İllüstrasyon: Yunus Kocatepe
Ab-ı Memat Yıllar önce karşılaştığım o ihtiyarı görmezlikten gelseydim bugün, yaşadığım o inanılması güç hadiseyi hikâyeleştiremiyor olacaktım. Çünkü o zamanlar okuma-yazma bilmeyen, bütün gününü çalışarak geçiren genç bir adamdım.
O ihtiyarla karşılaşmamdan yıllar önce hayatımı değiştiren olaylardan biri de babamın Çanakkale’ye savaşa gitmesi olmuştu. Kardeşim ve ben de savaşmak için gönüllü olmuştuk ancak babam buna razı gelmedi. Hem annemi köyde bir başına bırakmaya gönlü el vermiyordu hem de yaşımız küçük olduğu için bizi askere almamışlardı.
Babam cepheye gittikten sonra bütün yük bizim omzumuza binmişti. Daha doğrusu o yükü isteyerek yüklenmiştik kardeşimle. Seferberlik ilan edildiğinde köyde kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar kalmıştı sadece. Geride kalanlar bir yandan geçim derdiyle uğraşıyor bir yandan gidenler geri gelebilecek mi diye endişeyle bekliyordu.
Askerlerimizi uğurladıktan sonra hemen iş aramaya koyuldum. Sonradan aklıma, babamın daha evvelden çalıştığı değirmen geldi. Ertesi gün Burdur’dan bizim köye göçen yaşlıca bir amcanın işlettiği değirmene varıp babamın işine talip olduğumu söyledim. Önce çelimsizliğimi ve harp zamanı oluşunu bahane ederek kabul etmeyecek gibi olduysa da sonra;
“Öyle oluvesin bakalım, hem benim işler görülmüş oluveri hem de sizin garnınız doyar gari. Emme şindiden söyleyiverem öyle her hafta para veremem bazı zaman sadece una talim etmeniz gerekiverir haa,” diyerek razı geldi.
Pazarlık yapacak durumda olmadığımdan hemen o gün başladım işe. Değirmencinin dediği gibi çelimsiz olsam da azimliydim. Otuz kilolu un çuvallarını sırtladım mı belim kopsa bile durmaz değirmene kadar taşırdım onları.
Evimizi çuval sırtlayarak bir buçuk yıl geçindirdim. Yine değirmende çalıştığım bir bahar akşamı kardeşim koştura koştura yanıma gelip de yanaklarındaki nemi fark ettiğimde o hep beklediğimiz haberin sonunda geldiğini anladım. Babamı şehit vermiştik…
Önceden hepimizde bir umut vardı; ama artık babamın bir daha geri gelmeyeceğini biliyorduk. Ağladık. Gözlerimizden hüzünden çok özlem, kahırdan çok gurur aktı. Vatan sağ olsun diyerek yasımızı tutarken babamın naaşının gelmesini bir ay bekledik. Daha sonra öğrendik ki şehit düşen bütün askerler cephenin gerisindeki tepeye defnedilmiş.
Onun geri gelmeyecek olması omuzlarımdaki yükü daha ağırlaştırmıştı. Anamın rahat bir hayat sürmesini, kardeşimin mektep görmesini istiyordum. O yüzden artık sadece değirmende değil, nerede bir iş bulursam orada çalışmaya başlamıştım.
Böyle böyle derken yıllar geçti. Artık yirmi beş yaşıma gelmiştim. O adamla da kasabada tuttuğum bir işten dönerken karşılaştım. Onunla selamlaştığımda, hayatımın geri dönüşü olmayan bir dönemecine girmek üzere olduğum aklımın ucundan bile geçmedi. O günün sabahında köyden ezanla birlikte ayrılmış, kasabaya da öğleye doğru ancak varabilmiştim. Biraz soruşturmadan sonra bir nalbantın günübirlik yardımcıya ihtiyacı olduğunu öğrenip dükkânına vardım. Ayaküstü konuşup anlaştıktan sonra hemen bana verdiği deri önlüğü üstüme geçirip işe koyuldum. Akşam ezanına kadar çalıştıktan sonra dükkân sahibi beni evine yemeğe çağırdı. Geceye kalmamak için önce kabul etmedim ama beni aç aç yola koymayacağını söyleyerek ısrar etti.
