ORMANDAKİ SES
Emre, kendi dünyasındaki küflenmiş demirlerin görüntüsünü çoktan unutmuştu. Etraftaki rengârenk çiçeklerin ve devasa ağaçların kokusu eşliğinde ilerlemeye devam ediyordu. Doğanın cömertliği onu o kadar çok etkilemişti ki etrafta kimsenin olup olmadığını sesli olarak dillendirmeye bile başlamıştı.
Birkaç ağacın daha arasından geçtikten sonra soluklanmak üzere durdu. Buradaki tek sorunu suyunun olmamasıydı. Oturup az da olsa dinlenmeye ve daha sonra da su aramaya karar verdi.
Oldukça yüksek olan ağaçlardan birisine yaslanarak dinlenmeye başladı. Dinlenirken bir taraftan da etrafında olan biteni izlemekle meşguldü. Kuşlar ağaçların bir dalından diğerine atlıyor, tarifsiz şarkılar söylüyorlardı. Hava alabildiğine güzeldi ve bir zamanlar dedesinin bayram dediği bir zaman diliminden bahsederken kullandığı tarife çok uygundu. Birkaç dakika sessizce dinledikten sonra, “Burada sonsuza kadar kalmalıyım,” dedi kendi kendine.
“Evet, belki de kalmalısın,” diye karşılık verdi bir ses.
Emre hızla yerinden doğrularak sağına soluna bakındı. Herhangi birisini göremiyordu ama bir ses duyduğundan ve bu belli belirsiz sesin yakınlardan bir yerden geldiğinden emindi. Bir ses daha duydu. “Buradayım küçük,” demişti sesin sahibi bu kez. Hiç bu kadar güzel bir nida duyduğunu hatırlamıyordu. Emre, garip duyguların etkisinde sesin geldiği yere yöneldi.
Anlam veremediği bir şekilde sesin peşine düşmek istiyordu. Onu yakalamalı, bu sesin kime ait olduğunu bulmalıydı. “Bekliyorum, küçük. Ne duruyorsun gel.” dedi sesin sahibi.
Emre, önce değişik boylarda ve yeşilin hemen hemen her tonuna sahip olan ağaçların arasında ilerledi. Ses, ormanın içlerine doğru ilerliyor; Emre de arkasından takip etmeye çalışıyordu. Bir müddet sonra ağaçların daha sık olduğu ve etrafın çalılıklarla kaplı olduğu bir alana geldi. Gittikçe sıklaşan çalılıkların dallarını elleriyle itiyor, mümkün olduğunca sesten uzaklaşmamaya çalışıyordu. O yaklaştıkça ses uzaklaşıyor, sanki onu kendi istediği yere yönlendiriyordu.
Emre, bir sağa bir sola doğru ilerleyerek; bazen hafif bir engebeyi aşarak bazen de tatlı bir eğime tırmanmaya çalışarak sesi takip etti. İlk başlarda zevkli ve ilgi çekici gelen bu davet, zaman ilerledikçe ürkütücü ve de sıkıcı olmaya başlasa da durmadı. Emre ilerledikçe ormanın düz ve toprak olan zemininden çıkarak, daha çok kayalık ve de engebeli olan bir yere geldiğini fark etti. Sesin telkinleri eşliğinde neredeyse bir saat yürümüştü.
Bıçak gibi keskin kayalıklarda yürümekten ve ilerlemeye çalışmaktan yorulmuştu. Avuçları ve ayak tabanları çiziklerle dolmuş, alnından süzülen terler görmesini engeller hale gelmişti. Ses de neredeyse kaybolmuştu. Emre, bazen belli belirsiz duyduğunu düşünse de onu yakalayamadığından emindi. Etrafa göz gezdirdikten sonra uygun bir yere oturdu.
Onu ilk kez görmesi de o anda gerçekleşti. Hemen karşıdaki ağaçlardan birisine yaslanmış oturuyordu. Üzerinde Emre’nin geldiği yerdekinden farklı ve sade bir kıyafet vardı. Uzun sayılabilecek saçları kulaklarını kapatmıştı. Masmavi gözlerini Emre’ye dikmiş, gözünü kırpmadan onu izliyordu.
“Sen de kimsin?” dedi Emre yerinden doğrularak.
“Gitmemiz lazım küçük.” dedi adam. “Senin burada görülmen pek iyi olmaz. Benimle gel.”
“Sana güveneceğimi de nereden çıkarttın?”
“Güveneceksin. Tıpkı deden gibi.”
Emre bir an duraksadıktan sonra “Onu tanıyor muydun?” dedi. Sesinden heyecanını anlamamak imkânsızdı.
“Evet, senin onu tanıdığından bile daha çok tanıyordum küçük. Ama şimdi bunları konuşma zamanı değil. Gitmeliyiz.”
Emre, karşısındaki adama oldukça güvenerek yanına yaklaşmaya başladı. Attığı her adımda şaşkınlığı da katlanarak artıyordu. Önce gözlerinin kendisine bir oyun oynadığını düşündüyse de durmadı. Kendisini çağıran sesin sahibinin yanı başına kadar gelmişti. Neden yaptığını ve nasıl cesaret ettiğini bilmeden elini uzattı ve ona dokundu.
“Ama sen, bu imkânsız.”
“Dünyasını değiştirmek üzere yola çıkmış birisi için garip bir ifade.” dedi yaşlı varlık.