Bu bölümü olaylara elimden geldiği kadar netlik kazandırmak amacıyla yazdım. Diğerlerine göre daha çabuk yazıldı çünkü soru sormaktan çok cevap veren bir bölümdü. Yani bana göre =) Şunu unutmayın birinci cilt bittiğinde yazılan sahnelerin neredeyse hepsi bir bütünlük kazanacak. Şimdi size anlam ifade etmeyen ya da yanlışmış gibi gelen şeyler toparlanacak.
Unutmadan bu bölüm 3. bölümün devamı niteliğindedir. Yine de anlam karışıklığını azaltmak için kısa bir özet kısmı hazırladım. Bu kısmı okumanın size daha önce olanları hatırlatacağını düşünüyorum. İyi okumalar ve yorumlarınız için şimdiden teşekkürler.
~Geradon Yazıtları~
Cilt 1: Kayıp Savaşçı
Geradon Yazıtları'nda Önceki Bölümlerde;
Gökçe rüyalarında Kerem’i görmektedir. En son gördüğü rüyada Kerem onu, Gizem ve Anıl’ı yapmaları gereken görevden vazgeçirmeye ikna etmeye çalışır. Kız uyandığında onu dinleyip bu işten elini eteğini çekmeye karar verir. Günün sonraki saatlerinde odasında otururken birden kapısı çalar ve içeri hiç beklemediği biri girer.
Gizem en yakın arkadaşı olan Gökçe’nin kendisine dürüst olmamasından dolayı duyduğu öfkeyle ve Anıl’a bir an önce ulaşma isteğiyle hastaneden çıkar ve eşyalarını toplayıp Marmaris’e gitmeye karar verir. Annesi onu engellemeye çalışınca da evden kaçıp dedesinden yardım ister.
Anıl ise sevgilisini ve dostunu geride bırakmanın verdiği rahatsızlıkla boğuşurken, kolyesinden Kerem’in sesini duyar. Bu bir yardım çağırısıdır.
Bölüm 5: Tıpkı Eskiden Olduğu Gibi
Haziran 2009
“KEREM? Gerçekten sen misin? Orda mısın?” diye bağırdı kolyeye doğru. Duyduğu heyecan yüzünden bütün konsantrasyonu bozulmuştu. Tekrar yoğunlaşmaya çalıştı. Bu sakinliği nasıl sağlayacağını bilmiyordu ama tek şansının dikkatini vermek olduğundan emin olduğu için bunu başardı ve onu tekrar duydu:
“Nerede olduğumu bilmiyorum, Anıl. Bana yardım et, lütfen. Korkuyorum.” Kerem’in sesi bu sefer çok daha kısıktı. Yine de Anıl onu net bir şekilde duyabiliyordu.
“Merak etme. Sana yardım edeceğim. Edeceğiz. Kurtulacaksın.” diye cevap verdi Anıl bir an ne diyeceğini bilemeyerek. Aklında bunu nasıl yapacağına dair hiçbir fikir yoktu ama bu önemli değildi. Önemli olan tek şey, Kerem’in yaşıyor olmasıydı. Kolyeden başka bir ses gelmedi. Anıl kolyeye baktı ve parlaklığının söndüğünü fark etti. Anlaşılan Kerem ona ulaşmak için bütün enerjisini kullanmıştı. Anıl’ın kalbi belki de atabileceği en yüksek hızda atıyordu. Demek geçen bir ay boyunca Gökçe aslında haklıydı. O yaşıyordu.
İlk şoku atlatınca ayağa fırladı ve çantasını hazırlamaya başladı. Beş dakika içinde aşağıya inmişti. Anneannesi ona şaşkınlıkla bakıyordu.
“Hemen Alanya’ya dönmeliyim ve sen de benimle geliyorsun.” dedi Anıl itiraz kabul etmeyen bir sesle.
XXX
Gökçe kapıdan giren eski arkadaşını görünce bir an hiçbir şey söyleyemedi. Eğer gözlerindeki o mutlu ifade olmasaydı, misafiri ona kırılıp geri bile dönebilirdi.
