Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - inankose

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Ölü Aşk
« : 24 Haziran 2013, 13:51:26 »
hayvan gibi bir şey anlatılıyor; adam kadının üstüne binmiş yok efendim boğazına abanmış diye ve orada tıp litarerüründe geçen "penis" sözcüğü yazılmış :D penis narin bir sözcük. Onun yerine alet kelimesi seçilebilir, daha sert ve daha bizden olur. Devrik cümlelerine zaten artık bir şey demiyorum, onları geçersek kadın alien mı çok güçlü geldi de bana...

Adamın rüyasını anlattığın kısım harikulade olmuş, hayal gücü ve yaptıkları güzel. Öykü de kurgusal manada iş çıkar vaziyette ama yeniden kaleme alınması şart. Saygılar...

2
Düşler Limanı / Son Salı
« : 24 Haziran 2013, 13:40:36 »
         Son Salı
   Evin içindeyim, yağan karlarsa dışarıda. Elbette hava soğuk, hem de delicesine. Benimle aynı kadere sahip adamlar gibi gece boyu televizyon izlemişim. Bir kadın aramış, benim kadınım, duymamışım. Bir çocuk kapımı çalmış, benim çocuğum, açmamışım. Şimdiyse köpek iniltilerinden hikayeler uyduruyorum, derken işin ciddiyatına kafam takılıyor, anladığım için böbürleniyor, ayağa kalkıyorum. Televizyondan saçılan mavi ışık karşımdaki perdeye vuruyor, televizyonun kendisi değil ama bu ışık beni uyandırıyor.
   Yemek masasının yanında duran sandalyeye oturuyorum, kafamı kaldıramayacak kadar halsizim, derken köpeğim kulübesinden çıkmış cama vuruyor, bir defa daha uyanıyorum. Yani anlayacağınız ikinci uyanışıma kadar bir ölü gibi sürünüyorum. Yemek masasının üstündeki ekmek kırıntıları, örtüye bulaşmış peynirler, reçeller, zeytin çekirdekleri bir natürmort gibi geliyor gözüme, yine masayı toplamaktan vazgeçip kalkıyorum. Mutfak kim bilir ne halde, umurumda değil. Yemeyenler öldü de, yiyenler ölmedi mi?
   Vivaldi’nin kış melodileri kulağımda çarpışıyor, dünden kalma sert tost ekmeğini ısırıyorum, arasındaki kaşar ısırmamla fırlayıp yere düşüyor ve ben onu dahi umursamıyorum. Siyah çorabımla fırlayan kaşarı ezip halıya yapıştırıyorum, bir parçası da çoraba yapışıyor, heyhat yapışsın! O an halıdaki kurumuş domates çekirdeklerini görüyorum, doğrusu onları biraz önemsiyorum; fakat güneşin doğuşundaki kızıllığa yazık olmasın diye parkamı alıp dışarı çıkıyorum. Önümdeki merdivenlerden birine ayağımı uzatıp ayakkabılarımı bağlıyorum. O sırada bir öksürük alıyor beni, cebimdeki mendile ulaşmak maksadıyla elimi cebime sokuyorum, anahtarlar elime geliyor, çıkarıp bir kenara koyuyorum, kapıyı kilitlemediğimi hatırlıyorum. Diğer cebimi yokluyorum, nihayet buluyorum! Yumuşacık mendille, kaskatı kesilmiş, kocaman burnumu silip, okşayıp mendili fırlatıp atıyorum.
Kapıyı kilitleyip köpeğim Paça’nın yanına gidiyorum. Köpek bana bir Tanrı’ymışım gibi davranıyor. Karşımda eğilip bükülüyor, kuyruğunu sallıyor, arada bir secde ediyor. Haklı diyemem ona, bütün Tanrılar’dan daha iyi olduğumu da söyleyemem. Arada bir hata yaparım. Mesela; bir kadın severim. Mesela; cenazeye katılır, kalanlara değil ölenlere küfrederim. Yaşamak varken ölmek he! Sizi aptallar der, kendime biat ederim, ardından düşünceler, düşler, sizler, bizler, nihayetinde sizler de bizler gibi düşlerde düşeceksiniz diye devam ettirip yaşayanları da eşsiz küfürlerimden ayrı bırakmam.
