BÖLÜM 2 - YENİDEN DOĞUŞ
2
Tekrar birine karşı yoğun duygular beslemeyeli uzun zaman olmuştu. Aynı hayallerin ve korkuların peşinden koşmak, onu nedense heyecanlandırıyordu. Bu sefer her şey farklı olacaktı. Uzun süredir kendisiyle ilgilendiğinden emindi. Üst üste yaşadığı sorunlara karşı ona destek çıkacak ve sadece onu önemseyecek bir sevgilinin hayallerini kuruyordu. Derya’yı çok fazla tanımıyordu. Hayallerinde kurduğu mükemmel karakterine âşık olmuştu. Ne de olsa düşündüklerinin –kendisine göre- aksi olamazdı.
İyimser olduğu zamanlarda yaşadığı büyük acılardan biriydi bu. Olacaklara o kadar çok inanıyordu ki, beklentileri karşılanmayınca büyük düş kırıklıkları da ardından geliyordu.
Son vize sınavına girdikten sonra, Derya’ya karşı olan duygularını söylemeye karar vermişti. Sınavdan çıktığında ilk iş nerede olduğunu aramak oldu. Derya, koridorun başında arkadaşları ile birlikte, sınav sorularının ne kadarını doğru yaptığına bakıyordu. Ona doğru yürüdü. Yanına vardığında vakit kaybetmeden söze girdi.
“Seninle bir şey konuşabilir miyim?”
Derya’nın bir sürelik durgun bakışlarının ardında, konunun ne olduğunu anlamış olabileceği fazlasıyla belli oluyordu.
“Tabi” diyerek cevap verdi sadece.
Birkaç metre ilerideki kalorifer peteklerinin yanına yürürlerken neler söyleyeceğini kafasında kuruyordu. Yalan söylemediği sürece konuşmasında bir aksaklık olmazdı. Bu yüzden yalan da söyleyemezdi. Çok heyecanlı olmasına rağmen akıcı şekilde düşüncelerini dile getirdi.
“Senin de farkında olduğunu düşünüyorum, uzun zamandır senden hoşlanıyorum. Eğer sen de istersen birbirimizi daha yakından tanımaya ne dersin?”
Gençlik edebiyatında “çıkmak” olarak bilinen lafı pek sevmezdi. Buluşma, flört, tanışma denilebilirdi belki ama çıkmak sözcüğünün bir anlamı yoktu. Bu yüzden sevgisini dile getirirken daha içten ve daha saf kelimeler seçmişti. Ama aldığı cevap, sorusu kadar içtenlik ve farklılık içermiyordu.
“Kusura bakma ama ben seni arkadaş olarak görüyorum.”
Standart reddedilme ve ayrılma durumlarındaki en bilinen cümleyi duymuştu.
Sorun sende değil bende.
Başkalarıyla görüşmemiz ikimiz için de daha iyi olacak.
Yeni bir ilişkiden çıktım ve yeni bir ilişkiye hazır değilim. Bahaneler… Başkalarını üzmemek için söylenen bahaneler uzun zamanlı durumlarda çok daha yaralayıcı olabiliyordu. “Seni arkadaş olarak görüyorum” cümlesi daha sonra “beni bir sevgili olarak görebilir” düşüncesini getiriyordu. Bu düşünceyle beslenen kişi zamanla daha büyük hayal kırıklıklarını tamir edemiyordu.
Bu cümlenin kendisine neler getireceğini gayet iyi biliyordu. Beyninden saliseler içinde milyonlarca düşünce geçti. Sonra vücudunda hissettiği ürpertinin ardından bir anda hiçbir şey düşünmemeye başladı. Bütün duyguları da düşünceleri ile birlikte yok olmuştu. Sanki vücudu hormon salgılamıyormuş gibi tüm hisleri donuklaşmıştı.
“Dinlediğin için yine de teşekkürler” diyerek oradan uzaklaştı.
