Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Akrin

Sayfa: 1 2 [3] 4
31
Kurgu İskelesi / Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
« : 27 Şubat 2011, 19:25:52 »
Bölüm 5-Gizemli Yabancılar

     Hani önemli bir işiniz olduğunda, uyku uyumamış olsanız bile enerjik olursunuz ya. İşte İon da öyle hissediyordu o sabah kalktığında.

     Yeni bir gün ahşap pencereden yavaşça içeri süzülürken, İon önceki gün aldığı ipek gömleğini, kahverengi pantolonunu ve mavi pelerinini giydi. Üzerinde son rötuşları da yaptıktan sonra ormandaki köyün sıcak iklimine kendini teslim etti.

     Bu sıcak havada biraz daha yürümek isterdi ama Büyük Konağın evine olan yakınlığı onu büyük bir hüsrana uğrattı. Oksijeni ciğerlerinin içine çekti ve nefesini tutarak Büyük Konaktaki yeni sınıfına girdi.

     Sınıf otuza yakın sıranın birleşmesiyle oluşmuş büyük bir yerdi. Kapının karşısında duran öğretmen masası, üzerinde birçok kitap, kalem ve parşömen ağırlıyordu. Masanın arkasında ise yıllara meydan okuyan, tıka basa kitapla dolu bir kitaplık vardı. Tam bir eğitim yuvası görünüşünde olan bu sınıfa, ahşap pencerelere takılan süslü mor perdelerle duvarlara asılan kurutulmuş çiçekler ve manzara resimleri canlılık katıyordu.

     Elliye yakın çocuk onun sınıfa girmesiyle, başlarını kitaplarından kaldırdı ve İon’u süzdüler. Çocuklar hiçbir zaman yeni gelenleri sevmezdi ve onlara hep ezici bir üstünlükle davranırlardı.

     Sınıfta öğretmenlik yapan adam; İon’un Büyük Konak’ın salonunda, Perys ile beraber gördüğü adamdan başkası değildi. Adam, İon’u nazikçe selamladı ve sınıftaki çocuklara İon’u tanıtmaya başladı.

     “Sevgili Arkadaşlar! Yanımda görmüş olduğunuz çocuğun adı: İon’dur. Kendisi bizim yeni öğrencimiz ve arkadaşımız olmakla kalmayıp, değerli büyücü Perys’in de vesayeti altındadır. Ona çok kibar davranacağınıza ve onu sizlerden biri gibi görüp arkadaş olacağınıza eminim.” Daha sonra İon’a döndü ve:

     “Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben, Rollender. Buradaki öğretmeninim. Sanırım sınıftaki tek boş yer Lyla’nın yanı. Lütfen sırana oturur musun?” dedi. İon tanışma faslının beklediği kadar kötü olmadığını hatta iyi bile geçtiğini düşünerek sınıfın sol köşesindeki sırasına oturdu.

     Yanındaki kız gerçekten güzeldi. Uzun, çok açık sarı saçları ve kahverengi gözleri vardı. Yüzündeki neşeli sırıtmayla İon’a bakıyordu. Birbirlerine merhaba dedikten sonra Rollender’ın gür sesi sınıfta yankılandı.

     “İon! Belki bize birkaç numara gösterirsin.” Ama İon hiçbir numara bilmiyordu. Başını üzgünüm anlamında iki yana salladı. Rollender derin bir iç çekti ve yumuşak bir el hareketiyle İon’u yanına çağırdı.

     Çocuk yanına geldiğinde ise masasındaki kitapta bir şeyler arıyordu. Aradığını bulup, İon’a kitabı uzatması fazla zaman almadı. İon’a üzerinde garip yazıların olduğu bir sayfayı işaret etti. Kulağına da oku, diye fısıldadı. Lakin İon, kitapta yazılan yazıların tek kelimesini bile anlamamış ve tek kelimesini bile okuyamayacağını biliyordu.

     Rollender bu kez ilkinden daha uzun bir iç çekti. Sonra:

     “Anlaşılan daha önce hiç büyü yapmamışsın. Ve Kadim dili de bilmiyorsun. Seninle işimiz var küçüğüm.” Dedi. Odadaki çocuklar yeni gelenin bir açığını yakalamış olmaktan gurur duyuyorlardı ancak Rollender’a karşı hissettikleri korku, İon’la dalga geçmelerini engelliyordu.

     “Hımm… Bakalım burada ne var?” Rollender, öğretmenler masasının hemen arkasında duran kitaplıkta bir kitap armaya başladı. Nihayet kitabı buldu ve onu İon’ uzattı.

     “Sıkı çalışman gerekiyor. Hem de çok sıkı çalışman. Bu kitapta aradığın basit büyülerin Kadim Dil’deki yazılışlarını ve bizim dilimizdeki yazılışlarını bulacaksın. Böylelikle Kadim Dili öğrenmeye başlayacak, büyüleri ise, kitapta verilen talimatlar çerçevesinde yapacaksın. Kitapta yapmanı istemediğim bir büyü olmadığından seni uyarmıyorum. Ancak çok dikkatli olmalısın. Kelimeleri doğru telaffuz etmeli ve iyi konsantre olmalısın. Bu geceden itibaren başla.” Dedi Rollender.

     İon kitaba şöyle bir göz attıktan sonra Lyla’nın yanındaki yerine oturdu. Sınıftaki diğer öğrenciler, diğer büyülerde çalışırlarken, İon kitaptaki büyülere bakıyordu. Arasından en çok yapmak istediklerini ayırdı ve ilk onları denemeye karar verdi.

     Büyücülük konusunda onlardan bu kadar geriyken, onlarla aynı sınıfta olmasını anlamış değildi İon. Belki de bu daha hırslanıp, azmetmesi için yapılıyordu. Tek bildiği çok çalışacağıydı.

     Günlük dersler, her gün dört ders olmak üzere planlanmış, böylelikle çocuklara çalışmak için uygun fırsat ve dinlenmek için zaman tanınmak istenmişti. O gün de İon’un pek fazla anlamadığı Kadim Dil’in büyülerine çalıştılar. Anna adında kızıl saçlı bir kız uzun uğraşlar sonunda, sınıfın ortasında küçük bir ateş yakmayı başarmıştı. Diğer çocuklar Anna’ya hayran hayran bakarken Rollender bunun yeterli olmadığını söyledi. Böylelikle çocukların bütün neşesi yok oldu.

     O gün nasıl geçti bilmiyordu İon. Hemen hava kararmıştı. Evine gidip bir iki büyü denemeye karar verdi ancak tek bir ışık bile yakamamıştı.

***

     Günler aylara, aylar yıllara dönüşmüş İon on üç yaşına girmişti. Günlük çalışmaları meyvesini vermiş, basit büyüler yapabilir hale gelmişti. İki ay önce sınıfta güz rüzgârı estirebilmişti. Rollender bu gelişmeden oldukça memnundu. Sık sık İon ile özel çalışmalar yapıyor, çocuğun daha da gelişmesini istiyordu.

     İon sıra arkadaşı Lyla ile de yakınlaşmıştı. Çocuklar arasındaki en yakın arkadaşı olan Lyla ile birçok gece büyü çalışmaları yapıyor, kızı evinde ağırlıyordu.

     Gecelerden birinde İon’u uyku tutmadı. Lyla ile beraber, öğlen aralarında gittikleri çardağa gitti. Her öğlen Lyla ile buraya gelirler, yemeklerini burada yiyip, büyü çalışırlardı. Fakat bu gece burada yalnız olacağını sanıyordu ki yanılmıştı.

     Lyla’yı da uyku tutmamış olacak ki çardağa oturmuş, kitap okuyordu. İon’un geldiğini duymayan kız, İon’un ani bir şekilde yanına oturmasıyla yerinden zıpladı. Korku dolu bakışlarla gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. İon’u karşında görünce derin bir oh çekti.

     “Ne işin var burada?” dedi sinirle.

     “Uyku tutmadı. Biraz hava almaya çıkmıştım.” Diye cevap verdi İon.

     “Ne okuyorsun?”

     “Ateş Büyülerine çalışıyorum.”

     “Belki beraber bakabiliriz. Ne dersin?”

      “Elbette.” Onlar ateş büyülerinin yapılma inceliklerine çalışırken, Birden,

     “Şunu gördün mü?” diye yerinden sıçradı İon. Ormanın içinde, ağaçların arasında biri vardı. Simsiyah bir pelerin giymiş ve kafasını pelerinin kapşonuyla, yüzünü ise siyah bir atkıyla kapatmış onları izliyordu.

     “Ben kimseyi görmüyorum İon”

     Lyla korkuyla, bir kez daha ormana baktı ama kimseyi göremiyordu.

     Adam birden arkasını döndü ve onlardan uzaklaşmaya başladı. İon ayağa kalkarak “Sen burada bekle Lyla. Hemen geliyorum.”dedi. Adama doğru koşmaya başladı. Adamı kaybettiğini sandığı bir anda onu gördü. Arkasını dönmüş, bir söğüt ağacının yanında duruyordu.

     İon büyük bir temkinle adama doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan adama doğru sessizce ilerliyor, bir yandan da yapabileceği bir büyü düşünüyordu.

     Adamın tam arkasında durduğu bir anda Siyah kapşonlu adam İon’a döndü. İon ona neyin yaptırdığını bilmeden adamın atkısını yüzünden çekti. Bu…

     Bu bir erkek değildi. Bir kadındı! Yemyeşil gözleri, kapşonun içinden görünen kahverengi saçları olan güzel bir kadındı. Kadındaki göze batan tek şey: Teninin normal bir insana kıyasla çok daha beyaz olmasıydı.

     İon kadının atkısını açtıktan birkaç saniye sonra, kadın rüzgâra karışıp yok oldu. Şimdi yalnız başına dikiliyordu. Geçirdiği şoku üzerinden atmak için yakınında olduğu nehrin kollarından birinden su içti. Sonra…

     Sonra bazı sesler duydu. Bir atın sesiydi bu. Bir at hızla köye yaklaşıyordu.

     Köydekilere haber vermeliydi. Koştu… Daha hızlı koştu.

     Çardakta oturan Lyla’yı da alıp Büyük Konağa doğru koştular. Büyük Konağa vardıklarında at da arkalarından geliyordu. Köy sakinleri evlerinden çıkmış, bu kargaşaya neyin sebep olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

     Büyük Konağın kapısı yedi kez yumruklandıktan sonra, Helia dışarı çıktı. Sinirli bir ses tonuyla:

     “Sen de kimsin atlı?” diye sordu.

     Atlı asker çoktan atından inmiş, Helia’ya yaklaşmıştı. Sonra kıvrımlı şapkasını kafasından çıkarıp, nazikçe kadını selamladı. Bu hareket İon’u ve Lyla’yı çok şaşırtmıştı. Adamın bir düşman olduğunu sanmışlardı. Görünen o ki yanılmışlar.

     “Benim. İkilep. Konseydeki casusunuz Helia hazretleri. Size çok kötü haberlerim var kraliçem. Hem de çok kötü. Aradrian büyük bir ordu toplayıp, Celendor Krallığına doğru yola çıktı. Amacı bütün krallığı yok edip, büyücülerin yakılmasından sorumlu olanlardan intikam almak.” Dedi İkilep.