Sahi ya! Asıl mesele Mısır Başı’nda oturan adamın yanına gitmekte. Şimdi her şeyim hazır; köpeğim bile! Öyleyse yürüyelim dostlarım!
Alibeyköy’ün karını, kışını yiyerek yürüyorum. Eski sucuk fabrikasının yanındaki patikadan aşağı doğru bırakıyorum kendimi. Tanrı karı yaratırken lütfetmiş doğrusu diyorum; karın yumuşaklığı ve beyazlığıyla gökyüzünden düşer gibi mahallenin merkezinde buluyorum kendimi.
Günün ilk ışıklarının aydınlattığı çiçekçi tabelasından yansıyan kırmızı renklerle gözüm fotoğraf sütüdyosuna kayıyor. Adamın her darbede yanıma sığındığını hatırlıyorum. Sonra kırık dökük fotoğraf makineleri, yeni boyanmış duvarlarda tırnak izleri, sayfalardaki kalem tereddütleri, fotoğrafların arkasındaki aşk çiziktirmeleri, ilk çocuk, evlilik, sünnet, ilkokul, siyah önlük, ilk iş… Yazık ki hatırlıyorum. İlkler, hep ilkler değil miydi nefret ettiğimiz.
Hızla! Evet hızla arkamı dönüp Mısır Başı’na varıyorum. Orada bekliyor Mısır Başı’ndaki adam. Üşümüş, üzerinde sarı-siyah battaniye var. Yanına yaklaşıp oturuyorum. Yüzüme bakıyor, tanıdığını hissediyorum, sonra önüne dönüyor, elini cebine sokup iki dal sigara çıkarıyor. Birini bana uzatıyor; alıyorum. Sigarayı ağzına götürüyor, iki dudağının arasına alıp benimle konuşmaya başlıyor:
“Çakmağın var mı?”
“Yok,” diyorum.
“Bende de yok,” diyor. Şaka yaptığını düşünüyorum; fakat şaka yapmadığını gözlerindeki keskin bakışlardan anlıyorum ve devam ediyorum konuşmaya:
“Öyleyse bu sigarayı nasıl içeceğiz?”
“Ben sigara kullanmıyorum,” diyor. İçimden küfrederek:
“Ben de kullanmıyorum,” diyorum, hala ciddi ciddi önündeki süs havuzuna bakıyor, sonra eklemesi gereken bir şeyler olduğunu anımsıyor ve konuşuyor:
“İçmesek de olur!”
Ben de sigarayı iki dudağımın arasına alıp adama eşlik ediyorum. Uzunca bir süre birlikte susuyoruz. Birlikte susmak ne demek anlıyorum! Donmuş süs havuzunun üzerine düşen kar tanelerine dikkat kesiliyorum, sonra sessizliği bozuyor:
   “Hişt, sessiz ol! Duyuyor musun?”
   “Neyi duymam gerek? Sanırım duymuyorum.”
   “Eh, sen de! Ahmak adam güneşin sesini, güneşin!”