Artık tek isteği evine gitmekti. Tek başına yaşadığı evde kendine zaman ayırmaya niyetliydi. Sonsuza kadar. Boynundan sarkan kulaklığını kulaklarına taktı ve telefonuna kayıtlı ilk şarkıyı çalmaya başladı. Şarkıyı dinlemiyordu. Beyni rutin işleri tekrarlar gibi çalışıyordu artık. Yürüdüğünün bile farkında değildi. Her gün yaptığı gibi bacakları onu evine götürüyordu sadece.
Basit bir reddedilmenin onu bu kadar yaralamasının sebebi Derya’yı çok sevmesi değildi. Hayatındaki döngünün nasıl işlediğini anlamıştı artık. O birini sevecekti ve her şeyin güzel olduğunu düşündüğü zaman hayatı altüst olacaktı. Bunu defalarca yaşadı. Sorun, bundan sonra da yaşayacağından emin olmasıydı. Hayatının geri kalanında para kazanıp, yaşamak için gerekli materyalleri karşılaması yeterli olmayacaktı. Biriyle paylaşmadığın sürece yaşamanın ne anlamı vardı ki?
Yağmur başlayalı on dakika olmuştu. Otobüs, inmesi gereken yere neredeyse gelmişti. Komutlar ile çalışan beyni, otobüsün inmesi gereken yere gelmeden önceki son dönemeci geçince ayağa kalkmasını söylüyordu. Tutunma direklerinin üstündeki düğmeye bastı ve otobüs şoförünün önündeki ışık yandı. Kapının önünde geçerek aracın durmasını bekliyordu. Durağa gelmesine birkaç saniye kala gözlerini kapattı. Özlem duyduğu bu hiçliği biraz olsun hissetmek istiyordu. Karanlık…
***
Islak giysileri ile mutfak halısının üstünde yatıyordu. Sanki hiç uyanamayacağı bir rüyanın içindeydi. Gaz zehirlenmelerinde bilinç kaybından birkaç dakika sonra kalp durur. Kalbin durmasından beş dakika sonra da beyin hücreleri ölmeye başlar. Bu tip zehirlenmeler ile yaşanan bayılmalarda, beyin ölümü gerçekleşmeden kurtulanlar, bilinçaltlarına yerleştirdikleri cenneti kazanma isteği yüzünden gördükleri rüyaları
cenneti gördüm, ölüp dirildim, bir ışık gördüm gibi yorumlarlar. Beş senedir veteriner fakültesinde okumanın verdiği bilgi sayesinde, gördüklerinin rüya olduğunun farkındaydı. Rüyada olduğunu fark ettiği zamanlarda ise rüyasını kontrol edebiliyordu. Ancak bu sefer gördüklerine engel olamıyordu.
Rüyasında on beş yaşındaydı. Samsun’da, deniz kenarındaki lüks dairelerinin oturma odasındaydı. Hafif beyaz, bulanık bir görüntü vardı her yerde. Hemen karşısında annesi duruyordu. Yorgun ve üzgün görünüyordu. Rüyalarında dahi gördüğünde sinirlenecek kadar çok nefret ediyordu annesinden. Yine bağırmaya çalıştı ama bir türlü nefretini kusamıyordu. Sesi çıkmıyordu. Bu sefer farklı bir şey oldu. Annesi ona bakarak
“Özür dilerim, her ne yaptıysam özür dilerim” dedi büyük bir içtenlikle.
“Yaptıkların değil yapmadıkların yüzünden sevmiyorum seni” diye karşılık vermişti ona.
“Ama ben seni hep çok sevdim. Kimseye göstermediğim ilgiyi hep sana verdim. Ne hatam varsa söyle bir daha yapmayayım” derken üzgünlüğü gözlerinden okunuyordu annesinin.
“Çok geç artık. Sevilmeye en çok ihtiyacım olduğu zamanda kendini düşündün. Tek derdin paraydı, bana değiştiğini söyleme. On yıl oldu hâlâ aynısın. Ben senin gözünde, yeri gelince verdiğin zahmetlerin karşılığını alacağın bir çocuk oldum sadece!”
