Bölüm 2: Tanrı'nın İşleri
"Masum bir bebeğin ölmesi
Ya da kumarbazın zenginliği,
Öldürmesi adamın çok sevdiği eşini,
Anlamak zordur
Bu Tanrı'nın işlerini."
Güneş şehri terkedip de görevini aya teslim ederken, New York sokakları yine kilitlenmiş vaziyetteydi. İş çıkışına denk gelmiş olmalıydı ki, taksi son 5 dakikada 1-2 metre ilerleyebilmişti. Catherine şansına kızdı, keşke işi bu kadar uzamamış olsaydı.
"Umarım aceleniz yoktur hanımefendi, bu saatte trafik hep böyle oluyor."
Taksici kadının huzursuzlandığını, ikide bir saatine baktığını farketmişti. Aslında kadının bir işi yoktu, sadece evine gidip dinlenmek istiyordu. Pek hareketli bir gün olmamıştı ama zihnen fazlasıyla yorulmuştu. Ne de olsa NY Yankees Engelliler Beyzbol Takımı'nın koçuyla basit bir röportajdı tüm yaptığı ama röportaj göründüğü kadar kolay olmamıştı. Adam tam bir öküz çıkmıştı, tüm röportaj boyuca Catherine'e sulanmış ve soruları başka yönlere çekmişti.
"Hayır, mühim değil."
Ipod'unu çıkartıp kulaklıkları taktı ve rastgele bir müzik açtı. Catherine huzurluydu, bir iki haftadır uyku düzeni eskisine dönmüştü. İşi böyle saçmalıklarla dolu olsa da, huzurluydu. Eğer eskiden yaptığı gibi her gün gazeteleri didik didik ediyor olsaydı, bir iki hafta öncesinde peşinde olduğu cinayetlere bir yenisi eklendiğini farkedecekti. Kim bilir, belki yine uykusuz bir şekilde arşivleri karıştırıyor olurdu.
Neden sonra aklına geçen hafta yaptığı arşiv araştırması aklına geldi. Başka bir iş için gittiği barda John Constantine ile tanışmasını ve yaşadığı olayı hatırlayıp gergin gergin gülümsedi. Adamın sıktığı kolu bir hafta boyunca mosmor olmuştu.
"John Constantine, sana lanet olsun." diye mırıldandı kendi kendine. Tam şarkı değiştiriyordu ki taksicinin kendisine döndüğünü farketti. Adamın suratında garip bir ifade vardı, az önce birşey sormuş gibiydi.
"Efendim? Müziğin sesi çok mu geliyordu, özür dile-"
Taksici kafasını sallamakla yetindi ve az önce sorduğu soruyu tekrar sordu.
"Az önce John Constantine mi dediniz?"
Kadın şaşırmıştı, kendi kendine mırıldandığını sanıyordu. Kulağında kulaklıklar varken biraz yüksek sesle söylemiş olmalıydı.
"Ah evet, mühim bir şey deği-"
"Constantine'i nereden tanıdığınızı sorabilir miyim acaba?"
Kadın ipodunu kapatıp çantasına fırlattı. Koskoca New York şehrinde, John Constantine'i tanıyan birisinin taksisine binmişti. Bununla yetinmeyip bir de adama lanet etmişti, bu yüzden cevabı oldukça çekingendi.
"Şey, pek tanışmış sayılmayız. Bir yerde rastlaşmıştık, o kadar. Aslında..." Kadın duraksadı. Bir hafta önce bu adamı araştırmak için saatlerini harcamıştı ama şimdi karşısında ayaklı bilgi bankası vardı. "Siz Constantine'i tanıyor musunuz?"
Adamın birden gülmeye başlamasıyla Catherine irkildi. Bunu kesinlikle beklemiyordu.
"Ben Kramer, Chass Kramer. Constantine'in ortağıyım."
Bu çok mühim birşey olmalıydı ki adam son cümleyi göğsünü gere gere söylemişti.
"Constantine'in ortağı mısınız?" Sesindeki şaşkınlık kilometrelerce öteden anlaşılabilirdi. Kadının şaşkınlığında haklılık payı vardı aslında, bir taksicinin Constantine gibi gizemli birisinin ortağı olması her gün tanık olunacak bir durum değildi.
Adamın hevesle başını evet anlamında sallamasıyla Catherine gülümsedi. Aradığı bilgiye sonunda ulaşmıştı. Kadın aklına gelen soruları sorarken, günlerdir yaptığı saçma haberler yerini o tanıdık ateşe bıraktı. Bir hafta önce tüm vücudunu kaplayan araştırma hevesi, geri dönmüştü.
***
Barlar sokağı, saatin o kadar geç olmamasına rağmen tıklım tıklımdı. Hemen hemen her barın önünde uzun kuyruklar vardı, sokaklarda sallana sallana gezinen sarhoşlar da bu kalabalığa büyük bir katkıda bulunuyordu. Önünde kuyruk olmayan tek bar "Midnite's" tabelalı bir bardı, gören kapalı sanardı. Bundan kuşkulanan Catherine bir iki kere içeri girmeyi düşünmüştü ama her seferinde taksicinin uyarısı aklına geldi.
"Üye olmayanlar içeri giremiyor. Emin olun, çok denedim."