“Sormadan girdim ama, girebilirim değil mi?” diye sordu misafiri. Gökçe sadece:
“Saçmalama.” diyebildi. Misafir, elinde getirdiği çiçekleri ona doğru hafifçe uzatıp:
“Bunları sana aldım.” dedi.
Gökçe en sevdiği çiçek olan beyaz nergislerden oluşmuş demeti gülümseyerek aldı. Hala şokta olduğu belliydi. Yine de nergisleri koklamamayı unutacak kadar şokta değildi. Gerçekten kötü kokarlardı. Sevgi dolu gözlerle çiçeklere bakıp sonra da onları yanında komodinin üzerine bıraktı.
“Gerçekten burdasın, değil mi?” diye sorabildi birkaç kere ağzını açıp kapadıktan sonra. Misafiri kafasını salladı.
“Niye bu kadar şaşırdın ki? Bir gün tekrar karşılaşacağımızı söylemiştim.” dedi sakin bir sesle.
“Neredeyse iki yıl oldu, Oğuz. Artık bizi tamamen unuttuğunu düşünmeye başlamıştım.” diye cevap verdi Gökçe. Yavaş yavaş konuşma ve iğneleme yeteneğini kazanıyordu.
“Sence de azarlamaya başlamadan önce bir sarılman gerekmiyor mu?” diye sordu Oğuz.
“Ah, haklısın. Kabalığımı mazur gör.” dedi Gökçe alayla ve doğrulup ona sıkıca sarıldı. Bırakmak istemiyordu. Bırakırsa onun da gideceğinden korkuyordu. Oğuz sanki onun düşüncelerini okumuş gibi:
“Buradayım, Gökçe. Ben yanındayım. Tıpkı eskiden olduğu gibi.” dedi. Sesindeki o rahatlatıcılık hiç değişmemişti.
“Sesin mi kalınlaştı senin?” dedi Gökçe gülerek. Onu kendinden biraz itti ve yüzüne baktı; “Sivilcelerinde azalmış sanırım?”
“Aynı eski Gökçe olduğunu görmek o kadar güzel ki anlatamam.” diye cevap verdi Oğuz, Gökçe gibi alaycı bir ifadeye bürünerek.Fakat Gökçe bunu duyunca birdenbire durdu. Aynı eski Gökçe değildi. Hiçbir şey eskisi gibi değildi ki, o olsun. Kerem yoktu artık. Birden, Oğuz’un geri dönüşüne sevinmesinin bile yanlış olduğunu hissetti. O suçluydu. Nasıl sevinebilirdi ki?
Oğuz onların ilk okuldan beri arkadaşlarıydı. Liseyi okumak için Ankara’ya gitmişti. Fakat gitmeden önce Alanya’da yaşadığı şeyler yüzünden herkesle bağını koparıp, yeni hayatına öyle başlamıştı. Babasının şehirde saldığı kötü ekonomik ün yüzünden aile adları kirlenmişti. Alanya’daki hayatının son zamanlarında şehrin tüm zenginlerini dolandırıp ailesini de geride bırakarak yurtdışına kaçmıştı. O günden beri de ondan haber alınamamıştı. Bunun üzerine annesiyle başbaşa kalan Oğuz’un bir de şehirdeki insanların öfkesiyle yüzleşecek gücü kalmadığı için yeni bir hayata başlamıştı. Giderken geride bıraktığı şeylerden biri de Gökçe’yle doyasıya yaşanmaya hiç fırsat bulunamamış aşklarıydı.
Gökçe, Oğuz’un ilk aşkıydı. Oğuz da Gökçe’nin... Fakat bunu itiraf etmek için o kadar beklemişlerdi ki, hayat onları cezalandırıp yollarını ayırmıştı. Aslında Gökçe’nin aldığı ilk büyük darbe iki yıl önceki bu vedalaşmaydı. Tabi ki Kerem’i kaybetmekle aynı şey sayılmazdı. Sonuçta onun yaşadığını ve bir şekilde hayatına devam etme şansı olduğunu biliyordu ama yine de onunla hiç yaşama fırsatını bulamadığı şeyler için de hep üzülmüştü.