“Beni anlamıyorsun. Sen benim oğlumsun ve seni çok seviyorum” derken annesi kollarını açıp sarılmak için ona doğru yürümeye başlamıştı.
Ciğerlerindeki tüm havayı bir seferde dışarı verecek kadar şiddetli bağırırken aynı zamanda her şey bembeyaz oluyordu. Değil ona dokunmak, sesini dahi duymaktan nefret ediyordu.
Nefesi kesilip gözlerini açtığında beyazlığın da yavaşça yok olduğunu ve tekrar bulanık görüntüye geri döndüğünü fark etti. Fakat bu sefer on iki yaşındaydı. Sahil kenarındaki yeni evlerini satın aldıkları gündeydi. Apartman kapısının önünde bekliyordu. Bir süre sonra kapıdan babası çıkıp karşısında durmuştu.
“Yeni evimizi beğendin mi?” diye sordu yumuşak bir sesle babası.
“Evet. Çok güzel. Ama eski mahallemizden ayrılmak istemiyordum.”
“Eninde sonunda bir şeylerden kopman gerekir.”
Sürekli, bağlandığı veya bağlanmak istediği şeylerden kopmak zorunda kalmıştı. Rüyasında on iki yaşındaki halinde olsa da, gerçekte yirmi beş yaşında olduğunu biliyordu. Tüm hayatında yaşadığı kopmalar yüzünden hayata olan nefretini bu sefer babasına yöneltircesine sesini yükseltti.
“Keşke sen de içki içmekten kopabilseydin. Bana nasihatler vermen kolay. Ama benim için hiçbir şey yapmadın. Sadece kendin için kazanıp kendin için harcadın. Ama haklıydın. Sen kazandın, sen yedin.”
“Ben sizin için çalıştım, bunca şeyi sizin için yaptım, şimdi bana yüz mü çeviriyorsun?” diye sert bir karşılık verdi babası.
“Bu günden sonra elimizde sadece bu ev kalacak. Elindeki her şeyi satacaksın, üstelik sadece arkadaşlarınla içki içebilmek için. Onlar sana ne verdi? Paran bittiği zaman hiçbiri arayıp sormayacak bile. Sen onları kazanabilmek için evi de satmayı düşüneceksin. Sana baba derken kendimden tiksindiğimi biliyor muydun? Bana sarılırken üstüne sinmiş alkol kokusundan nefret ettiğimi hiç düşündün mü? Ama haklıydın, sen kazandın, sen yedin. Bana bir şey vermek zorunda da değilsin. Benim tek umursadığım bana babalık yapamamandı.”
Babası daha da hiddetlenmişti.
“Ne demek babalık yapamadım? Üniversitede okuman için kim harçlık yolladı sana? Bunca sene kim para verdi?”
“Arkadaşlıkların gibi oğlunu da para ile satın alacağını zannediyorsun değil mi? Sırf seni görmemek için eve gelmek istemiyorum bunu biliyor muydun? Anneme olan nefretimin en büyük nedeni de sendin. Sana olan nefretimin bir kısmını ondan çıkardım. Tıpkı bütün nefretlerim gibi.”
Gözleri iyice dolmuştu. Son siniriyle babasına bağırdı.
“SENDEN NEFRET EDİYORUM.”
Babası tarafından yediği ikinci tokat da bu rüyasında olmuştu. Yüzünde hissettiği keskin acı ile birlikte tekrar her şey bembeyaz kesilmişti. Gözlerini açtığında ise daha eskiye gittiğini fark etti.
Sekiz yaşında, Samsun’daki eski evlerinin oturma odasındaydı. Merkezin tam ortasında, eski, tozlu, dar bir yoldaki iki katlı evin ikinci katında oturuyorlardı. Alt katta dedesi yaşıyordu. Binanın altında ise amcasının işlettiği bir kaportacı dükkânı vardı.
Dedesi her ay ava çıktığı için av köpeği ve atmaca beslerdi. İlk hatırladığı köpek olan Kont, amcasının dükkânında, merdiven altındaki boşlukta yapılmış kulübede yaşardı. Kıvırcık siyah tüylü, kocaman –o zamanlar kendi boyutlarına göre- bir köpekti. Hayvanlara olan sevgisinde büyük rolü vardı Kont’un.
