Onlar küçük ağaç topluluğunu arkada bıraktıklarında, gökyüzünün mavisi kızıla dönmüş, güneş ise uzaktaki dağların arkasından acı acı gülümsüyordu. Ağaçlardan sonraki bu vadi alüvyonlu olacak ki köyün dışına yerleşmiş olan çiftçiler buralarda tarım yapmış, verimli vadide pek çok bitki yetişmişti. Renk renk bu bitkilerin yaprakları, kavurucu sıcağa rağmen nemlenmiş, inci inci çiğ taneleri, gökyüzünün yansıyan kızılı yüzünden al al olmuştu.
İki kardeş kırmızı, sarı lalelerin yanından geçerken, güçlü bir rüzgâr karşıdaki yalçın kayalıklara çarpıp uğulduyordu. Vadide rüzgâr hızlanıyor, sağır edici sesiyle yaprakları uçuşturuyordu.
Kuvvetli rüzgâr, vadiyi bir ağ gibi çevrelemiş uzak dağlar ile vadi arasında mekik dokuyor, kasıtlı yapıyormuş gibi misafirlerine çarpıcı darbeler veriyordu. Vadinin bittiği yerde başlayan tepeliklerin eteklerinden kalkan tozlar, kuvvetli vadi meltemiyle, içlere kadar taşınıyordu. Burada çöken tozlar, bitkileri bozuyor ve verimli arazinin iç kısımlarının çoraklaşmasına neden oluyordu. Havada yönünü bulmaya çalışan kum tanelerinden korunmak isteyen Herfes, yüzünü fört şapkasıyla kapatmaya çalışıyordu ancak küçük tanecikler, fört şapkanın yanlarından giriyordu. Ve Herfes ile şapkası arasında minik bir kum fırtınasına yol açıyordu.
Palaz, vadi melteminin şiddetli darbeleri yüzünden bir çölde yürümeye çalıştığını düşünüyordu. Pelerinin şapkası sayesinde kum taneciklerinden korunsa da rüzgârın kopardığı ve havada sürüklediği bitki yaprakları, Palaz’ın ipek gömleğine yapışıyor, Yapışan yaprakların bulaştırdığı nem ise gömleğinin beyazında yağ lekesi gibi duruyordu.
Uzun uğraşlar sonunda nihayet vadinin bitimine ulaştılar. Burada toz bulutları daha yoğun olsa da tepeye tırmanmaya başladıklarında tozdan eser kalmadı.
Yalçın kayalıklara tırmanmak tehlikeli olduğundan, daha uzun sürecek olan tepe yolunu kullandılar. Otsu bitkilerin şerit şerit kümelendiği bu dar patikadan aşağı indiler ve nihayet hana yaklaştıklarını belirten müzik seslerini duydular. Pek uzun yolları kalmamıştı. Zaten havada kararmaya başlamış, güneşin canlılığı topraktan çekilmişti.
Han ile tepeleri ayıran geniş bir akarsu vardı. Akarsu ilerleyen boğucu karanlıktan kurtulmaya çalışarak onları selamlıyordu. Güneşin kızılı, suyun üzerinde kan gibi duruyordu.
“Köprü yok!” dedi Herfes endişeyle.
“Altınoluk ile han arasındaki yol, kullanılmayan bir yol değil. Akarsuyun üzerine mutlaka köprü yapılmıştır ancak köprüyü bulmak sorun yaratabilir.”
Onlar akarsuyun hizasında doğuya doğru giderken, Ufuktan yükselen ay karanlık ile rekabete giriyor, ve karanlığın boğuculuğuna baskın gelip, suyun yüzeyinin pırlanta gibi parlamasına neden oluyordu. Yer yer çevredeki ağaçların gölgeleri akarsuyun üzerine yansımış, gümüşi suyu karartmıştı. Bu yerlerde yürümek zordu çünkü ağaçların gölgesinde, su ile toprak ayırt edilemiyordu.
Uzun bir arayıştan sonra doğuda dar, eski bir meşe köprü buldular. Köprünün eski vidaları iki kişinin yürümesini tehlikeli kılıyordu. Bu nedenle Herfes ile Palaz köprüden teker teker geçtiler.
Akarsuyun öteki yakasında verimli, geniş bir arazi uzanıyordu. İleride ise handan gelen ışıklar koyu gecede ilaç etkisi yapıyordu.
***
Saat dokuza geliyordu ki ahşap hanın büyük kapısının önüne vardılar. Herfes asasının ucuyla kapıyı tıklattı. Ancak büyük kapı birkaç dakika sonra açılabildi. Kapıyı açan yeşil elbiseli, yaşlı adam fısıldayarak,
“Kalacak yer mi istiyorsunuz beyler?” diye sordu. Ağzındaki pek çok diş dökülmüştü ve ön dişleri sayesinde az buçuk konuşabiliyordu.