Beraberce karnımızı doyurduktan sonra ev ahalisinden izin isteyip yola düştüm. Akşamın iyice çökmüş olmasına rağmen gökyüzünde tepsi gibi duran dolunay yolumu aydınlatıyordu. Bu yüzden yolculuğumun rahat geçeceğini düşünmüştüm. Ta ki daha kestirme diye ormanın içinden geçen yola girene kadar…
Ay ışığının, sık olmayan ağaçların arasından huzmeler halinde sızıp yolu aydınlattığı bir patikaydı orası. Gece kuşlarının ötüşleri ve türlü nevi hayvanatın sesleri doğal bir ahenkle göğe yükseliyor, ağaçların arasına geri dönerek ormanda yayılıyordu. Ay ışığı altında sürekli hareket eden ağaç gölgeleri kollarını canavar gibi bir oraya bir buraya uzatıyor, korkutucu bir görüntü oluşturuyordu. Ancak sadece ninelerinin hikâyeleriyle büyümüş çocuklar ve cadı, gulyabani, hortlak hikâyeleri anlatarak birbirlerini korkutmaya çalışan gençler için… Hayata erken yaşta atılmış ben ve benim gibi emekçiler için bu söylenceler sadece masaldan ibaretti.
Bir süre ormanın türküsünü dinleyerek yürüdükten sonra büyükçe bir kayanın yanında bağdaş kurmuş oturan o adamı gördüm. Kır saçları ensesine dökülmüş, düzgünce kestiği sakalları dört parmak uzunluğundaydı. Üzerinde kahverengine benzer uzun etekli bir entari ve belinde yeşil bir kuşak vardı. Adamı on adım kadar öteden fark ettiğimde önce yolumu değiştirmek istedim ama o yaşta birinden zarar gelmeyeceğine kanaat getirerek yoluma devam ettim. Niyetim selamlaşıp geçmekti.
“Selamun aleyküm kardaşım,” diyerek söze ilk o girdi üç adım kadar yanına yaklaştığımda.
“Aleyküm selam emmi,” diye karşılık verdim.
“Nereden gelir nereye gidersin gecenin bu vaktinde oğul?” elleriyle destek alarak ayağa kalktı. Sesi, bir ihtiyara göre oldukça yumuşak ve içten geliyordu. Yüzünü örten sakallar, hafif gülümseyişini gizleyemiyordu.
“Kasaban gelip Pınarbaşı köyüne gidiyorum amcam. Sen ne yapıyorsun bu ıssızda?
“Benim işim yolculuk etmek evlat, kapısında misafir eden olursa bir tas çorbasını içer, dua ederim,” diyerek devam etti. Anladığım kadarıyla yollarda yaşayan bir garip dervişti. “Görürüm ki bir yoldaşın yoktur. Bu yollar tek başına çekilmez evlat. Ben de o tarafa doğru gidiyorum, istersen yoldaş olalım birbirimize. Yarenlik ederiz.”
Kim olduğunu bilmediğim, özellikle de gecenin bu vakti karşılaştığım insanlarla yolculuk etme âdetim yoktu. Ancak bu adamda beni kendine çeken bir şeyler hissettim. Hem dediği gibi, birbirimize yoldaşlık etme fikri bana da sıcak geldi. Sonunda adamın dediğine geldim ve yola birlikte devam ettik.
İsmini sorduğumda ‘Âdem’ demişti. Ancak bu gerçek ismi miydi yoksa ‘insanoğlu’ anlamında mı söyledi bilmiyordum. Emin olduğum tek şey var, ona selam vermem hayatımda yaptığım en büyük hataydı.
Yürürken onun adımlarına ayak uydurmak zorunda kaldığımızdan yolculuğumuz bir hayli uzun sürdü. Orman yolunu bitirmek üzere olduğumuzda çok yorulduğunu söyleyerek bir kenara ateş yakıp gecelemeyi teklif etti. Hiç içime sinmeyecek olsa da kabul ettim.
Sabahı ettiğimizde derviş benden önce uyanmış yiyecek bir şeyler bile hazırlamıştı.
“Günün hayırlara vesile olsun oğul,” dedi közün üzerinde pişirmekte olduğu tavşana bakarken. Gördüğüm kadarıyla kuşağında bir hançer ya da omzunda asılı yay yoktu. Tavşanı nasıl avladığını sorduğumda “Allah herkese rızkını verir,”diyerek kopardığı bir parça eti bana uzattı.
Karnımızı doyurup yola düştükten bir süre sonra heybetli, koca bir çınarın yakınındaki kayaların dibine vardık. Büyükçe üç kayanın ortasından çıkarak yolunu bulan bir geriz vardı. İhtiyar gerizin başına çöktü, bir avuç alıp kana kana içtikten sonra ağzını elinin tersiyle kuruladı.