     Helia, duymuş olduğu haberden çok rahatsız olmuşa benzemiyordu. Hatta gülümseyerek İkilep’e:

     “Ben de çok önemli bir haber getirdin sandım İkilep. Celendor bizim de düşmanımız. Onların yok olması hem Kara büyücüleri zayıflatır hem de düşmanımızdan kurtuluruz. Böylelikle bir taşta iki kuş vurmuş oluruz.” Dedi.

     Perys Büyük Konak’dan çıkmış, konuşmaları dinliyordu ki duydukları hiç de hoşuna gitmedi.

     “Ordunu hazırla Helia. Celendor’a yardım edeceğiz.”

     “Ne? Ne demek istiyordun sen Perys?” Helia sinirlenmişti. Öfkeyle: “Kraliçenin ben olduğumu unutuyorsun sanırım.” Dedi.

     “Bir düşünsene Helia. Eğer Celendor’a yardıma gidersek hem insanlar üzerindeki kötü imajımız kalkacak, hem de Kara büyücüler büyük bir bozguna uğrayacak.” Diye ikna etmeye çalıştı Perys. Ama Helia ikna olmuşa benzemiyordu. Arkasını dönüp, konağa giriyordu ki bir an durakladı. Sonra,

     “Bunu düşüneceğim.” Dedi.

     “Sen Celendor’a gidip haber ver İkilep.” Dedi Perys. İkilep de onaylayan bir kafa hareketi yaptıktan sonra atına binip yola çıktı.

***
      Perys’in fikri ordunun da kafasına yatmıştı. Şimdi tek bekledikleri Helia’dan çıkacak karardı.

     Zor da olsa Helia bir sabah,

     “Her olasılığı gözden geçirdim. Ordu toparlansın. Bir hafta sonra, on beş yaş üstü herkes, erkeğiyle kadınıyla yola çıkıyoruz. Yeşil bayrağımız dalgalansın. Ormandaki diğer iki köye de haber verin.”dedi.

     Halk büyük bir coşkuyla sevinç çığlıkları atmaya başladı.

     Ama İon’un aklını karıştıran bir şey vardı:

     On beş yaş üstü herkes mi? O, mutlaka savaşa gitmeliydi.

DEVAM EDECEK

32
Düşler Limanı / Ynt: Yaşlılık
« : 25 Şubat 2011, 20:46:58 »
Tek diyebileceğim, etkileyici... Ellerine sağlık yaşlılığı çok güzel, biraz klasik de olsa olayın en gerçek ve en vurucu noktasından anlatmışsın...

Nicedir okuyordum yazılarını fakat yorumlamıyordum, bunu çok beğendim. :)

Zaman ayırdığın ve güzel yorumun için sonsuz teşekkürler. Beğenmene çok sevindim. :)

33
Düşler Limanı / Yaşlılık
« : 25 Şubat 2011, 20:13:06 »
YAŞLILIK

Umutlarımın yerini anılarım almıştı.


     Bugün her sabah olduğu gibi erkenden kalktım. Yeni bir gün vardı önümde, ne kadar da uzun geçiyordu oysaki günlerim.

     Ağrıyan belime rağmen yatağımdan usulca kalktım. Krem rengi pijamamı çıkarıp en güzel gömleğimi ve en güzel pantolonumu giydim. Her ne kadar zavallı evimde bir başıma kalacağımı bilsem de…

     Ahşap bastonumu elime alıp, Küçük balkonumda duran papatyalarıma, güllerime günaydın dedikten sonra kendi kendime güzel bir kahvaltı hazırladım. Bir tabak da karşıma koymuştum. Belki çocuklarım bana sürpriz yapıp ziyaretime gelirler diye. Gelmediler. Gelmeyecekler…

     Kahvaltımı yedikten sonra, zavallı vücudumu kaldırıp bulaşıkları yıkamaya çalıştım. Bulaşık makinesi çok istememe rağmen alamamıştım. Gücüm hiçbir şeye yetmediği gibi ona da yetmemişti.

     Emekli maaşımın yettiği kadarıyla aldığım sallanan sandalyemde bir süre dinlendikten sonra bakkala gidip gazete alacak oldum ama kalkamadım. Onun yerine sabah gazetemi genç bakkal çırağından aldım. Tek bir hareketim bile vücudumdaki tüm eklemlerin ağrımasına, başımın dönmesine ve kalbimin çarpmasına neden oluyordu.

     Gazetemi okumaya başlamadan ajda bardağıma koymuş olduğum ve bitmek üzere olan çayımdan aldığım koca bir yudumla ilaçlarımı içtim. Daha sonra çok sevdiğim sandalyeme kurulup, gazetemi okumaya başladım. Güncel haberler, magazin haberleri, bulmacalar… Okumadığım haber, çözmediğim bulmaca kalmadıktan sonra gazetemi katlayıp eski televizyonumun yanında duran sepete koydum.

     Bastonuma yaslanıp, zor da olsa, çiçeklerimin yanı başına gittim. Okşadım onları. Konuştum onlarla. Tek dostlarımdı onlar benim. Tek arkadaşlarım…

     Bir süre gençlik resimlerime bakıp geçmişi yâd ettim. Anılarımın sonsuz denizinde yüzdüm, küçüklüğümde komşuların ağaçlarından kopardığım meyvelerin tadına baktım. Rahmetli eşimle evlendiğimiz günü suratımda küçük bir tebessümle izledim. Sonra… Yine yalnızdım.

     Bir süre gözlerimi kapatıp, rüyalara dalmak istedim. Rüyalarım, gerçekten daha fazla tat veriyordu bana.

     Sonra kalktım. Haberlere göz gezdirdikten sonra, en sevdiğim programı izledim. Sonra yine yattım. Yine bir sonraki günün böyle geçeceğini bile bile kalktım.

     Günlerim birbirine karıştı şimdilerde. Her gün aynı şey… Aynı sıkıcı durum… Tek istediğim birkaç dakikalığına da olsa bir sohbet. Ama…

***
     Cenazemde ağlamışsınız çocuklarım. Neden? Madem bu kadar seviyordunuz babanızı neden aramadınız? Neden beni sormadınız? Duvarlarla dostluk ediyordum ben. Çiçeklere sizi soruyordum.

     Şimdi cennetin en güzel köşesinden çocuklarımı izliyorum. Yaşlanmışlar. Evlerinde tek başlarına bir arayan bekliyorlar…

SON

34
Düşler Limanı / Mutluluğun Gurusu
« : 24 Şubat 2011, 22:00:11 »
MUTLULUĞUN GURUSU

‘Belki de Tanrı, çölü, insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsinler diye yarattı.’
SİMYACI
   
      Bir zamanlar falanca şehrin falanca köyünde Runo adında bir adam yaşardı. Bu adam çevresinde saygı gören, dürüst, çalışkan ama bir o kadar da kötümser bir insandı. Hele de son zamanlarda bütün işlerinin kötüye gitmesi, adamın moralinin altüst olmasına yol açmıştı.

     Runo: “Çok mutsuzum.” Diye yakınıp da duruyordu. Marangoz dükkânında işler çok kesattı ve evine ekmek götürebilmek için ek mesai yapıyordu. Birçok ağır iş üstlenir, bu nedenle karısıyla da birçok kez kavga ederdi. Bir de üstüne evindeki hayvanları hastalanınca, atları, keçileri, inekleri teker teker ölüp, adam beş parasız kalınca, intihar etmeyi bile düşündü.

     Günlerden bir gün, yine adam hâlinden yakınırken, bir adam çıkageldi ve Runo’ya:

     “Tozlu dağların arkasında, yeşil ovaların karşısında, Büyük bir ormanda yaşlı bir adam yaşar Runo. Derler ki bu adam kendisine gelenleri bir ay içinde sonsuz bir mutlulukla doldurur, ömürlerinin sonuna kadar da mutlu mesut yaşamalarını sağlarmış. Ancak bazı fedakârlıklar yapman icap ediyormuş. Kendisine mutluluğun gurusu diyen bu adam her ne derse desin yapmak zorundaymışsın.” Dedi.

     Bu fikir Runo’nun aklına epey yattı. Şüpheleri de yok değildi elbette. Guru ne derse desin yapmak zor olacak diye düşünür dururdu. Ama her ne kadar şüpheyle yola çıksa da, bir gün mutluluğun gurusunu bulmak için yollara düştü.

     Dere tepe düz gitti. Tozlu dağları geçti, yeşil ovaların karşılarındaki ormanın yolunu buldu. Ormanın içinde çok eski zamanlardan kalma bir patika vardı. Runo da bu patikayı takip ederek ormanın derinliklerine daldı. Ne de olsa patika yoldan, yolumu bulurum diye kendini avutuyordu.

     En sonunda yaşlı meşe ağaçlarının birbirlerine dört bir taraftan yaslandığı geniş bir düzlükte patika sona eriyordu. Düzlüğün ortasında ise pembe duvarları, beyaz panjurları olan minik bir ev vardı.

     Runo bu muazzam güzellikteki eve bakarken birden bire ormanın içinden gelen tuhaf sesler duydu. Ürktü. Korktu. Ne yapacağını bilemiyordu…

     Sesler yaklaştıkça Runo’nun kalp çarpıntısı daha çok artıyordu. Teni sararıyor ve heyecandan elleri titriyordu.

     Arkasını döndüğünde ona doğru gelen beş krallık askerini gördü. Askerler ne ile karşılaşacaklarını bilmedikleri için kılıçlarını çekmişler, temkinle Runo’ya doğru yaklaşıyorlardı.

     Runo askerlerin av için burada olmadıklarını, kendisi için burada olduklarını anladığında askerler ona kılıçlarını doğrultmuşlardı bile. En uzun boylu olan asker, miğferini başından çıkardı ve:

     “Burada ne işin var köylü.” Dedi. Runo ne söyleyeceğini bilemedi. Daha sonra gerçeği söylemenin kellesi için çok daha iyi olacağını düşündü ve derdini kuşkuyla ona bakan askerlere anlatmaya başladı.

     “Ben bu ormana geldim. Çünkü arkamda gördüğünüz pembe evde mutluluğun gurusu adında bir adam yaşarmış ve dileyeni bir ay içinde sonsuza kadar mutlu yaparmış.” Runo öyküsünü bitirdikten sonra pembe eve boş gözlerle bakan adamları inceledi. Olanlardan hiç de hoşnut değildi. Büyük bir hızla arkasına döndü. Ne? O da neydi?

     Pembe ev kaybolmuştu. Sanki yer yarılıp da içine girmişti. Onun yerinde büyük bir düzlük uzanıyordu. Etraftaki ağaçlara kuşlar konmuş haşince ötüyorlardı. Askerlerin başı olan uzun boylu adam en az kuşlar kadar haşin bir sesle:

     “Bu ormanda gizemli, büyü işlerine karışmaktan tutuklusun. Bizimle krallığın şatosuna gelecek mahkemeye çıkacaksın.” Dedi.