Sekiz yaşındaydı. Eskiden çok sevdiği şeyler hâlâ duruyor olmalıydı. Dedesi, amcası, Kont… Koşar adımlar ile evin dış kapısına yöneldi. Kapının önünden ayaklarına büyük gelen rastgele bir çift terlik giyerek hemen aşağıya inmeye başladı. Bir kat aşağıda dedesinin evinin önünden geçerken kapının açık olduğunu gördü. İçeride siyahlara bürünmüş bir kalabalık vardı. Herkes ayakta, karşılıklı iki sıra olmuş, üzgün gözler ile ona bakıyorlardı. Bu günü biliyorum diye düşündü. Bir adım daha atmaya korkuyordu. Yine de bunu yapmak zorunda hissediyordu kendini. Kapıya varınca tam karşıdaki oturma odasına dikti gözlerini. Tıpkı o günkü gibi yerde üzeri beyaz çarşafla örtülmüş bir vücut vardı. Göbeğinin üzerine bir bıçak koyulmuştu. Geçmişte yaşadığı bu hatırayı yine görünce, o zamanlar yaptığı gibi aynı düşüncelere tekrar kapıldı.
“Bana şaka yapıyorlar. Çarşafın altındaki bile başka birisi.”
Çarşafın baş kısmının açılmasıyla görme fırsatını bulmuştu. Orada hareketsizce yatan, teni bembeyaz olmuş kişi dedesi idi. Bu sefer terasa kaçıp ağlamayacaktı. Aksine yanına doğru gitti.
Odada babaannesi, babası, annesi ve ablası vardı. Onlar da ayakta ellerini önlerine bağlamış şekilde duruyorlardı. Kendisine bakan gözleri umursamadan çarşafın yanında durdu. Yüzü tekrar örtülmüştü. Açmaya cesareti de yoktu zaten. Sağında duran ablası elini omzuna atana kadar çarşafa ifadesizce bakakalmıştı.
“Henüz gitmedi. Her zamanki yerinde sana veda etmek için bekliyor” dedi ablası garip ve içten bir gülümseme ile.
Bir anlık durgunluktan sonra tekrar koşar adımlar ile dışarı çıktı ve aşağıya inmeye devam etti. Dedesinin her zamanki yeri sokağın karşısına koyduğu sandalye idi. Orada saatlerce atmacası ile otururdu.
Aşağı indiğinde, gücü yettiğince yüklenerek hızla binanın giriş kapısını açtı. Kapıdan dışarıya bir adım attı ve sokağın tam karşısına gözlerini dikti. Dedesi, her zamanki gibi yine dik ve güvenilir duruşuyla orada bekliyordu. Atmaca, elini koruması için giydiği deri eldivenin üzerinde asil şekilde gerinerek duruyordu. Dedesinin üzerinde, açık sarı çizgili, bej takım elbise ve giysisine uygun fötr şapkası vardı. En son yolculuğuna hazırlanmışçasına şık giyinmişti.
Yavaşça yanına yaklaştı. “Gitme” dedi sadece. Dedesi gülümseyerek ona bakıyordu. Uzun yıllar marangozluk yapan, büyük, nasırlı sağ elini omzuna attı.
“Üzülme” derken hâlâ gülümsüyordu. “Hepimiz bir gün gideceğiz.”
“Gitme. Seninle birlikte sahip olduğum her şey gitti. Beni sevdiğini düşündüğüm her şey beni terk etti.”
Ağzı iyice büzülmüştü ve gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Dedesinin söyleyeceklerini merakla beklerken, bir yandan da gitmemesi için dua etmeye başlamıştı.
“İnançlarından vazgeçme. Hayatın sana neler getireceğini henüz bilmiyorsun. Başkaları için ne anlamlar ifade edeceğini de.”
