AVCININ MASALLARI
Birkaç sefer buzdan bir cehennem hayal etmeye çalıştım. Öncekilerde pek başarılı olduğumu söyleyemem, ama bugünkü denememde biraz daha yaklaştığımı hissettim. Dikkatimin dağılmaması için çok çaba harcamam gerekmişti.
Bir şeyi sıfırdan hayal edebilmek güç gelse de bana farklı düşünmeyi öğretiyordu. Gerçeklikten çıkabildiğim vakit, kendimi tamamen özgür hissediyordum. Belki delinin teki olduğum için böyle yapıyordum, belki de bunu yapmak için kendime mantıklı sebepler üretiyorum. En azından bir süre başka hiçbir şeyi düşünmem gerekmiyordu.
Böyle bir hayale dalmadan önce mutlaka bir başlangıç noktasına ihtiyacım olur. Başlangıç noktası olarak şu an içinde bulunduğum Kale Şehri’ni seçmiştim. Bir dağın üzerinde uzanan ıssız bir şehirdi. Buna rağmen etrafının surlarla çevrili olması tuhaf bir durumdu. Geçmişte bunun mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Şehir maceraperestlerin ilgisini çekiyordu.
Kale’nin merkezinde büyük yuvarlak bir havuz vardı. Çoğu zaman havuzun üzerinde kalın bir buz tabakası olurdu. Havuzun mistik havası şu an kurduğum hayale esin kaynağı olmuştu. Hayalimdeki cehennemin merkezinde de buna benzer bir havuz duruyordu. Etrafına masmavi ışıltılar saçıyordu. Bu uğursuz havuz zamanı bile donduracak kadar soğuktu. Etrafındaki kristal insan siluetleri soğuk bir azaba mahkûm olmuşlardı.
“Selçuk Bey!” Doğan’ın bir süredir yanımda olduğunu fark ettim. Şu an Sığınak isimli hanın giriş katındaki bir şöminenin başında dizlerimi ısıtıyorum. Doğan’ın yanıma geldiğini fark etmeyecek kadar dalmıştım. Kurduğum hayali bir süredir onun da gördüğü gibi bir kuruntuya kapıldığımdan bir an mahcup oldum. Hayalime kaldığım yerden devam etmek istesem de artık mümkün olmadığını fark ettim.
“Size bir mektup geldi. Üzerinde hiçbir şey yazmıyor, büyük ihtimalle kardeşinizden gelmiştir.” Zarfı almak için uzandım. Abim sıklıkla şehre yolumun düştüğünü bildiği için bana ulaşmak istediğinde hana mektup yolluyordu. Şükür ki Doğan unutkan biri değildi. Hana adımımı atmamla, mektubu avucumun içinde bulmam bir olurdu.
Zarfın abimden geldiğine emin oldum. Çünkü üzerinde hiçbir şey yazmıyordu.
“Sana ihtiyacım var. Acele köye gelmelisin. Detayları verecek zaman yok. Bu konu şu an her şeyden daha önemli.
“Bir an evvel gelmeni bekliyordum.”
Beş cümle için yeni bir zarfı ve boş bir kâğıdı ziyan etmişti. Yine de dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Başka biri abime isimsiz bir mektup yollasaydı onu kızdıracağından emindim, fakat abimin başka birine isimsiz bir mektup yollaması doğal bir durumdu. Yine önemsiz bir şey için çağırıyor olmalıydı. Fakat benim önemsiz bulduğum şeyler abim için ölüm kalım meselesi oluyordu. Her defasında saçma sapan bir nedenden ötürü Dişbudak Köyü’ne gidiyordum. Çoğu zaman onun boğazına yapışmaktan kendimi alamıyordum.
Bir defasında eve koca bir yılanın girdiğini söylemişti. Başka bir gün köye gittiğimde hem abimin, hem de onu tehdit eden komşusunun canına okumuştum. Köye hırsız girmesinin işimle bir alakası yoktu. Dişbudak’a gidip gelmek dört günün ziyan olması manasına geliyordu.
Onun bir hanım evladı olması beni pek de üzmüyordu. Beni kızdıran fazla takıntılı bir adam olmasıydı. Annemle babamın gurur duydukları kişi ben değildim. Zengin biri olduğu söylenebilirdi. Huzurlu bir hayatı vardı ve çocuklarının hepsini evlendirmişti. Servetini hassas ellerine borçluydu. Şehirdeyken işinin en iyisiydi.
Birbirimize kıyasla zıt insanlardık. Onun hassas eliyle benim mengene gibi elim yan yana durduğunda bile bu durum açıkça anlaşılıyordu. Ben tarlada çalışmak ya da bir şeyleri kırıp dökmek konusunda iyiydim.
Abimden hiç dayak yememiştim, hep sakin biriydi. Aramızda yedi yaş fark vardı. Şu an altmış iki yaşında olmalıydı. Onun yarısı kadar olduğum zamanları hatırlıyordum. Bir gün köyün gençleri onu köşeye sıkıştırmışlardı. O gün yanına koşup çocukları hakladığımda aramızdaki ilişki farklı bir boyuta geçmişti. Kavgacı biriydim ve köydeki en güçlü çocuktum. Abimse sessizce kendi dünyasında yaşıyordu. Sinirlendiğimde hep alttan alırdı. İnsanlara yardım etmeyi severdi. Ayrıca bir hayırseverdi. Çoğu zaman insanların saygı gösterdikleri kişi ben olmuştum. Bilmiyorum, belki de arkamı döndüğümde daha farklı düşünüyorlardı. Abimi sevmeyen bir insana rastlayamazdınız ama benim için aynı şey geçerli değildi.
“Doğan, acilen toparlanmam gerekiyor.” Acil kelimesini kullanmak biraz tuhafıma gitmişti.
“Ama daha dün gelmiştiniz.” Doğan benim gibi iri yarı bir adamdı. Koca bir göbeği kel bir kafası, sert bir çehresi vardı. Bana karşı başkalarına olduğundan daha kibar ve saygılıydı. Bana kalırsa böyle bir hanı işletmek için ideal biriydi.
“Buraya geleli bir gün bile olmadı. Ben de gitmek istemiyorum. Fakat abimi bir ziyaret etsem fena olmayacak.”
“Öyleyse sizin için yolluk hazırlattırayım.”