     Askerler Runo’yu yaka paça götürürlerken Runo etrafa bağırıp çağırıyor ve büyücü olmadığını, ormana bir adamı aramak için geldiğini haykırıyordu ama nafile. Askerler nuh diyor peygamber demiyordu. Runo’ya sertçe:

     “Derdini mahkemede anlatırsın büyücü.” Diyorlardı. Runo ne yapacağını bilemiyordu. Birçok kez ölümü düşünmüştü ama ölümü düşünmek, ölümle karşı karşıya kalmaktan çok farklıydı.

     Uzun bir yolculuktan sonra Runo, elleri ve gözleri bağlı halde Krallığın şatosuna getirildi. Şatonun avlusundan hapishaneye giderken, avluda toplanmış olan kalabalık Runo’nun biçimsiz ve savunmasız vücuduna çakıl taşları atıyor, büyücü diye yuhalıyorlardı.

     Büyücülük! Dünyadaki en kötü şey olarak öğretilmişti onlara. İdam ettirilmesi gereken şeytanın uşaklarıydı büyücüler. Ama Runo bir büyücü değildi. Hayatında büyü denen şeyi bir kez bile görmemiş, şu zamana kadar kendi halinde yaşamış olan bir marangozdu o. Büyücülükle ne alakası olabilirdi? Ormana mutluluğun gurusu denen adamı aramaya gitmiş ama hilekâr adamın ağır hilesiyle karşılaşmıştı. Hilekâr bir guru yüzünden ölecekti.

     İtilip kakılarak şatonun en ücra, en pis ve en kötü zindanlarından birine sokuldu. Elleri ve gözü çözülmüştü ama zindanın karanlığında gözlerinin bağının çözülmesinin pek bir anlamı kalmamıştı.

     Burası ne kadar da korkunç bir yer diye düşündü. Karanlık, zindanda cirit atan sıçanların sesinin duyulmasına engel olamıyordu. Sıçanlar büyük bir zevkle yeni gelen mahkûmu kemirmeye neresinden başlasak diye tartışıyorlardı. Runo ise zindanın bir nebzedeolsa küçük pencereden ay ışığı alan köşesine kıvrılıp uyumaya çalıştı. Denedi, denedi… Başaramadı ama. Bütün gece uykuyla boğuştuktan sonra şafak sökmeye yakın ağır bir uykuya daldı. Ne var ki askerlerin kalk büyücü, diye bağırmaları uykusunu yarıda kesmişti.

     Uyandığında sağ kulağında tarifi olmaz bir acı hissediyordu. Elini kulağına götürdüğünde eline bulaşan kanı gördü ve kulağının çok küçük bir parçasının olmayışı Runo’nun şaşkınlıkla haykırmasına neden oldu. Pek bir tıbbi bilgisi olmasa da gömleğinden bir parça koparıp yaralı kulağının kanını durdurmayı akıl etmişti. O kulağını iyice sardığından emin olamadan askerler tekrar yaka paça dışarı çıkardılar onu. Uzun boylu asker yine oradaydı. Zindanın dışında bir yerlerde durmuş. Yumuşak bir ifadeyle Runo’ya bakıyordu. Askerler Runo’yu zindanın dışında mum ışığıyla aydınlatılan bir yere getirip, samanların üzerine attıklarında uzun boylu asker yumuşak bir ses tonuyla:

     “Mahkeme, suçunu itiraf ettiğin takdirde zehirlenerek öleceğini yoksa suçun kanıtlanırsa celladın keskin baltasının tadına bakacağını söylüyor.” Dedi. Runo yapmış olduğu büyücülük olmasa da celladın kollarında öleceğini çok iyi biliyordu ama olmayan bir suçu kabullenmek normal bir insanın yapacağı iş değildi.

     Susuzluktan kuruyan boğazından, suçunu kabul etmediğine dair garip bir hırıltı çıkardı. Asker ona şefkatle yaklaştı ve:

     “Halkın önünde kafanın baltayla kesilmesi hiç de onurlu bir davranış değildir. Lütfen! Zehir içerek ölmek, kesin ve acısız bir ölüm. Bir daha düşün aksi hâlde mahkemen bir ay sonra görülecek ve çok büyük bir ihtimal kellen şatodaki heykellerin mızraklarında aylarca halka ibret olsun diye sallandırılacak.” Dedi.

     Her şeyi göze alabilirdi ama yapmadığı bir şeyi yapmış gibi üstlenemezdi bu olanaksızdı. Boğazından gelen aynı olumsuz hırıltıyı çıkardı. Askerin kızgın bir baş hareketiyle, karanlık zindana geri tıkıldı. Askerler uzaklaşırken tek duyduğu, mahkemenin bir ay sonra görülecek olduğunu söylemeleriydi.

     Günler geçti. Zavallı Runo’nun midesine giren günde bir parça ekmek ve birkaç yudum suydu. Her gün biraz daha bitkinleşiyor ve zayıflıyordu. Teni daha da sararmıştı ve gözlerinin altında mor mor torbalar oluşmuştu.

     Geceleri uyumamaya çalışıyor, gündüz olunca, sıçanlar ortada yokken, uyuyordu. Sıçanların üstüne bir de akrep derdi çıkmıştı. Zindanda bulunan çakıllar ile geceleri, nöbetçi askerler uyurken, küçük bir ateş yakıyor böylelikle sarı akrepleri kendinden uzak tutuyordu. Evinde olmayı o kadar çok isterdi ki…

     Mahkemenin elinde fazla kanıt olmadığından Runo’yu konuşturmayı kafalarına koymuşlardı. Bundan sonra Runo konuşsa bile celladın ellerinde verecekti canını. Neler neler yapmadılar ki…

     Bazı günler zavallı Runo’yu kırbaçladılar. Adam baygın düşünceye kadar kırbaçladılar ama Runo konuşmadı. Konuşamadı. Sanki zindanda geçirdiği günler ona konuşmayı unutturmuştu.

     Bazı günler boğulana kadar kafasını suyun içine sokuyorlar. Tam boğulacağı zaman kafasını sudan çıkarıyorlardı. Her konuşmayışında ise işlemin süresini uzatarak tekrarlıyorlardı.

     Bazen ateşte ısıttıkları bir demirle Runo’nun derisini dağlıyorlardı ama o konuşmuyordu. Konuşamıyordu…

     Bir ay çabucak geçti. Ve Runo zindana getirildiği gündekinden başka bir adam olarak mahkemenin önüne çıktı. Elbette mahkemeye Kral başkanlık ediyordu. Kral sertçe konuşmaya başladı.

     “Sen Runo! Burada bulunmanın sebebi büyücülükle suçlanmaktır. Kraliyetin askerleri seni ıssız bir ormanda tek başına bazı şeyler mırıldanırken yakalamışlar. Bir büyü olduğu ne kadar da belli.”

     Runo o gün hiçbir şey mırıldanmadığını söylemek istedi ama dili bağlanmıştı. Konuşamadı.

     “…Bu adamı suçlu bulanlar?” Bütün mahkeme üyeleri parmaklarını kaldırdı. Kral ise gülümseyen bir ifadeyle:

     “Yarın şafak sökerken infazın gerçekleşecek büyücü. Kellen mermer askerlerin mızraklarına asılacak halka ibret olasın diye.” Dedi.

     Son bir gecesi kalmıştı Runo’nun onu da sıçanlara ve akreplere aldırmadan uyuyarak geçirdi.

     Ertesi gün meydanda tüm hazırlıklar tamamlanmış, suçlu idam masasına getirilmişti. Runo’nun kafası idam masasına konulduğunda bütün halk öfkeyle yuhalamaya başladı. Celladın baltası suçlunun kafasına inmeden önce kralın kısa bir konuşma yapması adetten olmuştu. Kral otoritesini korumaya çalışan ürkek bir adamın sesiyle konuşmaya başladı.

     “Burada Runo adındaki bu büyücünün infazı için toplanmış bulunmaktayız. Bu adam gayet adil bir şekilde kendisini savunmuş ama yine de büyücü olmadığını mahkemeye kabul ettirememiştir. Yasalarımız gereği bir büyücü ölmelidir.” Son sözlerini büyük bir coşkuyla söyleyen kral cellada küçük bir baş hareketi yaptı.

     Bir gün daha yaşamak için her şeyini verirdi Runo. Sadece bir gün… Kaybedilen bir şeyin değeri ancak kaybedildiğinde anlaşıldığı gibi hayatın da değeri siz onu kaybetmekle karşı karşıya kaldığınızda anlaşılır. Ne paraydı önemli olan ne de şan. Ormana geldiği güne lanet etti. Neden mutlu olmadığına anlam veremiyordu. Gözlerini kapadı. Ölümünü bekledi sessizce. Ve celladın baltasının inerken çıkardığı sesi duyabiliyordu…

     Runo öldüğünü zannettiği bir anda gözlerini açtı. Neler oluyordu? Pembe renkli duvarları olan, tütsü kokulu bir odada ayakta duruyordu. Karşısında turuncu giysili kel bir adam yerde oturuyor şefkatle Runo’ya bakıyordu. Runo kendine iyice geldikten sonra yerde oturan yaşlı adam konuşmaya başladı.

     “Ben mutluluğun gurusuyum Runo. Sana bugün burada mutluluğu öğretmiş olduğumu düşünüyorum. Mutluluk nedir? Para mıdır? Şan mıdır? Şöhret midir? Hiçbiridir mutluluk. Peki ya neden mutsuzdun? Kötü şeyler yaşadığın için mi? Kötü şeyler yaşamasaydın iyi şeyler yaşadığında mutlu olabilir miydin? Olamazdın sevgili Runo. Sana iyi bir ders verdim. Sana yaşamanın değerini öğrettim. Sakın unutma: Yaşıyorsan mutlusundur!”

     Runo şaşkınlıkla guruya baktı. Olanlara inanmada ne kadar güçlük çekse de sonsuz bir mutluluk duyuyordu.

     Guruya binbir teşekkür edip pembe evden ayrıldı. Evine geldiğinde ailesi hiç tanımadıkları bir Runo ile karşılaştılar. Sonsuz mutluluğa sahip Runo’ydu o. Çünkü bir şeyi çok iyi biliyordu:

     “Yaşıyorsan mutlusundur!”

SON

35
Kurgu İskelesi / Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
« : 23 Şubat 2011, 22:33:35 »
Bölüm 4- Ormandaki Köy

     İon sabah güneşinin yakıcı sıcaklığına gözlerini, ahşap bir odada açtı. Küçük bir odaydı burası. Kapının yanına yerleştirilmiş yatak, yatağın ayak ucundaki geniş dolap ve dolabın çaprazında duran üzerine kıyafetlerin yığıldığı kırık ayaklı bir sandalyeden başka hiçbir şey yoktu ahşap odada.

     İon yataktan kalktığında kendisini son birkaç gündekinden çok daha dinç hissediyordu. Büyük bir hızla odanın yanındaki kapıdan dışarı çıktı. Göreceği manzarayı hiç de böyle tahmin etmemişti. Afalladı… Şaşkınlıkla gördüğü manzarayı incelemeye koyuldu.

     Yüzlerce ahşap evin olduğu ve etrafı, yüksek meşe ağaçlarının oluşturduğu büyük bir orman tarafından çevrilmiş bir köydü burası. Köy sırtını ormanın doğu tarafını kapatan bir dağa vermişti. Meydanında diğer evlerden daha büyük bir ev ve günlük şeylerin satıldığı alış veriş dükkânları vardı. Dükkân kuracak kadar parası olmayan tüccarlar, ahşap tezgâhlarını sokaklara açmış ve türlü türlü eşyalar satıyorlardı.

