Oyuncak Köy

Saatlerdir güneşin altında yürüyordu. Neredeydi o lanet olası köy? Yer yarılmıştı da yerin dibine girmişti sanki. Kasabada ona en fazla bir saatlik yol yürüyerek köye varabileceğini söylemişlerdi. Allah’ın cezası köye hiçbir araç yoktu. Ancak traktör ya da at arabası, o da rastgelirse. Yanlış yoldayım galiba, diye düşünürken gördü onu. Tek katlı, beyaz bir binaydı. Neyse, orada biraz olsun yorgunluğunu giderip bir bardak ayran içebilirdi…

İyice yaklaştığında farkına vardı; binanın arka tarafından demiryolu geçiyordu.

Tuhaf, diye düşündü. Buralarda demiryolu hattının olmaması gerek.

Binanın önüne varmıştı. Burası tren istasyonuydu. Kapının üzerindeki levhada büyük harflerle “Oyuncakköy” yazılıydı.

Birden garip bir ürperti hissetti. Bir türlü bilinçlendiremediği bir korku tüm benliğini sarıyordu usul usul.

“Kendine gel be adam!” diye çıkıştı kendi kendine. “Alt tarafı istasyon binası. Hiç mi görmedin, haydi gir içeri. Çekinecek ne var ki, mutlaka içeride birileri vardır.”

Beyaz kapıyı itip içeriye girdiğinde hayrete düştü. Bekleme salonlarının klasik havası yoktu burada. Büyük bir odaydı. Koltuklar, kanepeler, yerde de halılar vardı. Bekleyenler arasında her yaştan insanları görebiliyordunuz: Yeni doğmuş bebekler, ölüm sahillerine çıkmaya hazırlanan ihtiyarlar, çiçeği burnunda genç kızlar, buluğa ermiş delikanlılar, orta yaşlı kadın ve çocuklar. Bayağı kalabalıktı içerisi. Salonun dekorunu, içindeki yolculardan sonra fark etti. Her taraf oyuncak doluydu. İşin tuhafı herkes bunlarla ilgileniyordu. Birden;,“Hoş geldin delikanlı,” diye bir ses duydu. Başını çevirip baktı. Yetmiş yaşlarında, sakallı bir ihtiyardı konuşan…

“Yorgun görünüyorsun. İliş şuraya.”

“Sağ ol,” diyerek oturdu. Başını kaldırdığında, ihtiyarın görmüş geçirmiş bakışlarıyla karşılaştı. “Ben Y köyüne gidiyordum,” dedi. “Galiba yolumu kaybettim. Hem buralarda demiryolu olması tuhaf. Bu istasyona en yakın köy hangisi?”

“Burası Oyuncakköy oğlum,” dedi ihtiyar. “Bu yakınlarda köy falan yok.”

“Nasıl?” diye cevap verdi delikanlı şaşkın şaşkın. “Hiç köy yok mu buralarda? Peki ama Oyuncakköy neresi? Burası o köyün adını alan istasyon değil mi?”

İhtiyar işaret parmağını yere doğru dik tutarak salladı.

“Burası oğlum, burası,” dedi. “Oyuncakköy burası.”

“Ama nasıl olur?”

“Sen de amma körsün ha! Görmüyor musun, her taraf oyuncak dolu.”

Ortama yeni yeni alışmaya başlayan yabancı şimdi etrafındakileri, ortada olup bitenleri daha net görmeye başlamıştı.

Çoğu oyuncaklarla oynuyordu bu insanların. Bazı oyuncaklar gerçekten de çok ilginçti. Odanın öbür ucunda, ne olduğunu bir türlü anlayamadığı bir oyuncak vardı. Bakır borular, dişliler ve çarklardan ibaret garip bir sistemdi. Pekç ok insan onu almak için birbirleriyle kavga ediyordu. Bir an geliyor, birisinin eline geçiyordu bu acayip nesne, bir müddet sonra da el değiştiriyor ve bunu hep başkaları izliyordu.

Odanın öbür köşesinde bir sehpanın üstünde, küre biçiminde bir kavanoz duruyordu. İçindeki mavi sıvıda dönen fosforlu bir cisim mevcuttu. Hareket ederken, durmadan değişik renklere bürünüyordu. Bu geometrik şekillerle bezenmiş ilginç görüntüyü daha yakından görmek istedi, ancak birkaç kişi tarafından hemen önlendi…

“Fazla yaklaşma,” dedi bir tanesi.