“Bilir misin burayı?” diye sordu ayağa kalkarken. Daha önce de buralardan geçmiştim ancak o gerizi gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Başımı hayır anlamına gelecek şekilde salladım.
“Hakkın var evlat, burayı pek kimse bilmez. Bilse de hikmetinden bihaberdir.” Adamın ne demek istediğini anlamadım ilk başta. Sadece onu dinlemeye devam ettim
“Bu su bilerce yıldır akar durur buradan. Derler ki dünyadaki yaşam pınarlarından birisi şu gördüğün gerizdir. Ancak öyle herkese sunmaz sonsuz ömrü. Daha önce bu suyun tadına bakıp ölümsüzlüğe erişen birinin elinden içmek gerektir.”
Adam anlatmayı bıraktığında ilk önce pek önemsemedim. Hatta herifin meczubun teki olduğu fikrini iyice benimsemiştim. Bu gibi hikâyeleri daha önce de yüzlerce kez işitmiştim zaten birçok insandan. Ölümsüz olma fikri âdemoğlunun aklını en çok meşgul eden fantezilerden biriydi ne de olsa. Yine de kafam karışmamış değildi açıkçası. Zira daha öncekilerin aksine bu adam sadece söylence anlatmıyor, yaşam pınarı olduğunu iddia ettiği yeri gösteriyordu.
“Ölümsüzlük ancak ruha özgü değil midir hocam?” diye sordum ancak bu bir sorudan çok itirazdı.
“Öyledir elbet. Ancak Allah’ın izniyle bedenî ölümsüzlük de mümkündür evladım. Hızır Aleyhisselam da bir zamanlar senin benim gibi bir insan evladıydı ta ki ab-ı hayattan bir yudum içene kadar…
“İyi ama Hızır Allah’ın görevlendirdiği bir ermiş değil mi? Yani herhangi birisi de bu sudan içtiği vakit tıpkı onun gibi ölümsüz olması mümkün mü?”
“Mümkündür; ancak ona Hızır’ınki gibi bir görev verilmediğinden dolayı bu suyu içen adam sadece ölümsüzlüğe kavuşmuş olur. Zaman ve mekândan gayrı olmayacaktır ölümsüzlüğe yürüyen beden. Yiyip içmeye, dünyevi zevklere ihtiyaç duymaz, uyku bastırmaz gözlerine ve yorulmak nedir bilmez. Ancak bunları yapmaya devam edebilir canı isterse. İhtiyarlamaz ab-ı hayatı içen beden. Kaç yaşında yudumladıysa suyu, o yaşta kalır her daim.”
“Sen nereden biliyorsun burayı?” diye sordum asıl merak ettiğim konuya geçerek. Ölümsüzlüğe dair anlattıklarını pek de ciddiye aldığım söylenemezdi zira. Soruma karşılık yamacıma geldi, omzuma dokundu.
“Daha evvelden bir dervişin elinden içtim bu sudan evlat.”
Adamın bu sözlerinden sonra onun ya gerçekten deli olduğuna ya da benimle eğlendiğine kanaat getirecektim. İkincisi daha makul geldi bana o an. Ancak herifin benimle dalga geçmediğini öğrendiğimde her şey için çok geçti.
“Yani sen ölümsüzsün öyle mi?” diye sordum sesime alaycı bir ton katarak. Buna verdiği tek karşılık başını sallamak oldu.
“Eğlenme benle amca, var git işine,” diye patladım sonunda. Bohçamı elime aldım ve oradan ayrılmaya yeltenmiştim ki adam bir anda önümde bitiverince ne yapacağımı şaştım kaldım.
“Eğlenmiyorum seninle evlat. Ab-ı Hayat’ır bu gerizin suyu. İçene, kıyamet gününe kadar sürecek hayat bahşeder.”
Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Bir yanım inanmak istiyordu bu olanlara, diğer yanım gerçek olmadığı konusunda hala ısrarcıydı. Ölümsüzlük herkesin isteyeceği bir şeydi. Benim de ihtiyacım olan tek şey buydu belki. Daha fazla zaman, daha fazla çalışmak, kardeşime iyi bir gelecek sunabilmek, annemi rahat ettirmek… Ne kadar süre öyle kaldığımı bilmiyorum. Kafamı toparlayabildiğimde ‘neden olmasın?’ dedim kendi kendime. Anlattıkları gerçek değilse ne kaybetmiş olurum ki? Ama ya gerçekse… işte o zaman ölümsüzlüğe adım atmış olacağım. Yapmam gereken tek şey adamın avuçlarından bir yudum su içmek!