     Köyün ortasından ve dükkânların arasından sakin bir nehir akıyordu. Köy halkı ulaşımı sağlamak amacıyla nehrin üstüne ahşaptan yapılmış köprüler kurmuşlardı. Köprülerin dışında, köy içi seyahati sağlamak amacıyla at arabaları görev yapıyordu. Bu tek kişilik, midillilerin taşıdığı arabalar köyün istediğiniz her yerine götürüyor ve getiriyordu.

     Köy canlı bir hayata sahipti. Daha güneş yeni yeni hissedilirken, yeşil, turuncu, mavi gibi türlü türlü renklerde pelerinler giymiş insanlar işlerinin başına geçmiş, tezgâhlarını açıp eşyalarını satmaya başlamışlardı.
     
     Köy büyük olmasına rağmen köy içi arkadaşlıklar epey gelişmişti. Pazar yerinde herkes birbirini tanıyor bazen sıkı pazarlıklara tutuşuyor, bazen de ayaküstü dedikodular yapılıyordu.

     İon’un kaldığı ev meydana en yakın evlerden biriydi. İon sokağa çıkınca meydandaki Büyük evden bir kadın adeta havada süzülerek ona doğru gelmeye başladı. Ne kadar güzeldi…

     Altın sarısı saçlarını ikiye ayırmış ve omuzlarından aşağı salmıştı, sırtından kasıklarına kadar olan kısmını ise altın ipliklerle örmüştü, Üzerine giydiği kırmızı, taşlarla süslenmiş elbisesi, elbisenin üzerine giydiği dökümlü yeşil pelerini ve sarı saçlarına taktığı gümüş tacıyla muhteşem görünüyordu.

     İon ile konuşabilecek bir mesafeye geldikten sonra çocuğu bir müddet inceledi. Ardından:

     “Sevgili İon ben Helia bu görmüş olduğun köyün ve bu ormanda bulunan diğer iki köyün Baş Büyücüsüyüm. Soracak çok sorun olduğunu biliyorum ama öncelikle Büyük Konak’a gitmeliyiz.” Dedi. Daha İon’un cevabını beklemeden meydanın ortasındaki Büyük Konağa doğru ilerlemeye başladı. İon da onun hızına yetişmek için hızlı ama kısa adımlarla kadını takip etti.

     Demek Büyük Konak burası, diye düşündü İon. Büyük Konak beş kattan oluşmuş bir binaydı. İlk katta üç oda vardı. İlk odanın kapısı açık olduğundan İon buraya bir göz attı. Büyük bir kütüphaneydi. Daha sonra ikinci odadan içeri girdiler. Burası bir salondu. Odada boylu boyunca duran uzun, dikdörtgen bir masa vardı. Masanın başındaki iki adam bir haritanın üzerine eğilmişler ve bir şeyler konuşuyorlardı. Helia ve İon’un içeri girmesi adamların dikkatini bozmuştu. Haritadan başlarını kaldırıp gelenlere baktılar. Adamlardan birini İon tanıyordu.

     Kırmızı pelerinli, yaşlı adam Perys’den başkası değildi. Derisi büyük bir oranda iyileşmişti ama ne var ki korkunç yaraların izleri hâla duruyordu.

     Perys, İon’a büyük bir neşeyle baktı.

     “Geç kaldın uykucu. Sana anlatacak o kadar çok şey var ki. Nereden başlasak acaba?” Geçen gün yaşadıklarının acısını adam unutmuş gibiydi. En sonunda Konseyin son toplanışını anlatmakta kara kıldı ve sesini ciddi, gizemli bir tona büründürerek hikâyeyi anlattı.

    “… Hikâyenin, bizim ayrılışımızdan sonraki bölümünü Helia anlatsa daha iyi olur. Öyle değil mi?” dedi Perys. Helia nazik bir onaylama hâreketi yaptıktan sonra hikâyenin devamını anlatmaya koyuldu.

    “Bundan tam on yıl önce, yani İon iki yaşındayken, Ealdor’un ölüm haberi bütün büyücüleri sarstı. Bu korkunç bir haberdi. Konsey bir kez daha toplanma ihtiyacı duydu ama bu sefer amaç İon’u yakalamak değil, Ealdor’u kimin öldürdüğünü bulmak ve yeni Baş Büyücü’yü seçmekti. Uzun uğraşlar sonucunda Ealdor’un cesetinde kara büyüye rastlandı ve bu denli büyük bir kara büyüyü ancak, kudretli bir büyücünün yapabileceği anlaşıldı. Konuşturma iksirleri sayesin Aradrian ve kardeşi Arathel suçlarını kabul ettiler. Ama ne yazık ki mahkemeden önceki gece, zindanlarının mührünü bozup kaçmayı başardılar.

     Hiç beklemediğimiz bir anda Aradrian Konsey Kalesinde muhafaza edilen Ealdor’un gelmiş geçmiş en güçlü asasını çaldı. Asayı çaldıktan sonra konsey büyücülerini öldürmesi uzun zaman almadı. Konsey üyeleri arasından tek kaçan büyücü bendim.

     Bir süre saklandım ve yeni konsey hakkındaki haberleri uzaklardan almaya başladım. Durum hiç de iyi değildi. Aradrian kendisini Büyük Büyücü seçtirmiş ve Konsey üyelerinin koltuğuna da gelmiş geçmiş en güçlü kara büyücüleri oturtmuştu. Konsey artık karanlık taraf adına çalışıyordu. Ve ben bir şeyler yapılması gerektiğini biliyordum. Bu ormana geldim ve burada diğer iyi yürekli büyücülerin yardımıyla da üç tane köy kurdum. Köylerin başına geçtim ve büyük bir büyücü ordusu hazırlanması işlemlerini hızlandırdım. Amacımız büyük bir ordu kurup, kara büyücüleri dünya üzerinden silmekti. Ama böyle bir şeyin zor olacağını biliyorduk. Yine de çok azmediyoruz ve bir gün önce aldığımız haber bizim daha da hırslanmamıza neden oldu.

     Bu arada, büyücülerin çocuklarına da Büyük Konak’ın üst katlarında büyü sanatlarının inceliklerini öğretmeye başladık. Sen de İon, yarından itibaren arkadaşlarının yanına katılacaksın. Yalnız senden ufak bir isteğim var. Arkadaşlarına, insan bir ailenin olduğunu söylemesen çok iyi olur. Aksi halde senden korkup, sana karşı mesafeli davranabilirler.”

     Bu anlatılanlar benim için o kadar fazla ki diye düşündü İon. Daha sonra kafasında anlatılanları tartmaya çalıştı. Yanlış bir değerlendirme yapmamak için iki üç defa kafa yordu anlatılanlar üzerine. En sonunda:

     “Sormak istediğim bir şey var, bir gün önce aldığınız haber neydi de bu kadar hırslandınız?” dedi. Hikâyenin bu kısmını atladığını İon’un anlaması Helia’nın hoşuna gitmemişti. Bir süre verebileceği en güzel cevabı düşündü ama uygun bir cevap bulamadı.

     “Bunun cevabını öğrenmen için doğru zamanın gelmesi gerekiyor İon.” Dedi. İon çok meraklansa da olayın üzerine fazla düşmedi. Endişelenecek başka şeyler vardı, yarın büyücülüğü öğrenmeye başlayacaktı!
     
     Büyük Konaktaki sohbetleri sona erdikten sonra İon köyü keşfe çıktı. Turuna meydandaki dükkânlardan başladı.

     Dükkânlar kendi aralarında çeşitlilik gösteriyordu. Nehrin doğu yakasında ordu için kısa kılıçlar, bıçaklar, kalkanlar, mızraklar, oklar, yaylar, ince uçlu iğneler üreten bir demir ocağı vardı. İon demir ocağına camdan bakıyordu ama kısa kılıçların yapılışı çok ilgisini çekince içeri girdi.

     İçeri girdiğinde bir anlık, akşam serininden ocak sıcaklığına girmiş olmanın şokunu yaşadı. Burası büyük bir demir ocağıydı ve içeride demirci ustasının dışında iki tane de kalfa çalışıyordu. Kalfalar demir ocaklarında kısa kılıçlar dövüyor ve kılıçları ustalarına veriyorlardı. Ustaları ise kılıçların üzerine yeşil boyayla bir halenin içine yıldız çiziyordu. Bu yıldız büyücülerin ünlü sembolleriydi.

     Sembolü bitiren usta kısa kılıcı ocağın yanında duran dört ayrı kazana sokup çıkarıyordu. İon kazanlarla yapılan işlemi daha iyi görebilmek için ustaya yakınlaştı ve:

     “Onlarda nedir?” diye sordu. Usta ihtiyar bir adamdı ama irfanının büyüklüğü bakışlarından anlaşılabiliyordu. Nazik bir adamın ses tonuyla konuşmaya başladı:

     “Daha önce hiç Atheme görmedim deme çocuk.” İon gömediğini belli etmek amacıyla bir baş hareketi yaptı. Buna çok şaşıran usta Atheme’nin ne olduğunu anlatmaya başladı:

     “Bu gördüğün kısa kılıçlar, büyücülerin büyülü kılıçlarıdır ve bizler bunlara Atheme deriz. Atheme büyüyle yaratılmıştır. Her bir Atheme yapıldıktan sonra üstüne büyülü sembol çizilir ve dört elementin gücüyle kutsanır.” Usta, kalfaların yaptığı bir başka athemeyi alıp üzerine yıldız işaretini çizdi. Ardından bazı büyülü sözler mırıldanırken athemeyi kazanlara sokmaya başladı.

     İlk kazanın içinde yanan güçlü bir ateş vardı. Atheme içine sokulduktan sonra parlamaya başladı. İkinci kazanın içinde ise su vardı. Atheme içine bırakıldı ve ateş gibi su da parlamaya başladı. Üçüncü kazanda toprak vardı. Atheme içine sokulduğunda topraktan kan kırmızısı bir gül çıktı ve parlamaya başladı. Son kazanın içinde de hava vardı. Usta athemeyi kazanın içine soktuğunda kazanın içinde ufak bir hortum oluşup, etrafa gümüşi ışıklar saçmaya başladı.

     Atheme son kazandan çıktıktan sonra güçlü bir şekilde parlamaya başladı. Büyücü Ustanın sözleri bittiğinde ise parlaması durdu.

     “İşte böylece büyülü Atheme yapılır. Athemeler çok güçlü silahlardır. Tek bir çiziği bile ateş kadar yanıcı, su kadar iyileştirici olabilir, tek bir çiziği bile insanı öldürmeye yetebilir. Ayrıca düello sırasında o kadar şaşırtıcı ilizyonlar yapar ki rakibin dikkati kolayca bozulur. Bir atheme denemeni çok isterdim ama görünen o ki on altı yaşında değilsin. On altı yaşından önce atheme kullanamazsın basit tahta kılıçlarla yetinmek gerek.” Dedi Usta.
      İon anlattıkları için adama çok teşekkür edip, Nehrin batı kıyısına geçti. Burada daha çok gündelik kıyafetlerin satıldığı dükkânlar vardı. Beğendiği bir tanesine girdi.

