngilizce yazıyorlar, sonradan çevriliyor. Türk edebiyatında Türk diline çok hakim olması lazım… İngilizce yazan bir adamın sonradan Türkçe’ye çevrilmiş kitabı Türk edebiyatının öncüsü sayılmaması lazım. O yüzden İskender Pala, Divan edebiyatına son derece hakim oluşu ve Türk edebiyatını bilmesi nedeniyle favorimdir…

  • Orhan Pamuk’un Nobel’i hakkında ne düşünüyorsunuz peki?

Siyasi bir şeyler… Siyasete hiç bulaşmam, görüşüm var ama karışmak istemem…

  • Her yarışma bir siyaset değil mi? Sizin de ödülleriniz var, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benimkiler hikaye yarışması, öyle büyük bir şey değil ama… Şöyle siyasi; illa ki yazdığımız şeylerle bir yere oturtulmaya çalışıyoruz. Şunlardan mısın, bunlardan mısın… Değilim, hiç değilim. Ben bildiğimi yazarım. Herkesten bir bilgim var, ama arkanızda “bir şeyci”ler varsa mutlaka bir yere geliyorsunuz… O yüzden bugün ismim duyulur, duyulmazönemli değil ama eminim ki arkamda medya, tarikat olsaydı mutlaka bilinirdim. Ama her yazıda bir siyaset var…

  • Sanatçılar apolitik olmak zorunda mı peki?

Olamaz zaten.

  • Ama bilhassa ülkemizde bu konuda çok büyük baskı var. Sadece edebiyatçılarda değil, futbolcularda da bu durum böyle. Okuyacağına oyununu oynasın deniliyor, neden? Hem okuyup hem oyayamıyor mu? En son Tarkan’ın Allionoi olayında da bir bakan çıkıp “O işine baksın” dedi. Bu baskıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendi işinin en iyisi olsun tabii ki ama neden konuşmayayım? Herkesin görüşü vardır ama karşındaki işin uzmanıysa ve ona akıl öğretmeye çalışıyorsan orada bir hata var… Yine de, dediğim gibi topçusu top oynasın popçusu şarkı söylesin. Herkes işinin en iyisini yapsın ama herkes görüşünü savunsun. Onun dediğine evet, bunun dediğine evet dersen olmaz. Fikirsiz olmaz… Bizde böyle de bir sorun var hep ezik, ezik… Sürekli bir şeylerden uzaklaştırılıyoruz…

  • İnsan kendine bir şey soramıyor o zaman; hep dışarıdan baskı var…

Soramıyor, çünkü doğrular veriliyor; “Bak bu gerçek olan, bu yanlış olan…” Bunun ötesine “A, yok olmaz öyle şey…” diyorlar…

  • Dinin de bu konuda etkisi yok mu sizce? Müslümanlar yıllarca resim yapmanın günah olduğu inancıyla resimden sanattan uzak durmadı mı?

Tabii ki etkisi var ama bir tarafta haddini bilmeme durumu var. Mesela, din konusunda o resmi çizmeme durumu edepten gelir. Peygamberimizin nasıl olduğunu bilen evliyalar var; isteseler çizerler. Ama sonuçta bu bir edeptir, günah olması değil bilgisizlik devreye girdiği zaman…

  • Biz abarttık o zaman değil mi?

Bilgisizlikten dolayı. Yani imamlar gibiler, bir cemaate önderlik eden kişilerin çok bilgili olması gerekir. Ama değiller… Bu durum, cehalettir. Cehalet çok kötü bir şey açıkcası. Ama cehalet üniversite okumak demek değil, bir sürü diplomalı cahil var. Ben üniversite diplomamı aldım, sonra öğrendim… Üniversite bana bir şey katmadı. Eğitim hayatı da katmadı. Hepimiz yarış atı gibi koşturduk bu zamana geldik… Şimdiki çocuklar da aynı durumda. Hiçbirimiz hiçbir şey anlamadık. Ne coğrafyadan haberimiz var ne kendi ülkemizden ne tarihimizden… Hiçbir şeyden haberimiz yok…

  • Geçenlerde de bir İsrailli tarihçi belirtti mesela, Atatürk zamanında Maccabi isimli bir İsrail takımıyla yapılan maçta gol atmış ama bizim tarihçilerimiz bunu ne yalanlayabildi ne de doğrulayabildi…

Tarihçiler dediğin kim mesela?