   Dalga geçiyor herhalde desem de ciddiliğimden ödün vermeyip eğilmiş bize bakan güneşe bakıyorum. Tuhaf aklıma hadım edilmiş erkekler geliyor, onların iniltilerini işitiyorum. Bağırış çağırış derken kulağıma “Aksaray, Aksaray efendim, Aksaray, Aksaray!” diye bağıran kahyanın sesleri geliyor. Hatta minibüs şoförünün elindeki bozuk paraların sesini dahi duyuyorum. Tepedeki demir borulara asılı bekleyen insanları izliyorum; onları askılıktaki zengin fraklara benzetiyorum. İşçinin hali bu! Yazık doğrusu, zengin olan patronlar ve paranın orospuluğu! Arkadan otobüs kornası, küçük bir kuryenin motorunun sesi, soğuktan üşümüş çocuğun titremesi… Heyecanlanıyorum, Mısır Başı’ndaki adama dönüyorum, sarılmak istesem de sarılmayıp sadece konuşmakla yetiniyorum:
   “Elbette duyuyorum, çok daha fazlasını duyuyorum, dünyanın dönüşünü dahi hem de!” Konuşurken ağzımdaki sigarayı düşürüyorum, eğilip alacakken elimi tutup beni engelliyor, doğruluyorum, konuşuyor:
   “Dünyayı duyuyorsun demek. Ne garip değil mi? Garip, evet, evet! Hele evleriniz. Oturak koyarsın kilise, halı serersin cami, içersin meyhane, sevişirsin aşkhane, içine sıçarsın sintine, söversin cansiparane, ölürsün cenaze, dört duvarmış meğer hayat. Bak, korkuyorum ben, giremiyorum hiçbir dört duvarın arasına. O yüzden Mısır Başı’ndaki adam derler bana. Dilersen deliyimdir senin için, dilersem dahi. Bak mesele burada!” dedi, işaret parmağıyla şakaklarıma birer kez dokunup elini çekti, ardından ağzındaki sigarayı alıp cebine koydu. Tam konuşacaktım devam etti:
   “Bu gün salı, son salı. Yani yılın son salısı. Salı günlerini hiç sevmemişimdir. Bana ikinci olan her şeyi hatırlatır. İkinci kemanı mesela; onun sesindeki acizliği, yenilmişliği, ezikliği. İkinci sevişilen kadını mesela; tendeki edepsizliği, tecrübenin adiliği. İkinci satır mesela, hayatta aklında kalmaz, unutursun, ya ilk satırı ya da son satırı tutarsın aklında. İkinci çocuğu mesela, hep ilk çocuk sevilir, hep ilk çocuk dövülür, ilk çocukta anlaşılır çocuk sevgisi, ikinci var ya ikinci, öyle aşağılanır ki aslında, o yüzdendir ki ilkin sevildiğini bilmesin diye hep şımartılır. Bakma öyle gözlerime aşktan dem vuramam sana. İkinci aşk yoktur, yeniden aşık olmak vardır. Aşk hep tazedir.” Birden durdu, ayağa kalktı, süs havuzuna kadar ilerleyip döndü, gözlerinin yemyeşil olduğunu anladım. Yüzümün yandığını hissettim, konuşmaya başladı:
   “Bu gün salı, son salı. Ölüm, işte bir onu ikileyemiyoruz, korkuyorum çocuk. Ölmekten değil, ikileyememekten,” dedi sigarasını koyduğu cebe elini soktu, mavi mürekkep lekeleri dolu bir kağıt çıkardı. Yanıma doğru yürüdü, uzattı. Tereddüt ettim, gözlerine baktım; fakat kağıdı almaktan kendimi alıkoyamadım. Son kez konuşacağını anladım, geldi yanıma oturdu:
   “Git şimdi, karşıdaki parkta otur ve oku.”
   Köpeğimle beraber koşa koşa parka gittim, banka oturdum, karşımda karla kaplı oyuncaklara bakakaldım. Düşünmeye fırsat bırakmadan kağıdı açtım, okumaya başladım:
   ‘Bazen saçlarımın orta uzunlukta olduğunu düşlüyorum, sakallarım hayli uzun, hatta ikisi birbirine girmiş. Gözlerim yukardan dudaklarım aşağıdan kapatılmış, görmüyor ve konuşmuyorum. Anlayacağın çocuk sen yapadur, ben oyuncaklardan çıkan iniltilerden büyüdüğünü bilirim. Öyleyse anla diye söylüyorum; dostların olacak, sonra dostlarından bazıları kalacak bazıları yeni dostlara dönüşecek, yine dostlar konusunda iyi olacaksın, öldürmek konusunda iyi değiller. Sevgili(leri)n olacak, onu da sen öğreneceksin; fakat dostsan eğer bir daha sevgili, sevgiliysen bir daha dost olamayacaksın. Hadi şimdi tut elimden merdivenleri beraber çıkalım, son kez sen büyümeden kaydıraktan kayıp salıncakta sallanalım.’