Derviş tekrar ‘Ölümsüz olmak istiyor musun evlat?’ diye sorduğunda tek yapabildiğim kafamı sallamak oldu. Adamın avucundan içtiğim o bir yudum su, hayatımdan içtiğim bütün pınarların, çeşmelerin sularından daha tatlı, daha yumuşaktı. Su boğazımdan akıp giderken mideme tatlı bir ferahlıkla aktı.
Su içtikten kısa bir an sonra velî sırtını kayaya yasladı. Sanki üzerine yorgunluk çökmüş gibi bir hali vardı. Ne olduğunu anlamak için yanına çöktüğümde nefes nefese konuşmaya devam etti.
“Sana birkaç şey daha söyleyeceğim evlat. Ölümsüz olmanın bazı bedelleri de vardır. Bunları iyi dinle ve karar ver: Kalbin sonsuza kadar atmaya devam edecek ama hissetmeyecek artık. Ne âşık olabileceksin ne nefret edebileceksin. Damarlarında dolaşan kan, şu akan su kadar soğuk olacak, korku, vicdan nedir bilmeyeceksin. Dünyevi zevkleri tatmaya devam edeceksin ama bunlardan tat alamayacaksın artık. Evlat, aslında bu söylediklerim birer nimet. Kıymetini bilir de iyi kullanmayı öğrenirsen hem kendine hem insanoğluna faydalı olursun. Yok, bilmezsen işte bir gün sen de benim düştüğüm duruma düşer ve ölebilmek için çare arar durursun. Bir gün ebediyetten vazgeçmek istersen buraya yine gel. Tıpkı benim sana yaptığım gibi kandır karşına çıkan bir adamı…”
Adamın her cümlesinden sonra veremli gibi ağzından kan akıyor, nefesi hırıltılı çıkıyordu. Kemiklerini saran etlerin ağır ağır eridiğini gördüm. Derileri kabarıp dökülüyor, gözlerinin ferinin sönüşünü ve bir çift karanlık çukur halini alışını gördü gözlerim. Eriyip dökülen organlarının sabah güneşinde maruz kalarak yaydığı kokuyu duyumsadım. Söylediklerini dinliyordum ama aklım bir türlü almıyordu. Uzun zaman daha anlayamadım söylediklerini ama şimdi ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Derviş son sözlerini söylerken neden ölmek istediğini açıkladı bana. Bu yükü daha fazla kaldıramayacağına karar vermiş ve benimle karşılaşmıştı. Sonrası malum... Beni ölümsüzlüğe yolcu ederken kendisi ahrete göç etti.
O sabahın üzerinden tam 140 yıl geçti ve hala genç bir adamın bakışlarına sahibim. Gözlerim padişahlar ve fermanlarını gördü, savaşları ve barış zamanlarını… Güzel günlere de şahit oldum kıtlık yıllarına da. Nice doğum ve ölüme şahit oldum. Bir milletin dirilişini de gördüm ihanetin içine düştüğü zamanları da. Tiranlar gördüm, zamanının insanları tarafından peygamber ilan edilen. Şimdi herkes mezarına tükürüyor. Aşklar gördüm. Şiir yazardı birbirine sevgililer. Sayısız kadınla birlikte oldum ancak yüreğim aşk nedir bilmedi şu zamana kadar. Dünyanın birçok yerinde yaşadım; nice acılar, zulümler, gözyaşları gördüm hiçbiri benim hissettiklerimden daha ağır olamazdı.
Şimdi ben de ölmek istiyorum tıpkı bana su içiren o yarı deli herif ve onun, elinden su içtiği derviş gibi… Ama artık o ulu çınardan da akıp duran ab-ı hayat gerizinden de eser kalmadı. Sonsuz hayat pınarını uzun zaman önce kuruttu insanoğlu. Eğer o geriz hala akmaya devam etseydi ben de zavallının birini kandırıp onun ölümünü çalar mıydım ellerinden bilmiyorum. Bildiğim bir şey var; derviş bana o suyun ‘Ab-ı Hayat’ olduğunu söylemişti. Asıl hak ettiği ismin ‘Ab-ı Memat’ olduğunu ağır bir tecrübeyle öğrendim…
Ama belki diyorum kendi kendime; insanların yaptığı en hayırlı işlerden biri oldu o suyu kurutmak. Farkına varmadan da olsa bu ölüm döngüsünü durdurdular. Omuzlarımda yükle yaşamaya alışığım gençliğimden. Ancak bu yükü kıyamete kadar daha kaldırabilir miyim bilmiyorum…
22.03.2013
Burdur - Adil Öztürk
adilozturk@mail.com