  • Murat Bardakçı falan…

Ona da hiç itibarım kalmadı ki (gülüyor) Şu son programıyla kendini sıfırlandırdı.

  • Ama o açıdan baktığımızda, biz bazı şeyleri cidden çok yanlış biliyoruz…

Her şeyi yanlış biliyoruz… Arşivler bile halkın kullanımına kapalı olduktan sonra; neresinden tutsan elinde kalır. Eğitim sistemi desen de aynı, başka şeyler de. Her şeyin başı eğitim, eğitim bu kadar berbat olduğu için kimbilir kaç nesil gittik; hala gitmeye devam ediyor. Nasıl düzeleceğiz; nasıl silkeleneceğiz de kendimize geleceğiz bilmiyorum… Bir taraftan da böyle bakıyorum ama sonuçta ben de seksen kuşağıyım. Bundan sonrakilerde de umut yok değil, silkelenmemiz lazım; parlak bir şeyler görüyorum ama benim neslim mesela kapağı çoğunlukla Avrupa’ya attı… Amerika’ya bilmem nereye herkes bir kaçışta. Kaçması kolay ama ne olacak? Herkes kaça kaça nereye kaçacak? Değerlerimizi hiç bilmiyoruz, bilmemiz lazım. Bu nasıl olacak? Ben kitap yazıyorum, ulaşabileceğim kadar insana ulaşacağım. Sen söyleyeceksin, öyle olacak. Hepimiz bir şeyler yapacağız, mutlaka bir etki yaratacak. Başka yolu yok.

  • Sanat toplum için midir, yoksa sanat için midir? Ve sanat sizin için neyi ifade ediyor?

Sanat bence toplum içindir. Sanat sanat içindir diyende de haklılık payı var ama sanat topluma inmeli bence, yaratıcılıktır. Farklı bir perspektifle hayata bakıştır. Topluma inmelidir tabii. Elit bir kesim için yapmanın bir manası yok. Yaparsın ama çok küçük bir kısmına ulaşırsın…

  • O zaman sanat olmuyor yani?

Yani. Elit kısmın sanatı, güya, oluyor o da… Toplum, halk; demin dediğimiz şey halk çok önemli. Yedisinden yetmişine kadar o halka inebilelim ki o çocuğu daha ilkokuldayken etkileyebilelim sanatla. Sanat nedendir? Hayatı farklı görebilmek için, kendini anlayabilmek için. Çocuğun renklerin dünyasına girebilmesi ne kadar önemli bir şey! İnsan renkleri tanıyacak, işte buralardan renkleri tanıyacak; yoksa öyle cilt cilt kitapları çocuğun önüne koy, “Hadi oku bakalım!”. Olmaz ki! O çocuk o renklerde “A!” diyecek, “.. bu renk bununla karışınca böyle oluyor.” Merak edecek niye öyle oluyor?

  • Başka bir renkle karıştıracak…

Böyle oluyor işte… Eğitim dediğin şey illa cilt cilt kitapla değil ki.

  • Bayağı karşıyız eğitime galiba?

Düzeltilmesi lazım. Ama nasıl düzeltilecek? Her şeyimiz yamuk. Her yerimiz yamulmuş artık. Eğitim düzeltilirse belki çok şey düzelir. Hemen düzelmez belki bir elli, altmış yıl mı dersiniz ama eğitimin düzeltilmesi lazım. Hiç de düzelir gibi görünmüyor bana. (gülüyor)

  • Benim sorularım bu kadar. Teşekkürler…

Çok güzel sorular sordun, valla sohbet havasındaydı… Teşekkür ederim.

http://www.belirtiyorum.com/v2/modules/mod_columnists/images/72.png