     Şık, turuncu boyanmış ahşap duvarları olan, şirin bir dükkândı burası. İon dükkânda bulunan aynalardan birine bakıp bir büyücüye benzemediğine, büyücülerinki gibi pelerin alması gerektiğine karar verdi ve Perys’in ona verdi altınlarla mavi bir pelerini, kahverengi bir pantolon ve ipek bir gömleği satın aldı. Dükkânda kıyafetleri giyip dışarı çıktığında, artık yabancılık çekmediğini düşünüyordu.

     Hava karardıktan sonra meydana yakın olan evinin yolunu tuttu. İçeri girip hemen üstünü değişti ve yatağa girdi ama yarın olacakları düşünmesi uykusunun kaçmasına yetmişti.

                                                                Devam Edecek

36
Kurgu İskelesi / Ynt: Cehennem
« : 21 Şubat 2011, 20:15:56 »
Merak uyandırıcı bir başlangıç olduğunu söylemeliyim.
Kızımız tam bir ergen özellikleri taşıyan  karakter olmuş ve anlamadığım bir nokta: Neden yeşilden bu kadar nefret ediyor?

Başlangıç için gayet iyiydi ama 1.tekil kişinin ağzından yazdığın için -tamamen şahsi fikrim- kızın iç dünyasını daha çok görmek isterdim. Bana biraz kapalı bir karakter gibi geldi. Bir diğer nokta ise biraz daha betimleme hiç fena olmazdı. Yine de çok güzeldi ellerine sağlık. 2. Bölümü merakla bekliyorum.

Başarılarının devamını dilerim...

37
Sinema / Ynt: Corpse Bride~Ölü Gelin|Tim Burton
« : 21 Şubat 2011, 18:55:02 »
Harika ötesi...

38
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 20 Şubat 2011, 15:56:30 »
Ateş Almaz adlı romantik filmi izledim çok güzeldi... Tavsiye ederim.

39
Sinema / Ynt: İlk 10'unuz?
« : 20 Şubat 2011, 15:48:46 »
Koku
V for Vendetta
Titanic
Piyanist
Sihirbaz
Yüzüklerin Efendisi(1,2,3)
Avatar
Ölü Gelin
Alice'in Harikalar Diyarı
Yukarı Bak (Up)

40
Kurgu İskelesi / Önceki Hayatım
« : 19 Şubat 2011, 23:44:39 »
                                                                       ÖNCEKİ HAYATIM

      O günü asla unutamam. Her şey korkunç bir trafik kazasıyla başladı.

     O gece yapmak istediğimiz tek şey biraz eğlenmekti. Sonuçta bir insan her gün on sekiz yaşına girmiyordu. Üç beş arkadaşım ve ben İstanbul’un en gözde gece kulüplerinden birine gitmiştik. Güzel bir geceydi. Epey eğlendik.

     İşte o korkunç kaza o gece evime dönerken oldu. Farlarımı yakmış, fazla sürat yapmamıştım. Yeşil ışık yanınca geçtiğim trafik lambalarından sonra kaza meydana geldi. Sol şeritten sarhoş bir adamın kurbanı oldum ben. Büyük bir süratle gelip sol tarafa vurdu. Savrulduk… Kaldırımdaki ağaçlardan biriyle, adamın arabası arasında kalmıştım. Dediklerine göre arabada sıkışmışım. Beni oradan çıkarmak için epey kol kuvveti gerekmiş. Bir balta yardımıyla kapıyı kırmışlar.

     Korkunç bir kâbus muydu bu gördüklerim? Bir kadın görüyordum. Sarı saçları beline kadar iniyor, mavi gözlerini bana dikmiş, yalvarıyordu. Ölme diye, Ölüyor muydum yoksa? Daha önce ölmüş müydüm? Anlamadım. Tek duyduğum kadının acı dolu feryatları. Acıyla haykırıyor. Nefesi tükenene kadar. Sonra bir kız sarılıyor belime. Gitme baba, diyor. Aman tanrım bana neden baba diyor? Ama ben onları bırakıyorum, gözyaşlarıyla yalnız başınalar şimdi. Bensiz. Ben ölmüşüm.

     Haykırarak kalktım. Yüzümdeki acıyı hissedebiliyordum. Yanıyor, çok yanıyor… Bir serum bağlamışlardı koluma. Bir de alet vardı oda da uyuz bir ses çıkaran.

     Uyandıktan sonra cam bir odanın içinde olduğumu anlamıştım. Annem ve babam odanın camlarından benim uyandığımı görmüş olsalar gerek doktorlara sevinç gözyaşları içinde bağırıyorlardı.

     Anlamadığım bazı testler yaptılar. Daha sonra dinlemem gerektiğini, ölüm riskinin ise olmadığını söylediler. Bir müddet annem ve babamla konuştum. Neden onlara karşı eski duygularımı beslemiyordum? Bir anne ve bir baba olarak görmüyordum? Şokun etkisi heralde…

     O gecede yoğun bakımda kaldım. Durumum her ne kadar ölümcül olmasa da ciddiydi. Yoğun bakımda kalmamda yarar varmış. Sonra yavaşça uykuya daldım. Zayıf bedenimin buna ihtiyacı vardı.

     Aman tanrım! Bana ne oluyordu. Yine aynı kadın, yine aynı çocuk. Benim için haykırıyorlar. Ölme, diye. Onlara, ben ölmedim yaşıyorum, demek istiyorum. Dilsizim, konuşamıyorum.

     Birkaç hafta içinde taburcu oldum. Evime büyük bir neşeyle getirilmiştim. Ama ben mutlu değilim. Her gece o rüyaları görüyorum. Ama artık ölme diyen rüyalar yok, yerine başka rüyalar var.

     Bu gece de onları gördüm. Kadının ellerini tutmuşum, ona bir şey söylemeye çalışıyorum. Bir evdeyiz. Sonra bir ses duyuyoruz. Sesin geldiği odaya koşuyoruz süratle. Küçük kız bir vazo devirmiş, ağlıyor… Cam parçası ayağına mı batmış yoksa? Çocuğa endişelenirken soluma döndüm. Olamaz aynadaki yüz benim yüzüm değil! Neredeyse kırk beşine merdiven dayamış, yakışıklı bir adamın yüzü o. Masmavi gözleri var kadınınki gibi. Kumral saçlarını yan taramış. Güzel giyimli biri. Ama ben değilim o. Benim yüzüm değil.

     Haykırarak uyanıyorum diğer gecelerim gibi.

***

     Bir gün İstanbul’da eski arkadaşlarımla buluşmaya karar verdim. En güzellerinden bir pantolonu ve en güzel gömleğimi giymiş, tıraşımı olmuş. En güzel kokuları sürünmüştüm.

     Sinemaya gittik hep beraber. Yabancı bir film. İsmini tam olarak hatırlamıyorum.

     Çok ilginç bir şey olmuştu. Ben İngilizce bilmiyordum ama adamların İngilizce konuşmalarını, altyazılara bakmadan anlıyordum. Ana dilim gibi konuşuyordum da. Şaşkınım… Bazen hangi dili konuştuğumu unutuyorum.

     Rüyalarım devam ediyor. Her gece farklı bir şey görmeye başladım, sadece filmin kahramanları aynı. Bu gece ki mutlu sonla biten bir rüyaydı. Ben ve Kadın bir seramoniye katılmışız. Evleniyor muyuz yoksa? Bir sürü misafir var salonda. Bizi izliyorlar. O da ne? Bir kilisede mi evleniyoruz? Ben bir Müslüman zannediyordum kendimi? Kadın çok daha genç gibi diğer rüyalarımdakinden. Çok güzel…

      Geçen gün haberleri izliyorduk ailecek. Mutfağa gidip ekmek alıp geliyordum ki gözüm birden televizyona gitti. Ürperdim. Sanki donmuştum. Korkuyordum da. Aman tanrım bu o! Rüyalarımdaki kadın bu. Yüz şekli hiç değişmemiş. Sadece yaşlı. Evet yaşlı. Haberi okudum hemen. Şok oldum.

     Honoria Elton pankreas kanserinden ölen kocası Harry Elton ile aynı kaderi paylaşıyor. Altmış üç yaşında olan güzel oyuncu için doktorlar neler diyor? Hep birlikte izliyoruz.

     Bu benim. Yani o. Rüyamda, aynada gördüğüm adam işte orada. Ama nasıl? Nasıl? Beynimi zorladım. Neler oluyor? Neler oluyor?

     Sanki beynimi zorlayınca bazı şeyler hatırlamıştım. Ne! Hayır böyle bir şey olamaz. Hayır! O bendim. O adam bendim. O da ben. Hatıralarımızı paylaşıyorduk şimdi. Anılarımızı…

     Televizyona baktım. Çocuğum… Benim çocuğum mı? Benden üç beş yaş daha büyük olan kadın mı benim çocuğumdu? Ama aynı anıları paylaşıyorduk. Onla… Her şey aynı. Korkuyorum…

     Ertesi gün internette araştırmaya yapmaya karar verdim. Bu konuyla ilgili bakmadığım site, dolaşmadığım forum kalmamıştı. En sonunda bir sonuca vardım. Ne kadar kabul edemesem de… Geçirdiğim trafik kazası önceki hayatımı hatırlamama mı neden olmuştu yoksa? İnanamıyorum… İnanmak istemiyorum.

     Yoğun ve stresli düşüncelerin içine dalmıştım. Tek istediğim bu buhranlı dönemden kurtulmaktı. Ama en sonunda doğru olduğundan emin olmadığım bir sonuca vardım. Geçmişini reddeden geleceğini de reddeder. Evet! Kararlıydım. Geçmişimi aydınlatacaktım.

     Ertesi gün internetten Amerika’ya uçak bileti aldım. Neyin peşinde olduğumu bilmesem de oraya gidecektim. Belki sadece zihnimin bana oynadığı oyundur, belki de geçirdiğim şoktan ötürü yaşıyordum bu olayları… Kendimi kandırdım sadece. Oraya gidecektim. Ama neden gittiğimi biliyor muydum?

     Aileme Amerika’da yaşayan bir arkadaşımı ziyaret edeceğimi söyledim. Anlayışla karşıladılar… Kazadan sonra bana aşırı hoşgörüyle davranıyorlardı.

     Uçağım Sabiha Gökçen Hava alanından kalktıktan sonra uzun bir müddet içimdeki benle yalnız kaldım. Kim olduğumu bilemiyordum. İki karakterim mi vardı benim? Yoksa iki bedenim mi? Belki düşüncelerimiz aynıydı Harry ile. Benimle? Kimdim ben?

     Uçağımız New York’a indiğinde daha ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum. Bir yerden başlamalıydım mutlaka. Bir şekilde…

     Honoria Elton’ın yattığı hastaneye gitmenin en doğrusu olduğunu düşündüm. Ama oraya gidip ne yapacaktım? Ne söyleyecektim? Ben senin eski kocanım mı diyecektim. Kadından kırk beş yaş küçük biriydim. Beni deli diye tımarhaneye tıkarlardı.