   Kafamı kağıttan ayırdım ve ayırır ayırmaz bir kadın gördüm, benim kadınım, bir çocuk gördüm, benim çocuğum. Ayağa kalktım, onlar el ele tutuşmuşlardı, yanlarına gittim. Çocuğa sarıldım, gözleri doldu, annesine baktım, ağlıyordu.
               Son. :fight:

3
Öykünün başlığının olmayışı ilgi çekmek maksatlı değildi, öyküye çekmek için zaten hiç değil. Tek başlıksız öyküm de bu. Tabii dün üye olmuş birinin diğer öykülerini bilemezsiniz bu yüzden algı yanlışlığı olşmuş. Öykünün içeriğini belirtmemin amacı da içinde küfür var rahatsız olanlar okumasın diyeydi ki zaten ben belirtmeyecektim forum kuralı gibi bir şeymiş herhalde, o yüzden belirttim. Hem başlıksız bir konu da olabilirdi. Başlıksız öykü demeyi tercih ettim. Görülen şey başlıksız bir öyküyken buna başlıksız öykü demek en doğal hakkım. Tekrarlara gelecek olursak bu tür bir anlatımın peşinde koşuyorum. Yeni bir heves de denebilir, nereye gidilir, ne sonuçlar elde edilir bilemem; ama anlatımı daha çekici kıldığını düşünüyorum. Anlatıcı konusunda da bir yanlışlık yok. Anlatan benim; şöyle oldu böyle oldu diye devam ettirip ardından şöyle yaparız deyip şöyle yaptımla bitirebilirim.

4
Hoş bulduk Bars. Sonunda beni de Rıhtım'a dahil ettin. Daha fazla yazamıyorum abi böyle, kişiliğime ters :D daha rahat daha samimi olmak istiyorum. Yırtın kozaları hadi kelebek olmaya!

5
           
Vücudunu sergileyebilmek için otuz saniyesi vardı. Beş çizgi adımından sonra üç saniye etrafa bakıp sırtını dönecek ve gerisingeriye gidecekti. Toplam otuz saniye boyunca hiç hata yapmamalıydı ya da yapmalı mıydı? Kararsızlık yaşıyordu. On sekiz yaşına kadar şöhret olmayı başaramamış güzel insanların ortak sorunu bunu nasıl başaracağını bilmemesiydi. İstisnasız hepimiz şöhret peşindeydik. Bir başkası olmadan kendi hayatına devam edemeyecek duruma getirilmiştik. Üzerimizde büyük bir yük vardı. Güzel insanlardık. Buna hepimiz inanıyorduk.
   Kendince güzel olan her şeyin aslında kötü olduğunu öğrenmeye başlayanlarımız oldu. Hala moda adı altında hiçlik sergileniyordu. Metanın dibi kadın ve metanın dibi adam. Otuz saniyede seks, otuz saniyede tam teçhizatlı orgazm. Spot ışıkları, türlü kast ajansları ve izleyen binin üzerinde göz. Açılıp kapanan kocaman gözler. İnsanın meta olmasına karşı olanlar için güzel bir karşı bayram; fakat onlar da çok iyi biliyordu ki insan metanın kendisiydi. Dışına çıkmak için çaba sarf ediyor olabilirdi. Doğrudur.