Bu sırada dedesi, atmacasının bacağına bağlı olan ipi çözerken konuşmaya devam ediyordu.
“Özgür ol, yaşamaya devam et. Unutma ki ben de seni seviyorum. Bu kuş gibi güçlü ol, özgür ol ve yaşamaya devam et” dedikten sonra atmacanın olduğu kolunu yukarı kaldırdı.
Kuş, heybetli bir şekilde kanatlarını açarak gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Gözleriyle atmacayı takip ederken hâlâ dedesinin sözleri kulaklarında yankılanıyordu.
“Güçlü ol, özgür ol, yaşamaya devam et…”
Gözlerini tekrar dedesine yöneltmek istedi ama yerinde sadece oturduğu sandalyesi duruyordu. Hıçkırarak ağlarken ağzından yine o kelime çıktı.
“Gitme.”
Ardından elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya devam etti.
Kısa süre sonra hemen arkasından gelen havlama sesiyle kafasını kaldırdı. Arkasına döndüğünde dükkânın önünde Kont’u gördü. Sanki kendisini gördüğüne sevinmiş gibi kuyruğunu sallıyordu. Hızlı adımlarla Kont’un yanına gidip ona sıkıca sarıldı ve ağlamasına böyle devam etti.
Kafasını kaldırıp, yaşlar akan gözleriyle gülümsemeye başladı. İki eliyle kıvırcık, yumuşak tüylerini okşuyordu. Kont da sevgisini onun yüzünü yalayarak gösteriyordu. Son günlerinden daha yorgun bakıyordu Kont’un gözleri. Üzerinde gezdirdiği ellerine her seferinde bir avuç kıl geliyordu. Onu sevdikçe tükeniyor gibi azalıyordu üzerindeki tüyleri.
O sırada dükkânın arka tarafındaki karanlıktan amcası yaklaşmaya başlamıştı. Kont’un yanına gelip çömeldi. Bir yandan Kont’u severek
“Çok yaşlandı artık. Ne zaman senin adını söylesek etrafını koklayarak seni aramaya başlıyor” dedi sıcak bir konuşmayla.
Amcasına baktı. Yüzü ölmeden önceki gibi bembeyazdı. Alnı ve başının üstündeki açıklığa fazladan saçlarının iyice seyrelmesi de eklenmişti. Hiç kanser olmamış gibi gülümsüyordu. Amcasıyla göz göze geldiklerinde
“Ben de sizi çok özledim. Bugünden sonra hep beraber olacağız. Ben de yanınıza geliyorum” dedi.
O esnada mahallesinde tanıdığı ve ölen herkes etrafında toplanmaya başlamıştı. Erkete, Reis, Kör Ressam… Çoğunun gerçek adını bilmiyordu. İsimlerinin bir önemi yoktu zaten. Onları oldukları kişi olarak sevmişti. Uzun yıllar özlemini duyduğu her şey bir araya geliyordu.
Amcası zorlanarak yavaşça ayağa kalktı. Derin bir nefes aldıktan sonra konuştu.
“Üzgünüm ama senin gelmemen gerekiyor.”
Kont, sokağın uzak kısmındaki parlak sise doğru ağır adımlarla yürümeye başlamıştı. Amcası hariç diğerleri de onu takip ediyordu.
“Nereye gidiyorlar?” diye sorduktan sonra yutkundu.
“Merak etme, hiçbiri seni unutmadı ve unutmayacak. Senin bir amacın var. Bu yüzden şimdilik bizimle gelemezsin.”
Kont, beyaz, parlak sisin önünde durup arkasına baktı. Diğerleri teker teker sisin içinde kaybolurken Kont ona bakmaya devam ediyordu. Amcasının elini omzunda hissedinceye kadar böylece bakışmışlardı. Sonra amcasına dönerek söylediklerini dikkatlice dinlemeye başladı.
“Kim olduğunu unutma, acılarından güç al, kaderine güven ve yaşamaya devam et” dedikten sonra amcası da sise doğru yürüdü.