     En sonunda Presbyterian Hastanesinin önünde taksiden indim. Kadının bu hastanede yattığını öğrenmek pek güç olmadı. Ne de olsa ünlü bir kadındı. Her yerde haberleri yapılan bir kadın. Hastalandığı için gündemden düşmeyen bir kadındı o.

    Hastanenin “Hasta Kabul” bölümüne girdim. Şişman bir kadın bir bilgisayar başında oturmuş, Sosyal paylaşım sitelerinin birinde arkadaşının fotoğrafına yorum yapmakla meşguldü. İnsan işinin sorumluklarını bilmeli öyle değil mi?

     “Affedersiniz Honoria Elton hangi odada kalıyor acaba?” dedim. Kadın uzun bir müddet beni inceledi. En sonunda kart sesiyle sordu:

     “Kimi oluyorsunuz?” Kimi oluyordum? Kimi oluyordum?

     “Yakın bir akrabası.” Dedim. Ama anlaşılan kadın cevabımdan memnun kalmamıştı. Pembe gözlüklerini  aşağı indirip bana üstten, kızgın bir bakış attı. Daha sonra en sinirli sesini kullanmaya çalışarak:

     “İsminiz?” Benim ismim neydi? Türk biri olduğumu söyleyip de Honoria Elton’ın akrabası olduğum konusunda ısrar etmem, Brad Pitt olduğumu söylememden daha az inandırıcıydı. Kadının masasında duran hasta kabul kağıtlarına bakıp ilk gördüğüm ismi söyledim.

     “Edward Lington. Benim ismim.” O da kim? Seni pis yalancı. Foyan ortaya çıkacak.

     Kadın bir yere telefon etti. Telefonda aldığı cevap kaşlarını çatmasına ve benim pis bir yalancı olduğumu ortaya çıkarmanın vermiş olduğu mutlukla pis bir ağız hareketi yapmasına neden olmuştu.

     Koştum. Koştum… Tek duyduğum ses kadının güvenlik görevlilerine seslenme sesiydi. Hemen kaçmalıydım oradan. Hemen…

     Ertesi gün bir süre aptallığıma sitem ettim. Ben tam bir aptaldım. Koca bir aptal…

     Ne yapacağımı bilemez bir durumdaydım. Kendimi avutmak, bu çılgınca, gençliğin vermiş olduğu heyecana kapılıp yapmış olduğum bu hatayı sonlandırmak amacıyla her şeyin benim kafamda uydurduğum saçma sapan bir hikâye olduğunu düşünmeye başlamıştım. Geri dönecektim. Hem İstanbul’a geri dönecek, hem de eski hayatıma dönecektim. Bu mümkün müydü?

     Uykusuz, otel odalarında geçen gecelerden sonra, reankarnasyon hakkında daha çok şey bilmenin kafamda oluşan sorulara cevap olabileceğini düşünmeye başlamıştım.

     New York sokaklarından birinde, güzel bir kitapçı buldum. İçeri girdim. İçerisi son derece loştu. Kapının hemen yanında bir masa vardı. Dükkânın sahibi olduğunu düşündüğüm bir kadın hem bu masanın üstünde kasa işlemlerini hallediyor hem de kitap okuyordu. Yaşlı, ağarmış saçlı, yaşlı insanlara özgü hafif tombul bir insan…

     “Buyurun ne aramıştınız? Ben Estelle. En az benim kadar yaşlı olan bu kitap evinin sahibiyim.” Dedi kadın. Mutlu bir şekilde bana gülümsüyordu. Ne aradığımı Estelle’e söyleyip söylememek arasında bir ikilemde kaldıktan sonra kadına sordum.

     “Reankarnasyon ile ilgili kitaplar arıyorum. Acaba bana yardımcı olabilecek misiniz?” Kadın soruma cevap vermeden önce uzun bir süre beni inceledi. O gözlerini bana dikmişken gülmemek için zor tuttum kendimi. En sonunda Estelle:

     “Ne zamandır o rüyaları görüyorsun?”dedi. Afalladım. Ne demek oluyordu bu? Rüyalarımı kimseyle paylaşmamıştım. O rüyaları gördüğümü nereden biliyordu? Daha cevap vermeme fırsat vermeden konuşmaya devam etti.

     “Reankarnasyon, önceki hayatında yeterli şeyler yapmamış olan insanların dünyaya geri dönüp, vadelerini doldurmalarıdır. Kısaca dünyada yarım kalan işlerini bitirmeleridir. Dünyada yarım kalan işleri bittiğinde öleceklerdir.”  Ne demek istiyordu? Bu kadar çok şeyi nereden bilebilirdi ki? Yoksa o da mı benim gibiydi. Geçmişini hatırlıyor muydu?

     “Siz..” Cümlemi bitiremeden araya girdi:

     “Yo, hayır. Geçmişimi hatırlamıyorum. Ama bu olaylar hakkında yıllarca araştırma yaptım. Eskiden Yale Üniversitesi, Fizik bölümünde çalışıyordum ama metafiziğe olan merakım işimden olmama neden oldu.” Kadın eski günleri hatırlamış ve bundan da son derece rahatsız olmuştu. Konuyu değiştirmem gerektiğini anlamıştım.

     “Sizce ne yapmalıyım?”dedim.  Bana çocuğuna bakan şefkatli bir annenin bakışlarıyla bakıyordu. O kadar sevecendi ki…

     “Onları bulmaya geldin değil mi buraya ? Yani demek istediğim önceki aileni…” dedi.

     “Evet, onları bulmak için geldim buralara. Ama kadın yani eski karım benden kırk beş yaş büyük bir kadın ve şu an Presbyterian Hastanesinde yatıyor. Kanser… Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Karıma ulaşamadım. Hastane görevlileri bir daha oraya gidersem beni tutuklayacaklardır. Çocuğumu bulmaya çalışabilirim eminim ki annesini hastanenin kantininde veya başka bir katında dört gözle bekliyordur. Ama onları bulsam da ne söyleyebilirim ki? Ben sizin babanızım. Sizden dört, beş yaş küçük babanız… Yapma bu çok saçma olur.”dedim.

     “Belki de bulman gereken neden dünyaya reankarnasyonla geri döndüğündür. Belki de yapman gereken bu dünyadaki işini tamamlamaktır.” Dedi Estelle. Belki haklıydı. Belki de yapmam gereken neden bu dünyaya geri döndüğümü bulmaktır. Ama nasıl?

     Estelle’e milyonlarca defa teşekkür edip kitapçıdan ayrıldım. Bir kitaptan öğrenebileceğim pek çok bilgiden daha çok şey öğrenmiştim. Benim karşıma öyle bir kadının çıkması tuhaftı evet. Belki de birileri bir an önce dünyadaki yarım kalmış işimi halletmemi bekliyordur.

     İnternette kendimle ilgili bir sürü araştırma yaptım. Belki hatırlayamadığım bir anım vardır diye… Resimlerime baktıkça daha çok anı gözlerimin önüne geliyordu. Biraz flu olsa da anılarım, delirmediğimden emindim hepsini tek tek yaşamıştım.

     Harry Elton’ın ölmeden önce yaptıkları ve yapacaklarına baktım ama beni ikna edecek evet işte bu dünyadaki son görevim bu diyebileceğim, işe yarar bir şey bulamadım. Umudum her geçen gün tükeniyordu.

     Presbyterian Hastanesinin önünden tekrar geçmeye karar verdim. Hastanenin önündeki banklardan birine oturmuş, hastaneyi seyrederken birden bir kadın gördüm. Mesafe çok uzak olduğundan kadının yüzünü çıkaramıyordum. Ama banktan kalkıp ona doğru yürüyüp, kadına yakınlaştıkça kim olduğunu çıkardım: Laura’ydı o. Kızımın adını bilmek beni pek şaşırtmamıştı ne de olsa İstanbul’dan Amerika’ya gelmiş ve tek bir İngilizce kelime bilmezken, Ana dilim gibi İngilizce konuşmaya başlamıştım.

     Kızım yanımdan geçerken onun annesine çok benzeyen yüzüne baktım. Burnunu ve gözlerini Harry’den yani benden almıştı ama yüz hatları annesinin tıpatıp aynısıydı. Daha çok anı, daha çok anı… Anladığım kadarıyla resimler ve fotoğraflar geçmiş yaşamımı hatırlamamı kolaylaştırıyordu.

     Hiç aklımda yokken birden bire kızımı takip etmek geçti aklımdan. Neden bunu yapıyordum? Sonucunun neye varacağını bilmeden kızımı takip ettim. Hastaneden epey bir uzaklaşmıştık ki dar sokaklardan birine girdi. Son bir kararsızlıktan sonra ben de sokağın insanı bayıltan boğucu havasına daldım. Laura birden arkasını döndü. Şanslıydım ki sokakta adım başı çöp bidonları vardı. Rahatlıkla birinin arkasına saklandım.

     Laura takip edilmediğini anladıktan sonra izbe köşelerden birinde kalmış bir garaja girdi ve garajın kapısı ardından kapanmaya başladı. Eğer onu sonuna kadar takip edeceksem hemen hareket etmeliydim. Aksi halde onu kaybedebilirdim.

     Kıl payı garajın kapanan kapılarının arasından içeri girdim. Bu da ne? Burası bir garaj değildi. Burası devasa bir depoydu. Yüksekliği neredeyse bir apartman boyunda devasa bir depo.

     Laura’nın nereye gittiğini anlamaya çalışıyordum. Daha sonra birtakım sesler duydum. O yöne doğru koştum. Deponun bir köşesine sindikten sonra Laura ile karşısında duran adamın konuşmasına kulak kabarttım.

     “Ailenizin hastane masraflarını karşılayamayacak olması pek garip Laura. Ne de olsa ünlü bir aileniz var ama anlaşılan Harry öldükten sonra annen bütün paraları erkeklerle yatıp kalkarken bitirmiş. Yoksa yanılıyor muyum?” dedi kısa boylu, bira göbekli, kel adam.

     “Annem hakkında tek kelime daha edersen seni doğduğuna pişman ederim. Arnold. Buraya geldim. Çünkü aldığım borç parayı bir müddet daha ödeyemeyeceğim.” dedi Laura.

     Şaşırmıştım. Ünlü insanların yaşlanınca beş parasının kalmadığını duymuştum ama bunun ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilmiyordum. Şimdi ise her şey gayet netti. Kızım bir tefeciye annesi için aldığı borç parayı veremeyeceğini söylüyordu. Pek garip…

     “İlla para ile ödeme yapmana gerek yok tatlım. Başka şekilde de ödeyebilirsin borçlarını.” Adam birden kızımın kolunu tuttu. Laura acı içinde bir çığlık attı. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu?

     “Bırak beni diyorum. Bırak!” diye bağırmaya devam etti. Adam ise bütün gücüyle Laura’nın bileğini bükmüş ve onu yere düşürmüştü. Laura bir yandan tepiniyor bir yandan da adamın kolunu tutan elini ısırmaya çalışıyordu. Bu kadarı fazlaydı. Hemen öne atıldım.