   Otuz saniye sonra spot ışıklarının açık renkli teninde bırakacağı ize bakmadan kendini sahneye atacaktı. İlk deneyimiydi. Ayağında on iki santim topuklu ayakkabı. Üzerinde göğüs uçlarını gösteren transparan bir şey altında da yeni tıraşlanmış cinselliği duruyordu. Alt taraf da en az üst kadar transparandı. İlk kez sahneye çıkacak biri için anadan üryan olmak tuhaftır. Yıllar boyunca giyinmeye sürüklendiğimizden çıplaklığı kolay kolay kaldıramayız. Oysa hangimiz çıplak doğmadık. Doğaya ihanet ettiğimizi biri çıkıp söyleyecek mi?
   Otuz saniye sonunda kendisini izleyen gözlerin önüne çıktı. Ellerini daha önce söylendiği şekilde kesin tavırlarla ileri geri sallayarak yürüyordu. Bir ayağı diğerinin önüne çok sert biçimde iniyordu. On iki santim topuk her yere değişinde ses çıkarıyordu. Orospu topuğuydu. Başka hiç kimse on iki santim topuk kullanmazdı. Orospu topuğuyla takır tukur yürüyordu. Zamane Tophane simitçileri gibiydi. Çıplak simitçi! İnsanların gözlerine bakmaması gerekiyordu. Denklanşör tutan elleri izlemeliydi. Patlayan ışık toplarından kameraya geçen ters görüntüsünde düzgün görünmeliydi. İlk seferdi bu ve canını acıtacaktı. Çıplaklık bekaretini kaybediyordu. Kameralara bakmak insanlara bakmaktan daha zordu. Açılıp kapanan yapay bir göz. Gözü yavaş yavaş oturan insanlara kaydı. Gerçekten berbat giyiniyorlardı. Farklı görünme çabası iki yüzlülükle sonuçlanıyordu. Hiçbiri yatarken o kadar absürt giyinimli değildi. Hiçbiri duşa girdiğinde o kadar sükseli değildi.
   Kızın gözleri kaydı. Önce kafasını eğdi, kendi göğsüne baktı. Siyaha yakın tonda mor olan göğüs uçları destekli sütyen sayesinde karşıyı gösteriyordu. Dik göğüsler ve sert göğüs uçları. Kafasını göğüs uçlarının karşısına doğru kaldırdı. Bir kamera ve yaklaşık elli göz göğüs uçlarındaydı. Göğüs uçlarını yalamak isteyen yaşlı moda tasarımcılarını gördü. Seks, para, ıslaklık! Adam hayallerinde kızı düzmeye başlamıştı bile. Otuz lira anca tutardı göğüs ucunun teki. O kadar küçük bir şey için güzel fiyattı.
   Gözleri daha da aşağıya gitti. Tıraşlı cinselliği gözlerinin önündeydi. Apaçık ortada olması ve kendisini bayıltana kadar yalamak isteyen insanların karşısında olması onu korkutmuyordu. Saatlerce düzülmek istiyordu. Yaşlı dillerin vücudunda gezmesini istiyordu. Buruşuk penislerin tıraşlı cinselliğinde kaybolmasını istiyordu. Yapacak bir şeyi yoktu. Şöhret erken yaşta düzülmekten başka bir şey değildi ve biz bunu istiyorduk. Hepimiz düzülmeliydik.
   Adamları gözlerinden göğüs ucu severler ve cinsellik severler olarak ayırmıştı. Spot ışıklarının önüne kadar geldi ve üç saniye boyunca karşısındaki kameraya donuk pozlar verdi. Dudaklarını daha belirgin hale getirdi. Hafiften dişlerini araladı. Dili gözüküyordu. Dili ıslak ve pespembeydi. Adamlar kızın az da olsa gözüken diline bakıyorlardı. Sertleşmiş erkekliklerinde o dili istiyorlardı. İyi bir oral seks hepsinin ihtiyacıydı. Yaşlılıktan kavlanmış ve buruş buruş olmuş aletleri için genç, kıvrak ve ıslak bir dil inanılmaz gelecekti.
