***
Güneş perdenin arasından geçirebildiği bir tutam ışık demetini gözüme gözüme sokup benim tatlı uyanma merasimimi baltalarken, yavaşça doğruldum, ve bir kez daha yabancı bir yerde uyanmanın verdiği garip hisle odaya bakındım. Gözlerimin beklentilerimi karşıladığını söyleyemeyeceğim, ortalıkta kızdan eser yoktu... Hatta dün yaşadığımız olaylarla ilgili çelişkiye düşmemi sağlayacak bir biçimde arkasında iz bırakmamıştı genç kız giderken. Bir süre, prensiplerimin ötesine geçerek olur da geri döner diye onu beklemeye karar verdim.
Oysa burada durmuş onun çıkagelmesini beklemek hiçbir şey ifade etmiyordu. Sonuçta kız gittiyse, hele de bunu yapmış olma potansiyelinin çok yüksek olduğunu düşünürsek, asla geri dönmeyecekti... Bu yüzden toparlanmalı ve arkama bakma hatasına düşmeden bu yolculuğa çıkma amacım için yola devam etmeliydim. Eğer daha fazla oyalanırsam, zamanında Tyruan'a varma şansım kalmayacaktı ve ben de bunu hiç istemezdim. Dolayısıyla yatağımı düzelttim, bavulumu alıp hancıya 100 lilin verdikten (daha doğrusu suratına doğru fırlattıktan) sonra koşar adım Sodiac sokaklarında ilerlemeye başladım...
Sodiac her ticaret şehrinde kolayca karşılaşabileceğiniz tipik olgularla doludur. İnsanları sinsidir ve para hırsları yüzünden hiç bir zaman ellerindekiler onları tatmin etmeye yetmez. Eli iyi para tutan seyyarlar bile, kazandıkları parayı ailelerinin refahı için harcayarak tüketmezler. Bu paraları daha fazla ticarethane kurmak, han yaptırmak, ve yine daha fazla yolcu soymak için harcarlar... Sanırım Sodiac'da ticaret yapıp da fakir olan kimse yoktur. Zaten vıcık vıcık insan kaynayan pazar yerindeki yolcuları sayacak olsak, bu şehirde nasıl bir paranın döndüğünü kolayca kavrayabilirdik ve diğer kasıntı ifadelere gerek kalmazdı. Halbuki böyle konuşmak hakkım değil. Şuan için bende de para gani... Fakat Sodaic'a daha öncesinde iki sefer gelmiş bulunduğum için, Tyruan'a varana kadar ne paralar kaybedeceğimi iyi biliyordum.
"Merhabalar yolcu! Paltonuz seksen yıllık gibi duruyor. Şu deri palto size çok yakışacaktır. Denemeye ne dersiniz?"
Önce tüccarın söylediklerini duymazlıktan gelme taraftarıydım. Çünkü paltoyu giyersem beni iterek düşürdükten sonra "Paltoyu yırttığınız için bana 49 lilin borçlusunuz." diyebileceğini biliyordum. Fakat sonra onun gibi yüzsüz bir tavır takınmaya karar verdim.
"Siz de seksen yıllık gibi duruyorsunuz ama karınız sizi değiştirmiyor..." dedim.
"Pekala genç adam, umarım bu tavırlarınızla dayak yemeden önce Sodiac'dan çıkabilirsiniz..."
"Önerin için sağ ol moruk."
Yaşlı adam önümden çekildikten sonra ağır adımlarla dar sokakları aştım ve dağlara uzanan sınır bölgeye vardım. Buradan sonrası pek tanıdık gelmiyordu bana, sonuçta Tyruan'a yolum hiç düşmemişti. Bu kez oraya ulaşabilmek için tek şansımdı bu tepeler. Düzlüğün son sahasına gelmiştim ki gereksiz bir kalabalık çekti dikkatimi. Ceketimi çekiştirdim ve yine oldukça ağır adımlarla bar denilebilecek eski görünümlü yerin kapısını itekledim.
"Lanet çeneni kapa ve karşı gelmeyi kes. Bir daha bunu yaparsan seni öldürürüm!"
"Bırak beni! Seninle gelmeyeceğim! Beni bunu yapmaya zorlayamazsın!"
Birden sesin oldukça tanıdık geldiğini fark ettim. Konuşmalar bile, bilindik bir anıyı tetiklemişti beynimde. Meraklı kalabalığı yarıp da baba-kızın arasına dalınca sabaha kadar aklımda birer düş gibi gezinen anılar daha parlak bir hal aldı. Domuz herifin önüne geçip kızı çekiştirmesine engel oldum.