“Bu yabancı galiba,” dedi bir diğeri.

“Yakından görmek istiyorum,” dedi delikanlı sinirli sinirli. “Niye bırakmıyorsunuz?”

“Sen aklını oynattın galiba,” dedi birisi.

“Öyle bir şey mümkün değil. En çok bu mesafeden yaklaşabilirsin ona.”

“Peki ama yaklaşırsam ne olur?”

“Yaklaşamazsın, hiç üzme tatlı canını. Kimse yaklaşamadı şimdiye kadar.”

Delirmiş bunlar. Hepsi delirmiş, diye düşündü. En iyisi tekrar ihtiyarın yanına gidip oturmak. Sonra da yola devam etmek. Önce sessiz sessiz oturdular. Herkesin önünde oyuncak vardı. Değişik oyuncaklardı bunlar. Koca koca adamlar, kadınlar bıkıp usanmadan oyuncaklarla oynuyorlardı. Çoğu da bir süre sonra, başkalarının oyuncağı ile ilgileniyor, kalkıp yanlarına gidiyor, bir şeyler söylüyordu. Bazen oyuncaklarını değiş tokuş ediyorlar, bazen de biri ya ötekinin elindeki oyuncağı kapıp kaçıyor, ya da ona saldırıp, zorla elinden almak istiyordu. İşte o zaman kıyasıya bir dövüş başlıyordu. İşin tuhafı dövüşü kazananın oluyordu oyuncak.

Delikanlı, derin sessizliği bozmak istercesine, “O kavanozun içindeki mavi sıvı nedir?” diye sordu ihtiyara.

“Onu kimse öğrenemedi. Herkes merak ediyor.”

“Peki tren saat kaçta gelir?”

“O hiç belli olmaz evlat!”

Artık dinlenmişti. Bir şeyler içip yoluna devam etse fena olmazdı.

“Burada içecek bir şeyler yok mu acaba?”

“Yandaki odada,” oldu cevap. “Yiyecek ve içecekler orada.”

“Bir ayran içeyim sonra da kalkıp gideyim.”

“Bir yere gidemezsin,” dedi ihtiyar.

“Nasıl gidemem? Geldiğim gibi giderim.”

Karşısındaki bilgiççe başını sallayarak, “Hiç deneme,” dedi.

“Buraya şu kapıdan girmedim mi? Aynı kapıdan çıkar giderim.”

“Bırakmazlar,” dedi. “Boşuna uğraşma, nöbetçi kaynıyor etraf. İmkânsız.”

“Ama o kapıdan geldim ben buraya.”

“O giriş kapısı,” dedi. “Buraya girerken kullanılır ancak, çıkarken değil.”

“O hâlde demiryoluna bakan çıkış kapısından giderim ben de.”

“O kapıyı her istediğinde kullanamazsın,” dedi. “Sadece bir kez kullanabilirsin.”

“Öyleyse ben de bir kere kullanacağım. Bu mendebur yere de bir daha adım atmam.”

“İstesen de atamazsın zaten,” dedi ihtiyar adam garip bir ses tonuyla.

“Hadi hoşçakalın, ben gidiyorum.”

“Olmaz oğlum, olmaz,” dedi ihtiyar. “Çıkartmazlar seni. Hemen mani olurlar.”

Giderek korkutucu olmaya başlayan bu durum karşısında yabancı sordu;

“Peki ama, ne zaman ve nasıl çıkacağım buradan? Ben gitmek istiyorum.”

Yaşlı adam bu sözler karşısında katıla katıla gülmeye başlamıştı. Sonra birden,ürkütücü bir ses tonuyla, “Bekleyeceksin,” dedi. “Beyaz treni bekleyeceksin, o geldiğinde çıkarsın.”

“İyi güzel, beklerim beklemesine ama ne kadar? Ne zaman gelir bu tren?”

“Aaa, işte bak o hiç belli olmaz.”

“Allah, Allah! Burası istasyon değil mi?”

“Evet, burası da bekleme salonu.”