   Kameraya gülümsedikten sonra arkasını döndü. Sıkı bir kıçı vardı. Daha demin kendisini delicesine düzmek isteyen moruklara sırtını dönmüş yürüyordu. Morukların şu an sahiden de tek derdi onu düzmekti. Dudakları düşmüştü. Aletleri hiç olmadığı kadar pantolonu zorlar hale gelmişti. Kameralar bunları çekmeliydi. Kız yürüdükçe kıçı sallanıyordu. Toplam iki avuç, sağ ve sol. Ölümden önce görmek isteyeceğiniz üç şeyden biri bu kızın kıçı olabilirdi. On saniye boyunca yüz resimde kızın kıçı olacaktı. Spot ışıklarlı kıçını daha belirgin hale getirmek için daha yatay bir şekilde yansıtılacaktı. Kız ilerledikçe yüzlerce göz tarafından düzülecekti. Bunu kendisi istemişti.
   Podyumdan çıkmanda önce tekrar aşağı baktı. Sahiden de çırılçıplaktı. Merdivenleri sayarak indi. İndiğinde sayıyı unuttu. Tebrikleri kabul ediyordu. On sekiz yaşındaydı, güzeldi. On iki santim topuklu ayakkabısı vardı. Oral seks için binlerce lira para kazanabilirdi ve bu daha başlangıçtı. Kıçı mı? Kıçı inanılmazdı. Otuz saniye spot ışığında o kıça bakmak insanı peygamber yapıyordu.
   Soyunma peronlarına geldi. Yanında kendisi gibi onlarca çıplak kadın vardı. Bazısı yeni tıraş oluyordu. Bacaklarını açmış ayna karşısında dikkatlice tıraş olan bir kadına yanaştı. Kadın bu haliyle hiçbir cinsellik barındırmıyordu. Cinselliği aynadan yansıyordu ve yeni kesilmiş kısa kıl içinde kalmıştı. Berbattı.
   Tıraş olan kadının yanından geçip sekiz numaralı soyunma kabinine yaklaştı. Kabinlerin kapısını kapatmak yasaktı. Kabine girdi, kafasını aynaya dayadı, başını eğdi. Göğüslerini avuçladı. Dışarıda hala onun göğüslerini avuçlamak isteyen yüzlerce adam vardı. Yüzlerce de kadın. Elini göbeğinden aşağı doğru kaydırarak tıraşlı cinselliğine ulaştı. Genç, temiz ve pürüzsüzdü. Uzun zamandır cinselliğin tek harfini bile yaşayamamıştı. Şöhret olma çabası bazen sikerken bazen dul ve hasta bir kadın gibi bırakıyordu. Ayrılık kokusu erkeği çekmiyordu. Kendisine dokunmaya devam etti. Aynada gözlerinin içine bakıyordu. Göz bebekleri büyümüştü. Kendinden iğrendi. Elini çekti. Eli ıslanmıştı.
   Üstündeki çıplaklığı çıkardı. Normal şeyler giydi. Podyum nöbetçisi sayılan bir kadın yanına yaklaştı. Elindeki zarfı kendisine uzattı. Zarfta:
   “Malibu barda, saat on iki buçukta yanımda ol,” yazıyordu. Yazıyı okuyup zarfı açtı. Üç bin lira. Kendisini iyi pazarlamıştı. Evet evet sürekli söylediğim gibi orospuluk güzel meslekti.
   Gitmek veya gitmemek arasında kalmadı. Gidecekti. Sıkı kıçıyla, diri göğsüyle, ıslak ve tıraşlı cinselliğiyle orada olacaktı. Başka çaresi vardı, fakat istemiyordu. Düzülmek istiyordu. Sağlam, sert ve uzun uzun.

Sayfa: [1]