Sisin içine girerken Kont, elveda der gibi havladı ve amcasını takip etti. Gözleri tekrar dolmuştu ama bu sefer gülümsüyordu. Arkalarından “hoşça kalın” der gibi elini kaldırdı sadece.
Önüne döndüğünde unuttuğu biri duruyordu karşısında. İlkokul ikinci sınıfta sıra arkadaşı olan Merve ile göz göze gelmişlerdi. Diğerlerinin aksine daha güzel görünüyordu. Beline varan uzun, sarı, dalgalı saçlarını, gözleriyle uyumlu mavi bir kurdele ile bağlamıştı. Ellerini önünde kavuşturmuş sevimli bir bakışla onu süzüyordu.
“Merhaba” dedi Merve. Sanki yarın okula gideceklermiş gibiydi. Sanki hiç ölmemiş gibiydi.
Merve onun ilk sevdiği kızdı. Birlikte az zaman geçirmelerine rağmen çok şey paylaşmışlardı. İkinci sınıfa başlayalı üç ay geçmişti. Okuldan çıkıp evlerine olan ortak iki yüz metrelik yolu yine beraber yürüyorlardı.
Birbirleriyle uğraşmayı seviyorlardı. Yolun yarısında, Merve elini sırtına vurup “ebe” diyerek koşmaya başlamıştı. Bir anlık durgunluğun ardından o da peşinden koştu. Yollarının ayrıldığı caddeye gelmeden, elini uzatıp Merve’nin saçındaki mavi kurdeleyi tutarak “ebe” dedi. Kurdele elinde kalmıştı. Merve’nin durması ise birkaç adım daha sürdü. Ölmesi için gereken birkaç adımdı bu. Şaşkın bir ifade ile arkasına dönüp mavi gözleriyle ona baktı. Sonra keskin bir çığlık duyuldu. O güzel kız, caddenin ortasında sarı saçlarına kan bulaşmış şekilde yatıyordu.
Bu sahne gözlerinde tekrar edip durdu. O gün hakkında başka bir şey hatırlamıyordu. Sonraki sekiz ay aldığı psikolojik tedavi ile tekrar sosyal ve normal hayatına dönmüştü. Hayatı boyunca sakladığı o kurdelenin kime ait olduğunu dahi unutmuştu. Saklaması gereken bir hatıra olduğunu bilmek yetiyordu.
Dudaklarından çıkan ilk kelime “hatırlıyorum” olmuştu.
“Seni şimdi çok daha iyi hatırlıyorum. Sana karşı olan pişmanlığımı seni unutarak geçiştirdim” dedi.
Ardından daha fazlasının beyninde şimşek gibi çakmasını izleyerek, şaşkın şaşkın Merve’ye bakmaya devam etti.
“Bana hesap sormak için mi geldin?”
Sonraki cümle ağzından çıkmadan önce hıçkırarak ağlamaya başlamıştı yine.
“Çok özür dilerim. Ben… Ben…”
Merve, işaret parmağını onun titreyen dudaklarına koyarak gülümsedi ve onu susturdu.
“Özür dilemen gerekmiyor. O gün yaşananlar, bugün senin var olabilmen için olması gerekenlerdi.”
“Ama sen öldün. Benim yüzümden.”
Merve eliyle bu sefer kolunu tuttu. Merve’nin dokunuşu ile bir anda sakinleşmişti. Şimdi diyeceklerini merak edercesine dikkat kesilmişti. Merve tüm sevimliliği ile tekrar konuşmaya başladı.
“Beni dikkatli dinle. Bugün tüm sevdiklerin sana birer hediye verdi. Tüm nefretlerin için de bir kusur edindin. Bugüne kadar yaşadıkların şimdi olacağın kişi için gereken bir süreçti. Sana verilen hediyeleri iyi kullan ve yaşamaya devam et” dedikten sonra kulağına doğru eğildi.
“Hiçbir şeyin seni incitmesine izin verme ve yaşamaya devam et.”
Merve’nin, yanağına bir öpücük kondururken hissettiği sıcaklık ile her şey tekrar bembeyaz kesilmişti.