“Bunlar da tren bekleyen yolcular,” diye tamamladı delikanlı.

“Aferin. Bak, düşünce zincirlerin sağlamlaşıyor gitgide. Evet, bunların hepsi tren bekliyorlar.”

“Ne kadar zamandır? Örneğin sen, ne zamandır buradasın?”

“Yetmiş iki yıldır bekliyorum,” dedi ihtiyar. Anlamlı bir bakış fırlattı delikanlıya.

“Yetmiş iki yıl mı? Aman Tanrım yoksa ben de mi o kadar yıl bekleyeceğim?”

İhtiyar, yabancının sözünü keserek, “Orasını bilemeyiz,” dedi. “Örneğin dün on yedi yaşında bir yolcu trene bindi gitti. Benden elli beş yıl sonra gelmişti bu istasyona. Sessiz, ağırbaşlı bir delikanlıydı.

“İyi ama trene kimin bineceği nasıl belli oluyor?”

“Aaa, orası çok kolay. Hiç kafanı yorma. Şu camlı kapıyı görüyor musun? Tren gelince, dışarıdaki nöbetçi kapıdan içeri bir-iki adım atıp sağ elinin işaret parmağını birine uzatır. Bu sessiz mesajı alan hemen dışarı çıkar, trene binip gider.”

“Demek beklemekten başka çaremiz yok.”

“Öyle,” dedi ihtiyar. “Ama sen çok sabırsızsın. Aklını trene takma, o nasıl olsa gelir.”

“İyi ama burada böyle beklemek…”

“Amma yaptın haa, sen daha geleli bir saat oldu.”

“Vakit geçmek bilmez burada.”

İhtiyar adam kahkahayı koyuvermişti. “Buradaki oyuncaklarla oynaman yıllar alır. Sen bana bakma, ben artık yaşlandım, yoruldum, oynayamıyorum.”

“Bir şey daha öğrenmek istiyorum,” dedi delikanlı. “Nereye gider bu tren? Hangi kente veya kentlere?”

“Çok zor sorular soruyorsun evlat. Trenin nereye gittiğini kimse bilmiyor.”

“Nasıl olur? Trene binip gidenlerden öğrenmek mümkün olmadı mı?”

“Trene binenleri bir daha göremedik. Çünkü bizler dışarıya çıkamıyoruz.”

“Yani hiçbir haber alamadınız, öyle mi?”

“Evet, ne trenin nereye gittiğini, ne de binenlerin başına gelenleri.”

“Korkunç,” diye mırıldandı genç adam. “Korkunç olduğu kadar da gizemli.”

“Öyle,” diye yanıtladı ihtiyar. “Ama sen de çok düşünüyorsun. Bak, daha gençsin. Al eline şuradan bir oyuncak, başla oynamaya. Ama önce git bir şeyler ye.”

Bir şeyler atıştırdıktan sonra, eline geçirdiği bir oyuncakla oynamaya başladı. Kurmalı bir trendi bu. Daire biçiminde bir ray üzerinde gidiyordu. Tam o sırada yanına bir genç kız yaklaştı. Elinde bir kitap vardı.

“Ne okuyorsunuz?” diye sordu delikanlı.

Sefiller,” dedi genç kız.

Göz göze geldiler. Gençliğin o fren ve yasak tanımayan baş döndürücü dinamizmine ayak uyduruverdiler. Bir saat geçmeden senli benli olmuşlardı. Delikanlı kızın manyetik alanına yakalanmış, dünyayı unutmuştu. O kadar ki, gelen treni bile farketmedi. Ancak kapıdaki gürültüyü duyduğunda, kendine gelerek, kız arkadaşına sordu: “Ne oluyor, ne bu gürültüler?”

“Tren geldi,” diye fısıldadı kız.

“Tren mi?”

Kızın yüzü kül gibi olmuştu.

“Evet,” dedi. “Beyaz tren…” Sesi giderek daha da boğuk çıkmaya başlamıştı.

Delikanlı birden tuhaf bir önseziyle çıkış kapısına doğru bakışlarını çevirdi; camlı kapı açıktı, tam önünde biri duruyordu; zayıf, uzun boylu, bembeyaz yüzlü biri. İşaret parmağıyla kendisini gösteriyordu…

Prof. Dr. Harun Mutluay