     “Bırak onu seni adi sürtük.” Dedim. Adam gördüğü karşısında epey şaşırmıştı ama şaşkınlığı geçtikten sonra Laura’yı yerde bırakıp üstüme atladı. Yumruklarımız birbirimize çarpıyor, yerde yuvarlanıyorduk. Korkunç bir durumdaydım. Yüzüme yediğim yumruklar burnumun kanamasına ve dudaklarımın patlamasına neden olmuştu. Adam bir hamleyle benim üstüme çıktı. Göğsüme oturmuş, beni yumrukluyordu. Yapabileceğim bir şey yok muydu? Hareket edemiyordum.

     Yüzüm kan içinde kalmış, kendimden geçmiştim. Hatırladığım tek şey üzerimde oluşan baskının daha da arttığıydı.

***

      Gözlerimi açtığımda hastanenin beyaz duvarıyla karşılaştım. Bu ilk olmuyordu. Hastanede uyanma işini pek yadırgamıyordum artık. Yanımdaki masaya güzel bir demet papatya konulmuştu. Sonra kapı açılıp içeri biri girdi. Göz kapaklarımı tamamen açamadığımdan gelenin kim olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Gelen yabancı değildi. Laura…

     “Kimsiniz? Neden beni kurtardınız? Sizin sayenizde Arnold tutuklandı.” Dedi. Kim olduğumun ne önemi vardı ki…

     “Ben kim miyim? Yarım kalan bir işi halletmek için buralara gelmiş bir yolcuyum. Tıpkı Faruk Nafiz’in söylediği gibi:
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben

     Bu sözleri söyledikten sonra Laura’nın yüz ifadesi değişti. Sözleri anlamasına imkân yoktu. Türkçe söylemiştim sözleri. Ama o anlamıştı, şaşkınlığı geçtikten sonra hıçkırarak ağlamaya başladı bir süre sonra hem ağlıyor hem de konuşmaya çalışıyordu.

     “Babam Türk edebiyatına pek meraklıydı. Bu şiir onun en sevdiği şiir. Hep kendinden bir parça bulduğunu söylerdi bu şiirde. Küçükken bana pek çok kez bu şiiri okumuştur.” Dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Ağladım, soluksuz bir şekilde ağladım…

     Birkaç güne kalmadı taburcu oldum. İlk işim bankaya gidip. Para çekmek ve Honoria’nın hastane borçlarını ödemek oldu.

     Honoria şimdi daha iyiydi. Sık sık rehabilitasyona gitmesi dışında onu rahatsız eden bir şey kalmamıştı.

     Günlerden bir gün beni evlerine davet ettiler. Hastane borçlarının hepsini kapatan gizemli yabancıyı bulmak onlar için pek zor olmamıştı.

     Güzelce yedik, içtik. Soframızda kahkahalar eksik olmuyordu. Yine uzun bir kahkahanın ardından Honoria sordu:

     “Sizi tanrı göndermiş olsa gerek. Siz olmasaydınız ben ve kızım harap olurduk.”dedi. İşte o zaman anlamıştım ki dünyadaki yarım kalan işim bitmişti. Tanrı beni buraya yarım kalan işimi yapmam için, ailemi son bir defa korumam için gönderdi. Belki de artık çoktan gitmem gereken yere gitme vaktim gelmişti…

     Ertesi gün Elton ailesi ile vedalaştım. Onlara Türkiye’nin güzelliklerinden bahsetmiştim. Kocasının çok sevdiği bir ülkede son nefesini vermeyi kafasına koymuştu Honoria. Türkiye’ye taşınacaktı. Her ne kadar ben orada olmasam da…

     New York’ta yapacağım son bir iş kalmıştı. Kitapçı Estelle’i tekrar görmek istiyordum ama kitapçının olduğu sokağa gittiğimde bir şok geçirdim. Kitapçının olduğu dükkânın yerinde bir araba tamircisi vardı. İçeri girip burada eskiden bir kitapçı olduğunu söylediğimde bana yıllardır bu dükkânın bir araba tamircisi olduğunu söylediler.

     Yüzümde hafif bir gülümsemeyle gözlerimi kapadım. İşte vakit gelmişti. Tanrı’nın elini hissedebiliyordum. Bu dünyadaki miadım dolmuştu. Gidiyordum. Göğe yükseliyordum…

                                                                              SON

     


41
Diğer Fantastik Eserler / Ynt: Percy Jackson ve Olimposlular
« : 19 Şubat 2011, 22:44:08 »
Esen Gür ile yapılan söyleşi'nin sayfasına gelen ibretlik bir yorumu sizlere iletmek istiyorum.

Spoiler: Göster
ben bu kitapları hiç okumadım çünkü bende sizin gibi günahkar deilim yok onun tanrısı yok bunun tanrısı asiz resmen Allah’a ortak koşuyorsunuz ve çok günaha giriyorsunuz hemen töbe edip kitapları yırtarsanız günahıonız affolur. bende buraya yorum yazmakla günaha girmiş oluyorum ama günahım sizi düzeltmek ve sizin günahlarınızı yok etmek için oolduğundan allah beniaffeder Allah tektir birdir siz asla ona ortak koşlamazsınız. zaten o rick riordanı bulursam .çok kötü yapçam kuran pkuyun bir bebek öldürme günahına giriyorsunuz - "esma-ül hüsna" isimli kullanıcı


Hemen kitapları yırtıyoruz arkadaşlar.

Oldukça haklı buldum. Ben de hepsini yaktım ve Zeus'a bu adağımı kabul etmesi için dualar ettim.


Ahahaahaa. Gülmekten öldüm...

42
Kurgu İskelesi / Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
« : 19 Şubat 2011, 21:05:22 »
Oldukça güzel bir hikaye. Konunu çok güzel seçmişsin. Devamını bekliyorum. Bir daha ki sefere de daha uzun yorum yapacağım inşallah.

Hikâyeme zaman ayırdığın için çok teşekkürler. Beğendiğine çok ama çok sevindim.

43
Kurgu İskelesi / Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
« : 19 Şubat 2011, 16:23:31 »
Bölüm 3- Karanlık Alev
     İon ürperdi. Odanın ne kadar soğuk olduğu artık umurunda değildi. Kâhin’in bakışları geleceğinin pek parlak olmadığını anlatıyordu. Gözlerini kapadı ve düşündü…

     Geçmişini düşündü. Şu zamana kadar neler yaşadığını… Perys ile beraber çok güzel bir geçmişi olmuştu. Bir gezgin olarak geçirmişlerdi hayatlarını. Gezmedikleri yer, tanışmadıkları insan kalmamıştı hayatlarında.

     Kırlarda oynadığı oyunları hatırladı. Sıradan bir çocuk gibi arkadaşlarıyla tahtadan yapılmış kılıçlarla düello yaptığını, kazanana güzel bir kâse şeker şurubu verilen yarışmaları…

     Bir gecede bir insanın hayatının bu kadar değişmesi olağan mıydı? Yoksa bu sadece ona mı mahsustu? Neden o? Neden? Dünya’da doğmuş milyonlarca çocuk arasından neden bir tek o lanetli doğandı? Yoksa başkaları var mıydı?

     Kısa bir süre çocukluğunu anımsadı. Mutlu olduğu günleri. Daha sonra son bir kez tanrıya yalvardı, Geleceğim güzel olsun diye. Ama lanetli bir yaşam süreceğini öğreneceğinden o kadar emindi ki gözlerini açtığında olanlara anlam vermekte epey zorlandı.

     Tam gözlerini açacakken zihninde Kâhin’in rahatsız edici sesini yeniden duydu:
     
     “Çok üzgünüm.” Neden üzgündü acaba?
     
     Bir ışık! Evet bir ışık vardı odayı aydınlatan. Kâhin parmaklarını yukarıya doğru tutmuştu ve parmak uçlarından yukarıya yükselen yeşil ışıkların hayır mı şer mi olduğunu anlamadı İon. Hemen Perys’e döndü. Adam Kâhin’i birkaç saniye süzdükten sonra hiddetle ayağa kalktı. İon’un kolunu tuttu ve onu sürüklercesine çıkış kapısına doğru sürükledi.

     “Buradan hemen çıkmalıyız. Nasıl bir belaya bulaştık böyle?” Çok korktuğu yüzünden belli oluyordu. İon’un ne olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu.

      Kendilerini sokağa attıklarında havanın aydınlanmaya başladığını ve yeni bir günün bütün heybetiyle doğudan yükseldiğini gördüler. Şafağın tatlı soğuğu yüzlerine vurmaya başladığında çoktan Kâhin’in evini arkalarında bırakmışlardı.

     “Hızlı adımlarla köyden çıkan sapağa doğru ilerlediler. Burası köy meydanının kuzeydoğusunda kalıyordu. Taştan bir kapı ve kapının başında duran iki muhafızla beraber köyden giriş çıkışlar denetim altına alınmak istenmişti. Ama Perys’in tek bir el hareketi ile nöbetçi adamların yere yığılması bir oldu. Hemen taş kapıdan dışarı çıktılar ve köyü çevreleyen ormanın içine daldılar.

      Neden sonra nereden geldiğini anlamadıkları bir sis bulutu üzerlerine çöktü. Ağaçların hışırtısı bir anda kesildi. Zaman mı durmuştu yoksa? Her şey sessizleşti. Ta ki büyük bir ışık parlaması oluncaya kadar.

     Işığı gördüklerinde ormanın derinliklerine çoktan dalmışlardı. Burası büyük bir ormandı. Celendor Krallığının güneydoğusunda kalan bu sık ağaçlı ormana pak uğranmazdı. Sadece kışın yakacak odunu biten insanlar bu ormana girerlerdi. Fazla içe dalmayı göze almazlardı çünkü Büyü Çağında yaşıyorlardı. Ve insanların anlattığı öykülere göre Celendor Krallığının adil(!) yargılamalarından kaçan büyücüler ormanlara yerleşmiş. Ormanları türlü türlü yaratıkla ve korkunç kötülüklerle doldurmuşlardı.

      Işık parlaması geçince ve gözleri bu yeni duruma alışınca İon göz kapaklarını araladı. Karşısında bir adam duruyordu. Simsiyah yerlere kadar uzanan deri bir ceket ve ceketin üstüne yine siyah bir kürk giymişti. Oldukça şaşalı bir adama benziyordu. Yakışıklı sayılmazdı ama kısa siyah sakalı ve kısa siyah saçlarıyla karizmatik bir adamın görünüşüne sahipti. Siyah saçlarının üzerine gri bir taç yerleştirmişti.

     Görüntü daha da netleşti ve Perys’in suratına bakan İon, adamın ne kadar büyük bir sıkıntı içinde olduğunu anlayabiliyordu. Adamın sakalı sanki sıkıntıdan ağarmış, gözleri ise seğirmeye başlamıştı. Sonra Perys konuşmaya başladı,

     “Neden buradasın?” Perys adama nefretle bakıyordu. Ama adam ona karşı alaycı ve güleç bir hâl takınmıştı. Ağzındaki pis sırıtmayla, ağır ağır konuşmaya başladı,

     “Bir hoş geldin dersin diye düşünmüştüm Perys. Ah bir bilsen yokluğunda neler neler oldu.”

     “Senin olduğun yerde hayır olmaz Aradrian. Eğer buraya onun için geldiysen geri dönsen iyi olur çünkü onu vermeye hiç de niyetli değilim.”