Büyük ihtimalle köye vardıktan çok kısa bir süre sonra dönüş yolunu tutacaktım. Bu sefer abimin gözüne bir tane patlatmayacak kadar sakin olduğumu zannetmiyordum
***
Dişbudak gözlerden uzakta bir köydü. Büyük bir tepenin güney yamacındaki taştan evleri uzaktan bakınca kolaylıkla seçilirdi. Köyü hilal gibi kesen yolun iki ucu alçalıp büyük yolla birleşiyordu.
O sabah hilal şeklindeki yolun batı ucundan iki adam aşağıya doğru yürüyordu. Genelde sabahın bu erken vaktinde köylüler tarlalarına giderlerdi. İki adam karşılarında yabancısı oldukları birini gördüler. Yabancının bıyığının uçları keskin hançerler gibi alt dudağının kenarlarına uzanıyordu. Omuzlarını geçen siyah saçları hafif kırlaşmıştı. Uzun, sivri bir burnu ve geniş, sağlam bir çenesi vardı. Köylüler uzun saçlı bir erkek görmeye pek alışkın değillerdi. Ayrıca üzerinde dizlerinin altına kadar uzanan etkileyici bir kışlık vardı. Yabancının belindeki kılıcı görmemek içinse kör olmak gerekirdi. Gümüş kaplamalı sapı parlıyordu. Köylülerden biri soru sorma cesareti gösterdi
“Aradığınız biri var mı?” Selçuk Bey gözlerini kaldırıp adama dik dik baktı. Bu cevap yeterli olmuştu. Adam bakışlarını kaçırdı. Köylüler başka bir şey sormadan yollarına devam ettiler.
Selçuk Bey uzun bir süredir mola vermemişti. Bu sayede yolculuk iki günden daha kısa sürmüştü. Soğuğa ve karanlığa aldırmamıştı. Saatlerdir yolda olmasına rağmen hala dimdik duruyordu. Daha fazla yormak istemediği için sırtından indiği Fısıltı isimli atı peşinden sakin bir şekilde geliyordu.
Rauf Bey ise kısa bir süre önce kahvaltısını yapmıştı. Mektubu gönderdiğinden beri sabırsız bir bekleyiş içerisindeydi.
Her şeye sebep olan kendisiydi. Bu tarz bir olayla daha önceden karşılaşmadığı için ne yapması gerektiğini de bilmiyordu. Olsa olsa Selçuk böyle bir konuda ne yapılabileceğini bilirdi. Şu an yalnız başınayken yapabileceği en iyi şeyin dua etmek olduğunu düşünüyordu.
Kapının çaldığını duydu. Rauf Bey yaşından beklenmeyen bir hızla odasından çıkıp merdivene koşturdu. Basamakları indikten sonra, kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kilidi çevirmeden önce içinden bir ses hayal kırıklığına uğrayacağını söylüyordu. Selçuk’un bu kadar kısa sürede gelmesini beklemiyordu.
Kapı açıldığında Selçuk Bey kardeşinin karşısında hareketsiz bir şekilde dikiliyordu. Sanki kapının önünü tamamen kaplamıştı.
“Hoş geldin Selçuk!”
“Atı ahıra yerleştirdim. Yem ve su vermeyi unutma.” Ardından Selçuk Bey kardeşini ittirip geçti. Mutfaktan başını uzatan Yeşim Hanım da Rauf Bey gibi şaşkındı.
“Hoş geldin Selçuk.” Selçuk Bey bir şeyler homurdanıp üst kata çıktı. Rauf Bey onu takip etti. Selçuk Bey eve geldiğinde önce merdivenlerin sağında kalan boş odaya girerdi. Odada eski iskemleye oturup bir süre sessizce durdu. Rauf Bey şu an konuşmaması gerektiğini iyi biliyordu. Selçuk Bey sessizliği bozdu:
“Şimdi zıbaracağım. Beni birkaç saat sonra uyandırıp her şeyi başından adam akıllı anlatacaksın. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Öyleyse çık dışarı, tepemde dikilme!”
***
Aradan birkaç saat geçtiğinde Selçuk Bey uyandı ve abisine seslendi. O sırada Rauf Bey hanımıyla alt kattaki mutfaktaydı. Hızlıca basamakları çıkan Rauf Bey usulca odaya girdi. Kardeşi kınında duran gümüş saplı kılıcıyla oynuyordu.
“Şimdi bana her şeyi doğru düzgün anlat.”
2
Dışarda sıcak güzel bir hava vardı. Henüz öğle olmamıştı. Rauf Bey devamlı evinin önünde duran grileşmiş sandalyeye oturmuştu. Köyün yüksek bir tepede olması sayesinde geniş bir alan görülüyordu. Önünde yemyeşil bir manzara vardı. Ansızın yolun doğu tarafından nal sesleri gelmeye başladı. Tek başına gelen yabancı bir atlıyı gördü. Dişbudak’a pek fazla kişinin yolu düşmezdi.
Atlı, Rauf Bey’in evinin dibine kadar geldi. Belli ki etrafı bilmediğinden bir şeyler soracaktı. “Rauf Bey siz misiniz?” Tuhaftı. Adam en aşağı yarım günlük mesafeden geliyor olmalıydı. Neden yabancı, ihtiyar bir adam için kıyıda köşede kalmış bir köye gelmişti?
“Evet, benim.” Belki mesele Selçuk’la ilgiliydi. Kardeşinin başına kötü bir şey gelmemiş olmasını diledi.
Adam atından indi. Hava sıcak olmasına rağmen siyah giysiler içerisindeydi. Birinin yaz ayında bu şekilde giyinmesi aptallıktı. Elini yeleğinin iç cebine uzattığında Rauf Bey ürktü. Adam birkaç zarf çıkartıp içlerinden birini Rauf Bey’e uzattı.
“Bu zarfı size göndermemi istediler.”
Sanki bunu anlamadım. “Kim tarafından gönderildi?”
“Bilmiyorum, ben sadece aracıyım. Mektubu okuduktan sonra evet ya da hayır cevabı verecekmişsiniz. İçinde yazanları benimle paylaşmamanız gerekiyor.” Adam eğilip sesini kıstı. “Mektuptaki bilgilerin gizli olduğunu söylediler.”
Adamın etrafta ikisinden başka kimse olmamasına böyle davranmasına anlam veremedi. Yine de Rauf Bey bu durumdan biraz işkillenmişti. Adamın uzattığı parlak renkli zarfı açmadan önce biraz inceledi. Üzerinde simli bir mühür vardı. İki tarafında da herhangi bir yazı ve sembol yoktu. Bu yaz aylarında siyah giysiler giyen birini görmekten daha tuhaf bir durumdu. Adamın isim yazmamasına rağmen mektupları karıştırmıyor olmasının sebebi mektupların mühürlerinin farklı renklerde olmasıydı. Büyük ihtimale yabancı okuma yazma bilmiyor olmalıydı. Yine de Rauf Bey mektubu rahat rahat okusun diye birkaç adım öteye gidip etrafa göz gezdirdi. Rauf Bey kötü bir şey olacağı bir hissine kapılmıştı. Cebinden bir çakı çıkarıp güzelce mührün altını kesti.