Kadın saatine baktı. Eğer beş dakika daha beklediği olmazsa, içeri dalacaktı. Bu düşüncesinden üç dakika sonra, ki kadın kendisini çok şanslı hissetmeye başlamıştı, aradığı adam dışarı çıktı. Elini dağınık sarı saçlarının arasında gezdirdikten sonra etrafına bakınan adam yoldan geçenler ona çarpmasın diye barın kapısına dayandı ve ceplerini karıştırmaya başladı. Catherine'in tahmin ettiği gibi, adam sigarasını arıyordu.
"Bay Constantine?"
Sigarasını yakan adam yavaşça kafasını kaldırıp ona seslenen kişiyi süzdü. Baştan aşağı süzülen kadın sanki çıplakmış gibi hissedip paltosuna sarındı. Ancak adam ne göğüslerine ne de kalçalarına bakıyordu. Adamın o garip gözleri kadının gözlerine dikilmişti.
"Kim soruyor?"
Kadın yavaşça yaklaşıp elini uzattı.
"Ben Catherine, bir hafta önce Illusions'ın önünde tanışmıştık. Aslında tanışmamıştık, size bir köpek saldırmıştı. Aslında bana saldırmıştı, sonra siz-"
Kadın, adamın kahkaha atmaya başlaması yüzünden cümlesini tamamlayamadı.
"Köpek mi? Köpek mi? Bu iyiydi bak."
Ellerini paltosunun cebine sokan adam, kadını umursamadan yanından geçti ve sokaktan aşağı doğru yürümeye başladı. Kadın ise hem şaşkınlıktan hem de az önce cümle kuruyor olduğundan ağzı açık öylece kalmıştı. Eli ise öylece havadaydı.
"Bay Constantine! Lütfen, sadece teşekkür etmek istiyordum. Birşeyler yiyelim mi?"
Adam sanki birden sağır olmuştu, kadının söylediklerini umursamadan yürümeye devam ediyordu.
"Ben ödeyeceğim."
Catherine gülümsedi. Adam birden durmuştu. Geriye, kadının yanına döndü ve sigarasından bir nefes çekti.
"Eh, aslında açım."
***
"Dino's Dinner" kötü kokulu bir ara sokakta, salaş bir yerdi. Buna rağmen içerisi oldukça doluydu. Catherine içeri girip de etrafına bakındığında içeridekilerin de lokantadan bir farkı olmadığını anladı. Bir kaç motorcu, hayat kadını olduğunu tahmin ettiği bir kadın ve iki sarhoşun oluşturduğu müşterilere uzun paltolu bir adam ile baştan aşağı buraya uymadığını haykıran bir kadın katılmıştı. Bu farklı durum müşterilerin de dikkatini çekmişti ki hepsi muhabbetlerini bırakıp yeni gelenleri izledi. Kadına yabancı gözlerle baktılar, Catherine bir kaç tanesinin hırıldadığına yemin edebilirdi. Sonra gözler Constantine'e kaydı ve çok geçmeden, herkes kendi işine dönmüştü.
Catherine aç olmasına rağmen birşey istemedi, garip kaçmasın diye sadece bir kahve içecekti. Constantine'in hamburgeri hazırlanırken onun içeceği gelmişti bile.
"Hangi gazete?"
Catherine kahvesini karıştırmayı bıraktı ve ağzı açık bir şekilde adama baktı.
"Efendim?"
Hamburger sonunda gelebilmişti. Kokusu Catherine'e ulaşınca, kadın birşey istemediğine şükretti.
"Hangi gazetede çalışıyorsun? Beni böyle takip ettiğine göre, benden röportaj koparmaya çalışan bir başka gazetecisin. Nasıl buluyorlar, neden röportaj istiyorlar, hiç anlamıyorum."
Catherine kahvesinden bir yudum aldı. Neyse ki tadı beklediğinden iyiydi. En azından sıcaklığı uygun diye düşündü, geçen hafta içmek zorunda kaldığı birayı hatırlayarak.
"New York Günleri. Ama orada olmamın sebebi sizi takip etmem değildi, aslında ben oraya bir habe-"
Constantine hamburgerini yavaşça yere bıraktı, şaşırmış gözüküyordu.
"Michael Whitfield'ın kızı, gerçekten gazetecilik yapıyor demek."
Şaşırma sırası kadındaydı.
"Nasıl bi-?"
Constantine sıkkın sıkkın elini sallayarak kadını susturdu. Bu sırada hamburgerinden büyükçe bir ısırık almış, onu yutmaya çalışıyordu. Koca lokmayı sonunda yutabildiğinde konuşmaya devam etti.
"Baban gibi inatçısın, asla vazgeçmiyorsun. Yine baban gibi, çenen daima yukarıda. İnsanlara biraz yukarıdan baktığını söyleyen oldu mu hiç?"
Kadın şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyordu. Kahvesinden bir yudum almakla yetinen Catherine'in kafası fazlasıyla karışmıştı. Constantine'in şehrin en saygın ve zengin kişilerinden birisi olan babası hakkında sanki onu tanıyormuş gibi konuşması kadının ağzını açık bıraktırmıştı. Adamın ağzından çıkan bir sonraki cümle ise Catherine'in fincanını elinden düşürmesine sebep oldu.
"Ama en çok da gözlerinden anladım. Bu mavi ton... Aynı anneninkiler."