     “Unuttuğun bir nokta var dostum ama onu senden almak için izin istemiyorum. Zaman geldi. Evet zaman geldi. Şu zamana kadar birçok yer dolaştın ama seni ah pardon sizi bulabileceğimizi hiç düşünmedin öyle değil mi? İşin aslı aramadık. Daha büyücü bile olduğunu bilmeyen bir çocuğu neden arayalım ki? Boş bir uğraş… Ama artık çocuğun ölüm fermanı imzalandı. Hele de geleceğini görmüşken. Geleceği…” Gelecek kelimesini her kullandığında Aradrian’ın yüzünde acıyla karışık korku ifadesi beliriyordu. Neydi bu gelecek? En usta büyücülerin bile korkmasına neden olan gelecek?

     İon kendiyle gurur mu duymaya başlamıştı yoksa? Bu büyücülerin kendisinden korkmalarından hoşnut mu olmuştu? Karmakarışık duygular içinde iki büyücü arasındaki hararetli tartışmanın sonunun gelmesini bekliyordu. Bu sefer konuşma sırası Perys’in di. Haykırırcasına konuşmaya başladı. Sanki canından can, kanından kan alıyorlardı.

     “Şimdi beni dinle seni adi yaratık. Bu çocuğa, ben yaşadığım sürece, benim hükmüm bu dünyada var olduğu sürece, hatta ve hatta benim ruhum bile bu dünyada olsa, zarar veremezsiniz. Sizi doğduğunuza öyle bir pişman ederim ki bana, ölmek için yalvarırsınız.” O bu sözleri telafuz ederken şafak rüzgârı yerini fırtınalı bir akşamda esen rüzgâra bırakmıştı. Perys’in cümlelerinde yaptığı her vurgu rüzgârın daha da şiddetlenmesine sebep oldu. Nitekim sözleri bittiğinde İon’a dönüp yüzündeki hafif tebessümle baktı.
     
     “Seni bu dünyadan silmek o kadar kolay ki…” dedi Aradrian. Sonra üzerindeki kürkü omuzlarından aşağı attı. Gözlerini kapayarak İon’un anlayamadığı kadim dilde bir büyü mırıldanmaya başlamıştı. Sanki havayı tutmaya çalışıyor gibi iki elini birbirine doğru tuttu.  Büyü bittiğinde büyücünün avuçları arasında bir hava topu oluşmuştu ve yavaşça kızıl renk alıyordu.

     Hava topu tamamen parlak bir kızıl renge büründükten sonra büyücü gerindi ve tüm gücüyle kızıl küreyi karşısında duran Perys’e doğru fırlattı.

     Kızıl Küre yaşlı büyücüye yaklaştıkça daha da büyüyor, daha da parlaklaşıyor ve etrafında elektrik çemberi oluşuyordu.

     Kızıl küre Perys’e ulaşamadan yaşlı büyücü sol elini kaldırıp havayı iter gibi yaptı. Kızıl küre Perys’in yarattığı enerji akımının içine girerek patladı. Parçaları etraftaki ağaçlara sıçramış ve ağaçları ateşe vermişti. Büyük bir yangın ormanı yakmak üzereydi.
     Perys diğer eliyle İon’a bir büyü yaptı ve İon’un geriye doğru fırlamasına neden oldu. Daha sonra çevrelerindeki yangını kontrol altına almak istercesine iki elini havaya kaldırıp bir yuvarlak çizdi. Ağaçlardaki ateşler birleşmiş ve iki büyücünün etrafında bir ateş çemberi oluşturmuştu.

     İki büyücü artık ateş çemberinin içinde tek başınaydılar. İkisi de birbirlerine baktılar. Aradrian’ın istediği çocuğu öldürmekti ama Perys çocuğun hayatının kurtulmasını istiyordu. Aynı şartlar altında savaşmıyorlardı. Bir insanın bir şeyini kaybetmemek için gösterdiği güç bir şeyi kazanmak için gösterdiği güçten çok daha fazladır. Yoksa Perys kendisini mi avutuyordu?

     Aradrian’ın gözleri kan çanağına dönmüştü. Büyüsünün negatifleştirilmesi onu çileden çıkarmış ve daha da güçlü bir büyü yapmasına yol açmıştı. Avucunda mavi bir ışık çıkıp Perys’in kırmızı ışığıyla çarpıştı. İki büyünün kesiştiği noktadan çevreye rengârenk ışık huzmeleri sıçrıyordu.

     “Güneş ışığını kullanıyorsun öyle mi Perys”. Dedi adam. Mavi ışığının kırmızı ışığa baskın gelmesinden duyduğu sevinç tekrar o alaycı sırıtmasını yüzüne yerleştirmesine neden olmuştu.

     Perys ise adamın alaylı cümlesine cevap vermedi. Tamamen büyüsüne konsantre olmuş, büyüsünün daha da güçlenmesi için yardımcı büyüler yapmaktaydı.

     Mavi ışık kırmızı ışığı yutmaya devam ediyordu. Kullanmış oldukları büyüler o kadar güçlüydü ki en sonunda kül olup havaya karışacaklardı. Enerjileri tükeniyordu.

     Mavi ışığın kırmızı ışığı yok etmesine bir hamle kalmışken Perys dikleşti. Artık avaz avaz bağırmaya başlamış. Büyüsüne tüm kuvvetini vermeye çalışmıştı. Kırmızı ışık öne doğru atıldı. Mavi ışık ise bu son hamlede afallamış sahibine doğru gerilemişti. Ardından bir hamle daha ve bir hamle daha. Artık Perys büyüsünü iki eliyle yapmaya başlamıştı. İki avucundan çıkan kırmızı ışık, ilk yaptığı gibi solgun değildi. Parlak ve canlı bir renkteydi artık ama mavi ışık geriledikçe solgunlaşıyor, kayboluyordu.

     Güneş ışığı, ay ışığını emdikten sonra Aradrian’ın siyah göğsüne çarptı. Adamın deri ceketi erimeye başlamıştı. Büyücü acı çekiyor, bir hamle yapabilmek için ayakta durmaya gayret ediyordu. Gözleri kapalıydı ama kapalı göz kapaklarının arasından yaşlar değil, kan akıyordu. Oluk oluk kanlar nemli toprağın üzerine düştükçe toprak siyahlaşıyor ve kül oluyordu.

     İon’un ateşlerin arasında gördüğü kadarıyla Aradrian ölmüştü. Adamın cansız bedeni toprağa düşmüş ve bütün acılar sona ermişti. Yoksa karar vermek için çok mu erkendi?

     Zaferinin çoşkusuyla Perys ateş çemberini yok etti ve İon’a doğru döndü. Her şey bitmiş miydi? Adam gülümseyerek İon’a doğru yürürken. İon acıyla bağırdı.

     Perys arkasını döndüğünde bir savunma büyüsü yapmak için çok geçti. Aradrian yerden kalkmış son kalan gücüyle. Ölülere bağırmıştı. Doğaya bağırıyor ve kadim dilden çok farklı bir dilde bir büyü mırıldanıyordu. Daha sonra iki elini Perys’e doğru uzattı ve iki avucunun içinden korkunç bir rüzgâr çıktı. Karanlık bir rüzgâr… Kara büyüyle yaratılmış bir rüzgâr…

     Kara rüzgâr, Perys’in tenine çarptıkça adamın derisinden simsiyah pullar kopuyor ve derisi acı çektirerek soyuluyordu. Kara büyünün amacı bu değil miydi zaten? Bir varlığın hayatında görmediği bir acıyla karşılaşıp ölmesi değil miydi?

     Kara rüzgâr karşısında yapabilecek bir şey düşünemiyordu Perys. Dizlerinin üstüne düştü. Ve sonunun geldiğine emin bir şekilde tanrının onu alması için gözlerini kapadı.  Daha sonra kalbinden gelen bir ses duydu ve düşündü…

     Karanlık alev… Gelmiş geçmiş en güçlü büyücüleri bile karşısında tir tir titreten kara büyü. Sadece en güçlü büyücülerin yapabileceği alev…

     Birden doğruldu. Doğaya söylenecek olan sözleri söylemeye başlamıştı. Karanlık ruhlara söylenecek sözleri söyledi ve kırmızı gözlerini Aradrian’ın neler olduğunu anlamayan kara gözlerine çevirdi.

     Doğudan esen bir rüzgâr birden bire koyu mavi bir ateşe dönüştü. Önüne geçen her şeyi yakıyor küle çeviriyordu. Sonra rüzgârla çarpıştı iki kara büyü birbirlerine hâkim olabilmek için çarpışıyor, büyük bir gürültü çıkarıyordu. Gürültüye rağmen Perys konuşmaya çalıştı.

     “Efendin Büyük Büyücü Ealdor kara büyü yaptığını biliyor mu Aradrian?” dedi. Aradrian bu soruya bir hayli şaşırmıştı. Daha sonra büyülerden çıkan gürültüyü neredeyse bastıracak bir kahkaha attı.

     “Ne kadar da uzak kalmışsın Perys. Yaşlı Ealdor’dan çoktan kurtulduk. Artık Büyük Büyücü benim ve her istediğimi yapabilirim. İstersem dünyayı kara büyüyle yönetirim.” Dedi Aradrian.

     Perys buna son derece şaşırmış ve sinirlenmişti. Demek Büyük Büyücüler Konseyi artık kara büyünün hizmetkârı olmuştu. Aradrian’ın kara büyüyü getireceği zaten aşikârdı. Durun bir dakika kendisi de şu an kara bir büyü yapmıyor muydu?

     Büyüyü hangi amaçla yaptığın önemlidir, derdi üstatları. o kara büyüyü küçük bir çocuğu korumak için yapıyordu. Ve gayesinde haklıydı.

     Karanlık alevi şiddetlendirecek bir büyü daha yaptı. Rüzgâr artık ona karşı koyamayacaktı. Alev ikiye ayrıldı ve iki yandan Aradrian’ı kuşatmıştı. Büyücünün rüzgârı aleve karşı koyamayacak kadar güçsüzleşmişti.

      En sonunda Aradrian büyük bir öfkeyle kaçmanın yollarını aramaya başlamıştı. Doğudan esen rüzgâra karıştı ve batıdaki evine doğru uçtu.

      Aradrian’ın son parçası da rüzgârla beraber batıya taşındıktan sonra Perys yere düştü. Enerjisini bitirmişti. Yer yer derisi kanıyordu. Bayıldı…

     İon ne yapacağını bilemiyordu. Ormanda bir oraya bir buraya koşuyordu. Ölmüş olamazdı öyle değil mi? Her şeyin başında Perys ölemezdi. İon’da yorgunluktan bitap düşünce uykuya daldı.
     
     Ormanın derinliklerinden gelen ak ışıkları ise rüyasında gördüğünü zannediyordu.

                                                                  Devam Edecek

44
Kurgu İskelesi / Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
« : 18 Şubat 2011, 17:18:33 »
bende öyle çıkmaması daha da garip.

Sanıyorum kullandığımız bilgisayarlardan kaynaklanıyor. Eksik güncelleme falan varsa ondan dolayı olabilir.

Haklısın olabilir.

45
Kurgu İskelesi / Ynt: Genç Büyücünün Zamanı
« : 18 Şubat 2011, 17:04:37 »
bende öyle çıkmaması daha da garip.

Sayfa: 1 2 [3] 4