Kâğıtta kısa bir yazı vardı. Fakat mektubun kısa ya da uzun olması, neyden bahsettiği bir an önemini yitirmişti. Daha önce böyle büyüleyici bir el yazısı görmemişti. Yazının ince uzun parmakları olan zarif birine ait olduğuna emindi. Kelimeler arasındaki mesafeler sanki hep eşit uzaklıktaydı. Harflerse matbaadan çıkmış kadar düzgündüler.
Rauf Bey’e merhaba,
Ben eski müşteriniz Akasya. Uzun bir süre önce köyünüze yerleştiğinizi duydum. Elimde işlenmesi gereken çok kıymetli taşlar vardı. Çevrede güvenebileceğim tecrübeli bir kuyumcu yoktu. Ben de bir süre araştırıp köyünüzün adresine ulaştım. Mümkünse bu işle sizin ilgilenmenizi rica ediyorum.
Şimdi her şey anlaşılıyordu. Akasya, sözcüğü bir şeyler çağrıştırmıştı, ama nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikri yoktu. Sonraki satırlarda detaylar yazıyordu. Taşların cinsi, sayısı, boyutları ve ödenecek ücret. Daha önce Peri Elması ve Kedi Gözü isminde taşlar duymamıştı. Fakat çok da önemli değildi. Her türlü değerli taşı rahatlıkla işleyebilirdi.
İşi olduğu gibi kabul ettiğiniz takdirde, zarfı getiren kişiye “evet” demeniz yeterlidir. Eğer bazı şartlarınız varsa mektubu teslim eden kişiden yeni bir zarf isteyin. Zarfı mühürlemenize yardımcı olacaktır, fakat mektupların içeriğini bilmemesi gerekiyor. Bu yüzden zarfı mühürlerken bu detaya özen göstermenizi rica ederim.
Her şey kısa ve öz yazılmıştı. İşle ilgili hiçbir soru işaretine yer bırakmıyordu. Asıl sorular işi veren kimseyle ilgiliydi. Bu kişi kimdi ve neden böyle bir şeye kalkışmıştı? Rauf Bey’in işinde iyi olduğu doğruydu, ama yaşlı bir adamı kimsenin köyüne kadar takip etmesi için bir sebep yoktu. Bu kadar uzakta olmasına rağmen Akasya isimli kadın kendisini nasıl bulmuştu? Gerçi kadın bile olduğuna emin değildi. Akasya rumuzu falan olmalıydı. Rauf Bey gizemli teklife şaşırarak vakit kaybetmedi. Bazen zenginler kıymetli eşyalarının korumak için tuhaf yollara başvururlardı. Parasını aldığı sürece bir problem çıkmazdı. Ayrıca daha önceleri bin bir çeşit müşteriyle karşılaşmıştı. Bu da çok farklı sayılmazdı.
Rauf Bey düşünmeden evet dedi. Bu işte çalışmamak için herhangi neden yoktu. Yabancı adam başını sallayıp vedalaştıktan sonra havalı bir şekilde atına atladı. Önce gözden kayboldu, sonra nal sesleri kesildi. Adam gerçekten de zarfın içinde ne yazdığını bilmiyor olmalıydı.
***
Rauf Bey çoktandır bir hazırlık içerisindeydi. Bir iki hafta sürecek işi başlamadan kendisini şartlandırmıştı.
İlk gün, bir zamanlar işe yarayabilir diye sakladığı eski iş aletlerini ve malzemelerini alt kattaki kilitli duran odada hazır etmişti. İkinci gün hiç düşünmeden eksiklerin olduğu bir liste tutmaya kalkmış, ama hiçbir eksik bulamamıştı. Çünkü iki yıl önce taşınırken köyüne döneceği sıra ne var, ne yoksa yanında getirmişti.
Beklemekten giderek sıkıldığı üçüncü günde hangi modellerden istifade ederek taşları işleyebileceğini düşünmüş, hatta yeni modeller çizmişti. Fakat taşları görmeden model çizmeye kalkmanın ne işe yarayacağını bilmiyordu.
Asıl mesele köye kimsenin gelip gitmemesiydi. Rauf Bey ara ara üst kattaki boş odalardan birinin penceresinden başını çıkartıp etrafa bakıyor, fakat köy yolunun üzerinde tek bir kum tanesinin bile kımıldamadığını görüyordu.
Rauf Bey’in yeni iş macerası beklediğinden daha hızlı bir şekilde bitmişti. Üçüncü günün akşamında artık kimsenin gelip gitmeyeceğinden, hiçbir aptalın da ücra bir köye değerli taşlar göndermeyeceğinden emin olmuştu. Büyük ihtimalle mektubu gönderen geri zekâlı da düşündüğü şeyin mantıksız olduğunu anlamıştı.
***
İhtiyar bir süredir hareketsizce duruyordu. Masasının üzerine koyduğu kitap ilgisini çekmiyordu. Gündüz kitap okumak için planlar yapmasına rağmen, akşam olduğunda zorla masaya oturtulan bir çocuk gibi hissediyordu. Belki de bütün sorun bu Dişbudak denen köyde olmakla ilgiliydi. Bazı zamanlar bu köyde bir tane aklı başında adam olmadığını düşünüyordu. İki yıl önce köyüne döndüğü için pişmanlık duyuyordu.
Şehir bazen fazla hareketli olsa da hiçbir konuda eksiği yoktu. Dostları akşamları toplanıp sohbet etmek için uygun kimselerdi. Elbette bunları şehirdeki güzelim evini ve küçük şirin dükkânını satmadan önce düşünmesi gerekirdi.
“Taş kafam!”
Rauf Bey’in canı sıkıldığı zamanlarda diğer insanların yanına gidip kafa dağıtmak gibi bir huyu yoktu. Bunun yerine uyumayı tercih ederdi. Fakat her zaman uyumak mümkün olmazdı. Böyle zamanlarda sıkıntısını içinde biriktirir, yüzü turp gibi kızarır, en sonunda kaynayan bir tencere gibi tepesinden buharlar çıkarırdı. Şimdi de aynısı oluyordu. Ne yazık ki akşamın bu vaktinde Rauf Bey’in yanında kızıp bağıracağı bir kimse yoktu.