"Sen! Sen o manyak yolcu! Beş kuruşsuz kızımı kaçırabileceğini sandın değil mi? Ama o ait olduğu yere dönecek... Şimdi yolumuzdan çekil."
"İşte bana bunu yaptırmak biraz zor olacak. Çünkü kızın peşini bırakana kadar ASLA! Ne zaman ki kızı kendi istediği gibi yaşaması için rahat bırakırsın, ben de o zaman seni rahat bırakırım. Ha hala para için kızını satmakta ısrar edeceksen, seni de daha öncekilere yaptığım gibi ortadan kaldırmaktan zevk alırım."
Kız elimi geriye doğru çekerek beni uyarmaya çalışırken babasının etrafına toplanan iri yapılı arkadaşları bana tehditkar bakışlar savurmaktaydılar. Babası da sadece zengin bir domuzun savuracağı türden bir gülümsemeyle bana karşılık verirken yanıma yaklaştı ve fısıldar gibi kısık bir sesle "Eğer kızı bu kadar çok istiyorsan 400 lilin ver, gerisi senin bileceğin iş..." dedi. Doğrusu şaşırmamıştım. Bu sözler dürüst ve şeref sahibi bir insanın dudaklarından dökülmüş gibi endişe içine düşecek değildim. O an tek yaptığım, ne kadar param olduğunu hesaplamaktı. Ve parayı vereceksem, karşılığını alıp alamayacağım oldu.
Bir adım geriye attım ve kızı elinden tutup kapıya doğru ilerlettim. O arkamda, şu durumda olabileceği en güvenli yerde beni beklerken kalın paltomdan para kesemi çıkarttım ve 400 lilini olduğu gibi adama fırlattım. İlk işi ağırlığını eliyle tartmak oldu, sonra bana döndü ve gülümsedi.
"Pek iyilik meraklısı bir kimsesin, kız artık senindir..." dedi.
Sanki minnettar olmam gerekiyormuş gibi ben de şükran dolu bir gülümsemeyle selam verdim ve tam arkamı döndüğümde gelen sesle bir kez daha geriye bakmak zorunda kaldım.
"Hey, burada 400 lilinden az para var."
"Sen neden bahsediyorsun? Orada tam 400 lilin var."
Bu sözümün ardından adeta bir ayı gibi güldü ve keseyi açıp arkadaşlarına içindeki paradan dağıttı. Tabi paranın karşılığında istediği birşey mutlaka vardı, sadece bu şeyin yararıma olma ihtimali-
Hayır. Böyle bir ihtimal yoktu.
Böylece arkadaşları da benzer kahkahalar eşliğinde üzerime doğru gelmeye başladılar. Kaç kişi olduklarını sayma zahmetine bile girmedim. Aslında bir tanesinin ayağı takılıp üzerime düşse bu benim ölüm sebebim olmaya yeterdi zaten. Onları nasıl pataklayabilirdim? Şu durumda onlara kalan paramı da verip geri çekilmek mi daha akıllıca, yoksa onlardan birine hamle yapıp hepsinden dayak yemek mi daha akıllıca kestiremiyordum.
"Son param oydu." dedim. "Başka param kalmadı." diyerek son bir kaçma denemesinde daha bulundum.
Fakat "Adam öyle olmadığını biliyoruz..." dediğinde benim için dövüşmek, artık kaçınılmaz olmuştu...
Barın ortasında etrafımı çevreleyen adamlar bana doğru iyice yaklaşmışlardı. Geriledim. Biraz daha... Biraz daha... Çıkış yolu kapalı. Önümü ve arkamı beni dövmek için sabırsızlıkla bekleyen haydutlar kesmişler. Tanrım!
Hapı yuttun Jo.
Bilgisayarı karıştırırken çooooooooooooook uzun zaman önce yazdığım Küçük Jo hikayesinin -ilk iki paragrafını olduğu gibi başka bir hikayeme uyarlamış olduğum için paylaşmadığım- ikinci bölümünü buldum. Yarım kalmış bu hikayeye bir devam yazısı eklemek ve yine yarım bırakmış olmak ne kadar akıllıcadır bilmem ama "Hazır yazı, geç olsun güç olmasın..." diyerekten kalanını da paylaşmış bulunuyorum.