“Evet bir gecelik dinlenmek ve güzel bir banyo istiyoruz. Paramız var.” Palaz elindeki para kesesini adama doğru salladı. “Yarında şafağın ilk ışıklarında buradan ayrılacağız ancak iki tane ata ihtiyacımız var.”
Yaşlı hancı bir süre düşündü daha sonra,
“İçeriye gelin.” Dedi. Büyük bahçe kapısından içeri girdiklerinde gördükleri ilk şey Odin adına dikilmiş mermer bir heykeldi. Mermer Odin heykeli, hanın büyük avlusunun meydanına konulmuştu.
Odin heykelinin çaprazında ahır vardı. Ahırın içinden gelen kişneme sesleri, handan gelen müziklere karışıyor, gecenin karanlığına gömülüyordu.
“Pek çok atımız var beyler. İstediğinizi alabilirsiniz. Yemeğimiz, odamız, sıcak bir banyomuz da mevcut. Çekinmeden kullanın lütfen.” Dedi yaşlı adam. Sonra hanın kapısını açıp içeri girdiler.
Ay ışığı, büyük kelt hacı şeklindeki pencerelerden süzülüyor ve meşe kaplamalı hanın salonunu aydınlatıyordu. Onun dışında pencereler arasına yerleştirilmiş mumlar ile masalara konulmuş büyük kandillerde salonun aydınlatılmasını sağlıyordu. Söğüt ağacından yapılmış masalar, salona düzenlice yerleştirilmişti. Her bir masaya düşen beş tane sandalye ise masaların etrafında kümelenmişti.
Meşe kaplamalı salonun ortasında bar bölümü bulunuyor ve pek çok kişi buradan Vinlad’a özgü Ayıbirası alıyordu. Sarhoş olan bu insanların anlattığı anılar ise salonda büyük yankı uyandırıyor, diğer insanlar pür dikkat öykücüleri dinliyordu.
Salona hakim olan tütsü kokusu, nereden geldiği bilinmeyen egzotik elf müzikleriyle uyumlu bir şekilde raks ediyor, salonda müthiş bir ambiyans oluşuyordu.
Han diğerleri gibi kavga, gürültülerin olduğu, ayyaş yuvası bir yer değildi. Midgard’ın pek çok yerinden gelmiş bu gezginler, kendilerini müziğin insanı büyüleyen doğasına kaptırmaktan ve birbirleriyle anılarını paylaşmaktan mutluluk duyuyordu.
Salonun sağ ve sol tarafında merdivenler vardı. Bir yılan gibi kıvrılan bu merdivenler, misafir odalarının olduğu koridora açılıyordu. Herfes ile Palaz epey yol yürümüşlerdi. Ve bu nedenle yorgun bedenlerini bir an önce yatağa bırakmak niyetindeydiler.
Palaz odasına girince kapıyı sıkı sıkı kapattı. Boğazı düğümlenmiş, bacakları ağarlaşmış ve gözlerinin altında torbalar oluşmuştu. Yutkundu. Güzel bir banyoya ihtiyacı vardı. Ruhunu dinlendirmek ve yıllardan sonra hissettiği bu yorgunluk ve kirlilikten arınmak istiyordu.
Odasında bulunan mini banyoya girdi. Burada temiz bir tuvalet ve küçük bir küvetten başka hiçbir şey yoktu. Acaba havlular neredeydi? Diye düşündü. Daha sonra odasına ilk girdiğinde gördüğü dolap aklına geldi. Dolabın içinde olabileceğine ihtimal verip, küvetin pirinç musluğunu açtı. Vinlad’da akarsular berrak ve temizdi. Pirinç musluktan akan su, küveti doldurmuştu. Palaz küvetin üzerinde duran sabunu suya daldırdı. Berrak su iyice köpürdükten sonra, ipek gömleğini ve kırmızı pelerinini çıkarıp yatağının üzerine attı.
Yavaşça suya girdi. Suyun dinlendirici etkisini hemen hissetmişti. Kirden arındığını, temizlendiğini hissedebiliyordu. Bir süre hareket etmeden, serin küvette yattı. Sudaki renk renk köpükleri izledi. Bazılarını eline aldı ve renklerin büyülü atmosferine kapılıp uzak diyarlara yolculuk yaptı. Sonra kalkacak oldu ama suyun üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki tekrar uzanıp mavi gözlerini kafasının içindeki renkli evrene çevirdi. Hayali evreninden kurtulduğunda renkli düşleri, beynini saran kara bulutlara döndü.
Gerçek hayat, renkli bir evrenden çok farklıydı. Midgard korkunç bir kaosun eşiğindeydi. Kavurucu alevler diyarından gelen iğrenç bir zebani vardı. Tek istediği Midgard’ı ele geçirip, gücüne güç katmaktı. Lorth, Palaz ile Herfes oyalandığı müddetçe gücüne güç katıyor, karanlık emellerine bir adım daha yaklaşıyordu.