Yeşim Hanım aşağıda bir işle meşguldü. Diğer kadınların aksine daha az konuşurdu. Güleç yüzlüydü ve her denileni çabucak yerine getirirdi. Bu yüzden Rauf Bey eşine karşı kolay kolay kızacak bir şey bulamıyordu.
Rauf Bey karamsar ruh haliyle uzun bir süre masasının başında kitap okumaya çalıştı. Çok geçmeden kafasını meşgul edecek başka şeyler buldu. Raflardaki kitapları kurcalamaya başladı. Bir kısmı tozlu duruyordu. Küçük kitaplığını alfabetik sıraya göre dizmesi gerekiyordu. Fakat akşamın bir vakti bu işle meşgul olmanın doğru olmayacağını düşündüğünden, düzenlemeyi yarına bıraktı. Belki de yatıp uyumalıydı, fakat ya birisi evine gelirse ne olacaktı? Akşamın bu vakti köylülerden biri aniden Rauf Bey’in kapısını çalabilirdi. Ne de olsa buradaki insanlar davet beklemezlerdi. Bir yandan hayali bir davetsiz misafire kızıp bağırarak öfkesini ondan çıkarttı, bir yandan da bu akşam evine kimsenin gelmemesini diledi.
Rauf Bey bir vakit evin kapısının gıcırtısını duyduğunu sandı. Bir süre önce birisi kapıya vurmuş olmalıydı. Yeşim Hanım’ın sesini duydu. Artık eve birinin geldiğine emindi. Bu yüzden iyice sinirlendi. Aslında yeni gelen misafir Rauf Bey’in bir süredir öfkesini tattırmak için bekleyip durduğu kimse oluyordu. Gaz lambasını masanın üzerinden aldı, odadan çıkıp merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenlerden ayaklarını vura vura indi. Belki de biraz daha sinirlense bu karanlıkta yüzü kırmızı kırmızı parlayabilirdi. Mutfağın kapısının önünde gaz lambasının ışığı görülüyordu. Her kim geldiyse Yeşim Hanım onu mutfağa almış olmalıydı.
Daha içeri girmeden homurdanmaya başladı. Zamansız gelen misafir birazdan duyacağı şeylerden sonra, bir daha buraya adım atamayacaktı.
“Yeşim, akşamın köründe kiminle konuşuyorsun?” Bu cümleyi söylediği sırada henüz içeri girmemişti. Yeşim Hanım’ın karşısındaki kişiyi görür görmez dili tutuldu.
Mutfakta upuzun siyah saçları olan, bembeyaz tenli, erkek gibi pantolon giyen genç bir kız vardı. Rauf Bey’in sert ifadesine rağmen sakince gülümsüyordu.
“İşte bizimki de geldi. Arada böyle çatacak yer arıyor. Sen üzerine alınma Özlem. Nasıl sakinleştiğini bile anlamazsın.” Yeşim Hanım’ın sözleri Rauf Bey’i daha da utandırdı. İyi de genç kızın bu akşam vakti evinde işi neydi? Yeşim Hanım’ın bu tarz bir akrabası olduğunu sanmıyordu.
“Affedersiniz, sizi tanıyamadım.” Özlem güldü. Bembeyaz dişleri vardı. Gülümsemesi gamzeli yanakları olan geniş yüzüne çok yakışıyordu. İri gözleri, hilal şeklinde kaşları ve minik sivri bir burnu vardı.
Özlem konuşmaya başladığında Rauf Bey bir kez daha şaşkınlık yaşadı. Yıllar önce şehirdeyken gittiği bir tiyatrodaki oyuncular kadar düzgün konuşuyordu.
“Sanırım dört gün önceki mektubu almış olmalısınız.” Rauf Bey’in beyninde şimşekler çaktı. Sanki üç gündür gece gündüz bekleyen o değildi. Nasıl bu kadar çabuk unutabilmişti?
“Akasya siz misiniz?” Özlem kibarca güldü.
“Hayır, ben Akasya’nın dostuyum. Elmasları benim getirmemi istemişti. Bu sıralar çok meşgul. Aslında böyle bir şeye hazırlıklı değildim. Bir arkadaşımla ayrılmak durumunda kaldım.”
“Neyse ki ahır atların kalması için yeterince geniş.” Rauf Bey hiçbir şey anlamamıştı. Yeşim Hanım’ın atlardan kastettiği neydi? Başka biri daha mı vardı?
“Anlaşılan yalnız gelmediniz?”
“Hayır, yalnız geldim. Demin arkadaşımı kasabada bıraktığımı söylemiştim. Diğer ata o biniyordu. Değerli hayvanlar oldukları için ikisini de yanıma aldım.”
Bu kız neyden bahsediyordu? “Anlamadım, iki atı da kendi başına mı getirdin?”
“Fazla zor olmadı. Beş yaşından beri ata biniyorum.” Rauf Bey’in bu cümleyi duyduğu sırada ağzı açık kalmıştı. “Aklımdayken söylememde yarar var, atlarla yalnızca benim ilgilenmem gerekiyor. Birbirlerine ayırt edilemeyecek kadar çok benzeseler de bir tanesi vahşi bir hayvandır.”
“Peki Özlem. Atlarla dilediğin gibi ilgilenirsin. Beni bir an çok şaşırttın.” Özlem atlarıyla ilgili başka bir şey söylemeye gerek duymadı.
“Size getirdiğim taşlar bu kutuda duruyor. Bu on iki taşı da işlemeniz gerekiyor. Akasya bu süre içerisinde köyde kalmamın daha doğru olacağını söyledi.”
Yeşim Hanım, Özlem’i misafir etmek için bir an bile duraksamadı. “Tabi kızım istediğin kadar kalabilirsin.”
Rauf Bey on iki taşın bir anda işlenmeyeceğini adı gibi biliyordu. “Özlem bu uzun sürebilir. Köyde sıkılmazsın değil mi?”
“Kendime uğraşacak bir şeyler bulurum efendim. Burada kalmamın sebebini yanlış anlamayın lütfen. Daha önceki yıllar kuyumcuların soyulduğu olmuştu. Etrafta şüpheli biri olmadığı sürece bir sorun çıkacağını zannetmiyorum. Yine de temkinli olmanın bir zararı olmaz.” Ne yani bir de muhafızlık mı yapacaktı? Tamam, ata binmeyi iyi biliyor olabilirdi, ama ikisi çok farklı şeylerdi.
Elmasların işleneceği süre boyunca genç kızın burada yapabileceği pek fazla şey yoktu. “Yukarda küçük bir kitaplığım var. İlgini çeker mi bilmiyorum. Dilediğin zaman istediğin kitabı okuyabilirsin.”
“Rauf, şimdi bunun sırası değil! Bu eve bir deli yetiyor zaten.” Özlem kahkaha attı.
“Sabah kitaplarınıza bakacağım. Şu an bir şey okuyamayacak kadar yorgunum.”
Rauf Bey ve Yeşim Hanım, Özlem’le kısa bir süre daha konuştular. Ardından Rauf Bey yanlarından ayrıldı. İhtiyar yukarı çıktığında bir avcunda duran kutuyu aşağıda unuttuğunu zannetti. Özlem’in varlığı elmasları bile unutturmuştu. Böyle güzel bir kızın sebebi ne olursa olsun yalnız başına dolaşması normal değildi.
Kutuyu açtığında deminki şaşkınlıklarına bir yenisi eklendi. Taşlardan birisi karanlıkta hafif bir ışıltı saçıyordu. Mesleğinde şu ana kadar böyle tuhaf bir şey görmemişti. Acaba mektupta geçen kedigözü isimli taş bu muydu? Özlem’e bunu sormak istiyordu, fakat vakit geç olmuştu.
3
Sabah kahvaltısında Rauf Bey genç misafirine aklına takılan her soruyu sormuştu. Bu sorular arasında ışık saçan mücevher de vardı. Özlem kedi gözü ismi verilen karanlıkta parlayan mücevherlerle ilgili basit bir açıklama yapmıştı. Aldığı yanıt Rauf Bey açısından tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Gece saatlerce bunu düşünüp uyuyamadığını hatırlayınca daha da sinir bozucu oluyordu. Taşın, gündüz emdiği ışığı karanlıkta yansıtmak dışında bir özelliği yoktu.
Sıra genç kızın gizemine gelmişti. Özlem doğudaki bir beyin kızıydı ve Rauf Bey bu beyin adını hiç duymamıştı. Beyler şehirlerden uzaklardaki bölgelerin kontrolünü sağlayan nüfuzlu kişilerdi. Sıradan bir günde bir beyin kızını misafir etmek son derece tuhaf bir durum olabilirdi. Fakat kahvaltı boyunca bir sürü tuhaf hikâye dinlemişti. Özlem ise bu tuhaf hikâyelerin merkezinde yer alıyormuş gibi bir hava veriyordu. Bu yüzden anlattığı birçok esrarengiz hikâye bir süre sonra sıradan gelmeye başlıyordu. Elbette ki meraklı biri olan Rauf Bey’in soracağı oldukça fazla soru vardı.
Rauf Bey, Akasya isimli kişinin neden Özlem’i yolladığı sorusunu tekrar sormuştu. Özlem’in anlattığına göre Akasya takıntılı bir kadındı ve erkeklere güvenmiyordu. Özlem, Akasya’nın en yakın arkadaşıydı. Akasya arada güzel bir ücret karşılığında Özlem’in elmaslarla ilgilenmesini istiyordu. Her zaman iyi bir kuyumcu bulmak mümkün olmuyordu. Ayrıca bu kadar uzun bir süre boyunca çalışmak için ustanın tek bir müşteriye ayıracağı uzunca bir zaman olmalıydı.
Rauf Bey kahvaltıda Özlem’e köyde istediği kadar kalabileceğini, bu işin ne kadar kısa sürede biteceğine ilişkin kesin bir şey olmadığını söyledi.
“Burada olduğun süre boyunca inşallah köyü beğenmeni umuyorum. Ben bu konuda pek başarılı olamadım.” Yeşim Hanım, Rauf Bey’in köy hakkındaki şikâyetlerine alışkın gibiydi.
“Rauf hiçbir şeyden memnun kalmaz. Böyle güzel bir köye her insanın yolu düşmez. Emin ol etrafın güzelliklerle dolu. Buradan sıkılmayacaksın.”
Özlem gülümseyip “Sürekli oturan, canı sıkılınca da şikâyet eden insanlardan değilim. Genelde uğraşacak bir şey bulurum.” dedi.
Sohbetin sürdüğü esnada biri kapıya sert bir şekilde vurdu. Rauf Bey irkildi. “Ne oluyor kapıya öküz mü tosladı?” Bir süre sessiz kalan Yeşim Hanım imalı bir şekilde Rauf Bey’in gözlerinin içine baktı.
“Ahırın kapısını açmadın değil mi?” Mahcup olan Rauf Bey bu soruya yanıt vermedi.
“Rauf Amca!” Sesin sahibinin genç biri olduğu anlaşılıyordu. Belki de bir çocuktu. Yeşim Hanım üstü örtülü bir sepetin içinden elma aldı. “Kenan’a bu elmayı ver.”
Rauf Bey kapıyı açtığı sırada Kenan çekiç gibi savurduğu yumruğuyla dengesini kaybedip bir adım içeri girdi. Rauf Bey bu durum karşısında biraz dehşete kapılmıştı. Kenan sanki hiçbir şey olmamış gibi adımını geriye alıp sakince bekledi.
Koyunların her biri Rauf Bey’in yüzüne bakıyordu. Sanki oradan geçerken uğramış bir kalabalıkla karşı karşıya gelmek gibiydi. Ardından koyunlar selam verircesine melediler.
“Evladım sesini rahatça duyuyoruz. Bir daha şu kapıyı daha hafif şekilde çalar mısın?”
“Peki.” Öylesine sakin ve kibar bir şekilde verilen bir cevaptı ki Rauf Bey demin kapıya vuranın Kenan olduğundan şüphe etti.
“Al bakalım, elma senin.” Rauf Bey daha elini indirmeden bir hatırtı duyuldu. Kenan’ın elmayı ısırdığı kısımda koca bir boşluk vardı. Ağzındaki elma parçası yüzünden ince yüzü komik ve tatlı bir hal almıştı. Son derece iştahlı gözüküyordu. Rauf Bey şaşkınca bakakaldı.
“Beğendin mi?” Kenan iri elmayı iki eliyle tutup ağzındakini çiğnemeye devam ederken başını salladı. Halinden çok memnun gözüküyordu. Rauf Bey ahırın kapısını açar açmaz koyunlar dışarı çıktılar. Kenan koyunların başını okşadı, ardından Kenan ve sürü batı tarafına doğru ilerlediler.