Her ne kadar kafasının içindeki kara bulutları dağıtmaya çalışsa da başarılı olamadı. Banyodan çıkıp, çıplak bedenini odasına yöneltti. Meşe kaplamalı dolaptan ipek bir havlu alıp kurulandı.
Su onu mayıştırmıştı. Çarşafları yeni değiştirilmiş olan, misk kokulu yatağına uzandı ve hareket etmekten aciz bedenini uykunun sıcak kollarına bıraktı.
Ertesi sabah Herfes, günün soluk ışıkları yeni yeni, dağların arkasından görünmeye başladığında uyandı. Bugün, önceki günün kavurucu sıcağından eser yoktu. Hatta yaklaşan kara bulutlar yağmurun habercisiydi. Esnedi… Yeni bir güne canlı başlamak niyetindeydi. Fakat gece, kötü düşünceler zihnini ele geçirmiş, rahat bir uyku çekememesine neden olmuştu.
Doğruldu. Küçük han odasına şöyle bir göz attı. Kapının yanındaki dolaptan gelen ahşap kokusu, buram buram odayı sarıyor, yatağın misk kokulu çarşaflarına siniyordu. Uzun bir soluk aldı ve ayağa kalktı. Ahşap dolaba doğru yöneldi. Önceki gece, yatağın yanındaki banyoda güzelce yıkanmış, kıyafetlerini de dolaba tıkıştırmıştı.
Gri uykuluğunu çıkardı ve her zamanki kahverengi, yer yer iplikleri sökülmüş olan cübbesini üstüne geçirdi. Sonra asasını, dayadığı duvardan alıp koridora çıktı.
Palaz hâlâ uyuyor olacak ki kapısı kilitliydi. Usul usul merdivenlere gitti. Adımlarını, bir kedinin avına yaklaşırkenki adımları kadar sessiz tutarak, yılan gibi kıvrılan merdivenden aşağı indi. Aslında sessiz olmasına gerek yoktu. Diğer gezginler şafağı beklemeden kalkmış, salonda kahvaltı etmeye başlamışlardı.
Bar bölümünde duran adamdan kurabiye istedi ve salonun karanlık bir köşesinde olan masalardan birine oturdu. O kurabiyesini yiyip yeni söylediği kahvesini içerken, Palaz merdivenlerden sükunla indi ve salonda göz gezdirdi.
Herfes’i köşedeki masada bulunca, bir sandalye çekip o da oturdu.
“Uyuyamadın mı?” diye sordu Palaz.
“Maalesef. Lorth ve diğer karanlık güçler tarafından sanki hapis olmuştum. Uyuyamıyor, beynimin bir köşesinde olacakları düşünüp, diğer bir köşesinde de yapabileceklerimizi düşünüyordum.”
“Sanırım bir an önce yola koyulsak iyi olur. Geç bile kaldık. Ama önce iki tane at almalıyız.” Sonra Palaz yaşlı hancıyı yanına çağırdı. Adam sendeleye sendeleye yanlarına geldikten sonra Palaz kibarca sordu.
“Dün iki tane ata ihtiyacımız olduğunu söylemiştik. Acaba bunları temin edebilecek misiniz?”
Yaşlı adam etrafı gözetledi ve korka korka,
“Sizinle görüşmek isteyen biri var beyler.” Daha sonra eliyle havada, belirsiz birine işaret etti.
Çok geçmeden hanın diğer köşesindeki masalardan birinden bir kadın kalktı. Onlara doğru her attığı adım, salonu büyülüyor, kadının güzelliği karşısında herkes ağızları açık bir şekilde bakınıyorlardı. Üstüne geçirdiği lapis rengi pelerinin kapşonu saçlarından, duru bir suda kayan yaprak misali kaydı.
Dudaklarına yerleştirdiği hafif gülümseme, karamel rengi saçları ve ela gözleriyle mükemmel görünüyordu. Lapis rengi pelerinine uyan, yeşil bir elbise giymişti. Elbisesinin şatafatı, ince boynuna taktığı altın kelt hacıyla tamamlanıyor. Mükemmel bir uyum gösterisine dönüşüyordu.
İnce topuklu ayakkabılarından çıkan sesler, Herfes’in önünde son buldu.
“Merhaba” dedi duru sesli kadın. “Benim adım Siona.” Kadın konuşmasaydı, Herfes ile Palaz’ın üzerindeki etkisi kaybolmayabilirdi ancak dudaklarından dökülenler, iki kardeşi çok şaşırttı.
“Odin tapınağına gittiğinizi biliyorum. Ama ne yazık ki Odin’in tapınağı yıkıldı.”