***
Rauf Bey düzgün ve sade bir görüntüye sahipti. Çoktandır beyazlamış ince telli düz saçlarının düzenli bir şekilde tarandığı belli oluyordu. Yakasız bir gömlek üzerine kahverengi bir yelek giyiyordu. Kısa düzeltilmiş sakalları da saçına tamamen uyum sağlıyordu. Üzerinde yeniymiş gibi duran bir pantolonu vardı.
Alt katta iş için kullanmak maksadıyla düzenlediği odada Rauf Bey, Özlem’e kısaca yapacağı şeyleri anlattı. Oyalanmadan işe koyuldu. Özlem, Rauf Bey’in yanından ayrılıp kısa bir süre mutfakta Yeşim Hanım ile sohbet etti. Ardından Rauf Bey’in gece bahsettiği kitaplığın bulunduğu odada uzunca bir süre zaman geçirdi. Kitap okumaktan sıkıldığını hissettiğinde dışarı çıkmaya karar verdi.
Neredeyse öğle olmuştu. Özlem rastgele yürümek istiyordu. Akşam buraya gelirken gördüğü ağaçların gündüz nasıl gözüktüğünü çok merak ediyordu. Etraf sessiz ve boştu. Evin elli adım kadar ötesindeydi. Karşıdan uzun boylu birinin geldiğini fark etti. Karşıdan gelen kişi yaklaştıkça Özlem’in daha çok dikkatini çekiyordu. Sanki karşısında köylü kılığına girmiş genç bir prens vardı. Prens demek daha uygun düşerdi çünkü zarif ve yakışıklı birine benziyordu. Açık kahverengi saçları, beyaz ince pürüzsüz bir yüzü vardı. Kendi cüssesine kıyasla oldukça bol gelen kıyafetlerinin rengi solmuştu. Fakat halinden hiç de şikâyetçi değildi. Sağ elinde tuttuğu bir elmayı bir anda ısırdı. Özlem hiç kimsenin bir elmayı böyle iştahla yediğini görmemişti. Delikanlının o an sanki elindeki elmayı yemek dışında hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi. Özlem kendini tutamayıp güldü.
O sırada genç adam başını kaldırıp Özlem’in yüzüne baktı. Özlem dikkatsiz davrandığı için kendine kızdı. Genç adamın şaşkınlığı yüzüne iyice yansımıştı. Duyguları ve düşünceleri sanki tamamen yüzüne yansıyordu. Bakışları “İlk kez bu köyde böyle birini görüyorum.” der gibiydi.
Özlem hatasını telafi etmek için yanından geçerken kibarca “Merhaba.” dedi. Delikanlı aynı şekilde karşılık verdi. Fakat Özlem çoğu genç kızınkine kıyasla kalın ve çirkin olduğunu düşündüğü ses tonuyla genç adamın ince ses tonunu kıyasladığında kendisini kaba saba biriymiş gibi hissetti. Fakat tuhaf bir şey vardı, genç adamın tavırları biraz çocuksuydu. Bir insan aynı anda hem yakışıklı bir prens, hem de küçük bir çocuk olabilir miydi?
***
Özlem, köyü sevmişti. Hatta daha önce hiç gelmemesine rağmen kendisini buraya aitmiş gibi hissediyordu. Öğlenki ufak gezintisinden sonra eve dönüp Yeşim Hanım ile sohbet etti. Köyün çevresini çok beğendiğini söyledi. Elma yiyen uzun boylu genç adamdan bahsetti.
“Demek sabah kapımızı yumruklayan kişiyi buldun.” Özlem küçük bir şaşkınlık yaşadı, Yeşim Hanım ise gülüyordu. “Kenan tatlı bir çocuktur. Arada arkadaşıyla buraya gelip giderler.”
“Yani o çoban mı?” Bu soru Yeşim Hanım’ı daha da eğlendirmiş gibiydi.
“Koyunların arkadaşı desek daha doğru olur. Ben hiçbir çobanın bu kadar şefkatli olduğunu görmedim.”
“Nasıl bir şefkatten bahsediyorsunuz?”
“Kenan koyunlara bakarken onu biraz izlersen ne demek istediğimi anlarsın. Aslında bir gün onunla etrafı dolaşabilirsin. O da bazen yanında konuşacak birini arıyordur.”
Özlem öğleden sonra uzun bir süre vaktini kitap okuyarak geçirdi. Akşam uzun bir süre Rauf Bey ve Yeşim Hanım ile sohbet etti. Ertesi gün kahvaltının ardından kitap okumaya devam etti. Mutfakta yardım etmeyi istese de Yeşim Hanım buna fırsat vermedi. Atlarla biraz ilgilendikten sonra evin önündeki grileşmiş sandalyeye oturdu.
Yine Kenan’ı görmüştü. Bu sefer Kenan dünküne zıt yönde yürüyordu. Özlem heyecanlandığını hissetti. Kenan ise her zamanki gibi oldukça sakindi ve neşesinden hiçbir şey eksik değildi. Bu sefer elinde bir sopa tutuyordu. Arada sopasını yere sürtüp uzun çizgiler bırakıyordu.
“Merhaba Kenan.”
Kenan’ın yüzünde dünküne benzer şaşkın bir ifade oluştu. Sonra bu ifade kaybolup yerini rahat yüz ifadesi aldı. Canlı bir şekilde “Merhaba!” dedi. Sanki her gün gördüğü birine selam veriyormuş gibiydi.
“Ben Özlem, Rauf Bey’in misafiriyim. Nereye gidiyorsun?” Kenan başını kaşıyıp düşünmeye başladı. Sanki çok zor bir soru sorulmuş gibiydi. Bir anda işaret parmağını kaldırıp tam karşısını gösterdi. “O tarafa!”
“Sana eşlik edebilir miyim?”
“Olur.” Kenan, Özlem’in diğer sorusu karşısında hiç düşünmemişti. Kenan’dan evet cevabı almak bu kadar kolay mıydı? Genç adam elindeki sopanın ucunu sürterek yürümeye devam etti. Özlem, Kenan’ın sakin adımlarına ayak uydurdu. Her şeyin bu kadar hızlı olması tuhaftı.
***
Aşağı indikten bir süre sonra ağaçların arasında yemyeşil otlara basarak yürümeye başladılar. Kenan taşımaktan sıkıldığı sopasını gelişi güzel bir şekilde yere attı. Bugün Özlem’in dünkü yürüyüşünden farklıydı. Asıl şimdi etrafı keşfettiğini hissediyordu. Bu güzel yerleri ilk defa görüyordu. Serin ve güzel bir hava vardı. Biraz ilerde bir koyun sürüsü duruyordu. Şapkalı biri ufak bir tepenin yamacından sürüyü izliyordu.
İlerledikçe şapkalı gence daha da yaklaştılar. Sarı saçlı ve kısa boylu biri olduğu anlaşılıyordu. Tıpkı Kenan gibi masum ve sevimli bir görüntüsü vardı. Kenan “Merhaba!” dedi.
“Merhaba. Bu kim?”
“Özlem.” İkisi de Özlem orada değilmiş gibi rahattılar.
Şapkalı çocuk Özlem’e doğru yaklaşıp elini uzattı. “Merhaba Özlem. Ben Barış tanıştığımıza memnun oldum.”
“Merhaba Barış. Ben de tanıştığımıza memnun oldum.” Barış’ın nasırlı ellerinden ağır işlerde çalıştığı anlaşılıyordu. Fakat ince ruhlu birine benziyordu. O sırada Barış’ı izleyen Kenan onun yaptıklarını aynen taklit etmeye başladı. Özlem’e elini uzatıp “Tanıştığımıza memnun oldum Özlem.” derken görgü kurallarını uygulamaktan çok bir oyuna iştirak ediyor gibiydi. Kenan’ın elleri zayıf ve kemiksizdi. Umursamazca el sıkışıp biraz önce Barış’ın oturduğu geniş kayaya yerleşti.
“Özlem, köye ilk gelişin mi?”
“Evet Barış.”
“Kenan, Özlem’e Yılan Kayaları’yla ormanın içlerini gezdir.”
“Olur.”
“Görüşürüz Kenan.”
“Görüşürüz.” Barış oradan ayrılırken Kenan ayağa kalktı. “Gidelim Özlem, koyunları otlatacağız.”
***
Bir süre yürüdüler ve düz yeşil bir alana vardıklarında oturdular. Kenan omzuna astığı minik bez çantasını açtı. Çantayı tutan incecik bir ip vardı ve Kenan yürürken çanta arka tarafında kalıyordu. Bu yüzden Özlem’in pek dikkatini çekmemişti. Kenan içinden çıkarttığı küçük bir ekmeği hiç düşünmeden ikiye bölüp yarısını Özlem’e uzattı.
“Sağ ol Kenan, pek aç değilim.”
Kenan uzattığı ekmek parçasını Özlem almadığından dolayı üzüldü. “Ama aç kalırsan hasta olursun.” Belki de üzülmesinin sebebi yaptığı bu açıklamayla ilgiliydi. Aç kalan birinin hastalanacağına inanıyordu. Özlem, az önce Kenan’ın uzattığı yarımı elinden alıp birazını koparttı ve kalanı tekrar Kenan’a iade etti. Şimdi Kenan gerçekten de mutlu gözüküyordu. Önce Özlem’in uzattığı parçayı ardından elindeki yarımın bir kısmını yedi. Kalan parçayı tekrar çantasına koydu. Ardından minik çantasını otların arasına koyup koyunların arasına doğru yürüdü. Bir eliyle kopardığı otları yakınındaki bir koyuna yedirip bir eliyle de başka bir koyunun başını okşuyordu. Özlem bunu bulmuştu. Bir insanın her gün koyunlarıyla bu şekilde ilgilendiğini hayal edemiyordu.
“Her birine tek tek ot vermek zorunda değilsin Kenan. Kendileri yiyebilirler.”
Kenan mahcup bir ifadeyle baktı. İncecik ellerini birleştirip çaresizce durdu. “Ama böyle daha çok hoşlarına gidiyor Özlem.” Özlem bir hata yaptığını düşündü. Her zaman yaptığı şeyden hoşlanan bir insanın elinden mutluluğunu almaya çalışıyor gibi hissetti.
“Ben koyunlarla ilgilenmekten anlamam. Bence senin bu yaptığın daha doğru olmalı. Eğer hoşlarına gidiyor ve sen de böyle yapmaktan zevk alıyorsan buna devam et.” Kenan neşeli bir şekilde otları koparıp koyunlarını sevmeye devam etti. Bir süre sonra sıkılıp Özlem’in yanına oturdu. Kısa bir sessizliğin ardından birden ayağa kalktı.
“Gidelim Özlem, daha gezeceğimiz çok yer var.” Özlem gülümsedi ve ayağa kalktı. Kenan’ın kafasında tam olarak bir planın olmadığı belli oluyordu. Fakat bu durum Özlem’in hoşuna gidiyordu.
Köyden daha da uzaklaştılar. Artık dağlar daha yakın gözüküyordu. Kuş cıvıltıları sanki her zamankinden daha canlıydı. Kenan parmağıyla ilerdeki bir yükseltiyi gösterdi. “Orada uçurumlar var.”
“Neden oraya gitmiyoruz?”
“Koyunlar atlıyor Özlem. Boyları kısa olduğu için yüksek yerleri fark etmiyorlar.” Uzaklarda tepesi bulutlarla kaplı dağlar, yakınlardaysa büyük ağaçlar vardı. “Burada oturabiliriz Özlem.” Kenan böyle der demez yere oturdu. Özlem de aynını yaptı.
Kenan aniden kollarını birbirine kavuşturup sessizce durdu. Sanki yüzünde üzgün bir ifade vardı.
“Bir şey mi oldu?”
“Üşüdüm.”
Özlem tüylü başlığı olan kahverengi deri ceketini çıkartıp Kenan’a uzattı. “Bunu giy.” Kenan mahcup bir ifadeyle “Ama ceketin olmadığı için bu sefer de sen üşüyeceksin Özlem.” Kenan nezaketle dolup taşan saf bir kalbi vardı.
“Merak etme Kenan. Ben üşümem. Aslında ben insanların deli olduğumu düşünmemeleri için ceket giyerim. Bazen de ceplerime bir şeyler koymak için… Burada yalnız başımıza olduğumuza göre bu ceketi senin giymende bir sakınca yok.”
Kenan ceketi alıp giydi. Bilmiş bir şekilde “Aslında iki gün önce burası çok sıcaktı. Hava çok hızlı soğudu. Komik bir durum.” dedi. Ceketin başlığıyla kafasını örtmeyi ihmal etmedi. Ceketin kolları biraz kısa gelmişti ve başlık Kenan gibi ince yüzlü biri için fazla büyük gibiydi. Bir süre sonra ısınmaya başlayınca eski neşeli haline geri döndü
“Zayıf birisin, büyük ihtimalle bu yüzden üşüyorsun.” Özlem bunu söylediği sırada uzaklardan gelen bir havlama işitmişti. “Kenan, daha önce koyunlarla ilgilenmesi için köpek beslemiş miydin?”
“Daha önce köpeğim olmadı, ama Kuşçuk ücretini ödeyince koyunlarla ilgileniyordu.”
“Kuşçuk mu? Öldü mü?”
Kenan alıngan bir şekilde “Hayır! Kuşçuk daha çok küçük bir köpek. Bazen canı sıkıldığı için yalnız başına etrafı geziyor. Belki birazdan gelir.”
“İyi de köyün çok uzağındayız. Buralarda bizi bulmasına imkân yok.”
Kenan, Özlem’e dönüp şaşkın şaşkın baktı. “Özlem, bence Kuşçuk’u tanımadığın için böyle söylüyorsun. O istediğinde bizi hemencecik bulur.”
“Pek sanmıyorum. Köyün çevresinde olsaydık belki dediğin gibi olabilirdi.”
“Kuşçuk!” Kenan hızlıca ayağa kalktı. İlerden açık kahverengi tüyleri, tilkiye benzeyen bir kafası ve hafif tombul bir karnı olan minicik bir köpek geliyordu. Kuşçuk seyircilerinin önüne geldiğinde ufak bir gösteri yaptı. Yerde defalarca yuvarlandı, ardından minik daireler çizerek minik kuyruğunu kovaladı. Bu küçük gösteri esnasında Özlem minik köpekten çok hoşlandı. Kuşçuk sonunda oturup alkış istercesine onlara baktığında Özlem yanına gidip başını okşamak için elini uzattı. Kuşçuk ise bir anda yanlamasına kaçtı. İnleyerek oradan uzaklaştı. Özlem alıngan bir şekilde Kenan’ın yüzüne baktı.
“Bazen yabancılardan korkuyor.”
***
Kenan yeni arkadaşına biraz daha alışmıştı. Artık aklına bir şey geldiğinde Özlem ile paylaşmaktan çekinmiyordu. Bir vakit kollarını birleştirip bitkin bir şekilde durmaya başladı. Sanki yine bir şeyler genç prensi rahatsız etmeye başlamıştı.
“Ne oldu Kenan?”
Kenan biraz üzüntülü bir şekilde “Uykum geldi.” dedi.
“İstersen biraz uzan. Ben koyunlarla ilgilenirim.”
“Peki.”
***
Zaman sanki hem yavaş, hem de hızlı bir şekilde geçmişti. Ne olursa olsun Özlem hiç sıkılmamıştı. Kenan uyandığında bir süre sessizce bekledi. Ardından ceketin başlığını iyice kafasına çekip “Özlem sence komik gözüküyor muyum?” Özlem kahkaha attı.
“Evet, biraz komik gözüküyorsun.” Kenan da güldü. Ceketi çıkartıp Özlem’e geri verdi. İkindiye doğru Kuşçuk geri gelmişti. Dili dışarı çıkmış vaziyette hızlı hızlı soluk alıp veriyor, minik kuyruğunu sallayıp duruyordu. “Kuşçuk nerede kaldın? Ben seni gelmezsin sanıyordum.” Kenan minik çantasından çıkardığı küçük bir ekmek parçasını Kuşçuk’a verdi. Kuşçuk ekmek parçasını çabucak yiyip tekrar Kenan’ın yüzüne baktı. Kenan bir süre önce ekmeğin birazını daha yediğinden demin Kuşçuk’a verdiği parçadan başka bir şey kalmamıştı. “Ekmek bitti.” Bu duruma sinirlenen Kuşçuk hırıltılı bir homurdanmayla oradan uzaklaştı.
Kuşçuk’un uzaklaşmasından sonra Kenan sürüyü harekete geçirdi. Özlem’i Barış’ın bahsettiği Yılan Kayalıkları’na götürdü.
“Buraya neden Yılan Kayalıkları ismi verilmiş?”
“İsmini biz verdik Özlem.” Özlem bir kahkaha attı. Kenan alıngan tavrıyla “Özlem niye gülüyorsun?” dedi.
“Ben de bunun bir efsaneyle ilgili olduğunu düşünmüştüm. Normalde bu tarz şeylerin bir açıklaması olur.”
“Açıklaması var Özlem. Kayalara baksana, yılan gibi kıvrılıyor.”
“Haklı olabilirsin Kenan, ama genellikle benim söylediğim durum geçerlidir.
Köye yaklaştıklarında son molalarını verdiler. Aslında Özlem burasının son duraklama yeri olduğunu bilmiyordu. İçinden bir ses Özlem’e bugünkü kır gezintisinin birazdan biteceğini söylüyordu.
“Burada olmamızın özel bir sebebi var mı?”
“Birazdan Barış gelecek.” Özlem’e içinden bir ses bu bekleyişin uzun sürebileceğini söyledi. Özlem burasının sabah Barış ile karşılaştıkları yer olduğunu fark etti. Barış koşa koşa neşeli bir şekilde geldi. Nasıl olduysa Kenan zamanlamayı iyi tutturmuştu. Kenan heyecanlı bir şekilde Barış’ın geldiği tarafa baktı. Ellerinde bir şeyler vardı.
“Yaşasın elma!” Barış hiç konuşmadan elmalardan ikisini Kenan’a uzattı. Kenan da birini hızlıca Özlem’e uzatıp diğerinden bir ısırık aldı. Yeşil renkli ve tatları ekşiydi. Kenan kadar iştahlı olmasa da Barış kendi elmasını büyük bir keyifle yiyordu.
“Elmalar vaktiyle benim ektiğim bir ağaca ait. Ekşi elmalar buralarda olmaz. Bir kere tesadüfen tohumunu buldum. Kenan ve ben çok seviyoruz.”
“Bana kalırsa Kenan bütün elmaları seviyor.” Bunu duyan Kenan “Evet!” diye onayladı. “Bugün Kuşçuk aç geldi. Bilsem ekmeği yemezdim.” Barış “Ben akşam eve gidince ona verecek bir şeyler bulurum, kafana takma.” dedi.
Uzun bir süre oturdular. Barış Dişbudak Köyü’nün yakınındaki köy ve kasabaları anlattı. Özlem, Barış’ın ailesine ait bir tarlada çalıştığını arada Kenan’a yardımcı olduğunu öğrendi. Sohbetten sonra evin yolunu tuttular. Evlerin önünden geçtikçe koyunlar da birer birer azalmaya başladılar. Rauf Bey’in evinin önünde geldiklerinde Kenan ve Barış, Özlem’le vedalaştılar.