O gittikten sonraki ilk zamanlar Kerem ve Gizem iyi dostların yapması gerekeni yapmışlar ve sessizce onunla ilgilenmişlerdi. Yavaş yavaş Gökçe de hayatın iyi yönlerini yeniden fark etmeye başlamış ve dostlarına sarılmıştı. Zaten ne olduysa ondan sonra olmuştu. Oğuz hayatından çıktıktan sonra Kerem’in hiçbir zaman fark etmediği özelliklerini fark edip ilgilenmeye başlamıştı. Onun çok farklı bir yönünü tanımıştı ve Oğuz için hissettiği her şey ya da belki çok daha fazlasını onun için hissetmeye başlamıştı. İlk başlarda bunun için kendinden nefret etse de, hislerini engelleyemiyordu.
Bütün bunları, Oğuz’u görünce yeniden yaşamış gibi olmuştu. Kerem’e aşık olduktan sonra önceki hayatını adeta unutmuştu. Ara sıra Oğuz’u düşünse de kalbi hep Kerem için atmıştı ve Oğuz o gün o kapıdan girinceye kadar da onun geri geleceğini hiç düşünmemişti.
“Ee, anlatacağın hiçbir şey mi yok?” diye sordu Oğuz onu geçmişe yaptığı buruk yolculuktan kurtararak.
“Önce sen!” diyerek topu ona attı Gökçe. İçindeki yokluk hissi biraz olsun azalmıştı. En azından kafasını başka şeylere verebilecekti.
XXX
“Neden içeriye gelmiyorsun?” diye sordu Kenan Bey, yani Gizem’in dedesi. “İçeride anlatırsın.” Fakat Gizem’in içeri girmeye niyeti yoktu. Bir an bile yavaşlarsa, Marmaris’e gitme imkanının kalmayacağının farkındaydı. Bu da Anıl’ı bulamaması demekti.
“Hiç vaktim yok. Senden bir şey isteyeceğim. Beni Mar-“
Bu sırada içerideki telefon çalarak, Gizem’in sözünü kesti.
“Açma!” dedi kız neredeyse bağırarak. Telefon bir daha çaldı. Dedesi şaşkınlıkla ona baktı ve:
“Neler oluyor, Gizem? İçeri gel işte. Ben de şu telefona bakayım. Sonra istediğin neyse hallederiz.” dedi. Telefon çalmaya devam ediyordu. Gizem annesinin aradığına emindi. İçeri girdi ama bir yandan da hızla olayı anlatmaya başladı:
“Anıl’ın Marmaris’te olduğunu öğrendim. Hatta eminim. Oraya gitmem lazım fakat annem izin vermedi. Ben de onun yanından kaçıp sana geldim. Bana yardım edersin diye. Çünkü beni bir tek sen anlıyorsun, dede. Her şeyi bütün gerçekliğiyle biliyorsun. Tüm yaşadıklarımızı. Şimdi arayan da büyük ihtimalle, annem. Lütfen onu ikna et ve beni Marmaris’e götür.” diye bitirdi sözlerini ağlamaklı bir ifadeyle. Dedesi ona cevap vermeden telefonu açtı. Gizem’in annesinin sesi o kadar yüksekti ki dışarıdan bile duyuluyordu.
“Gizem yanında mı, baba?” diye sordu kadın heyecanla.
“Evet, yanımda.”
“Tamam. Onu evde tut. Hemen geliyorum.”
“Aslında, belki de olduğun yerde kalsan iyi olur Çağla. Benim yanımdayken Gizem’in güvende olduğunu biliyorsun.” dedi Kenan Bey.
“Tek başına Marmaris’e gitmek istiyor. Buna izin veremezdim. Ama o bana karşı geldi.” diye açıkladı kadın. Belli ki o da kendini ikna etmeye çalışıyordu.
“Tabi ki tek başına gitmesini izin veremezdin, Çağla. Fakat şu anda yanında ben varım. İnan bana buna gerçekten ihtiyacı var. Sonradan pişman olacağın kararlar verme. Bırak da onu Marmaris’e götüreyim. Sağ salim geri getireceğime söz veriyorum.”
“Bu sadece benim kararım değil ki. Yavuz da buna izin vermez.” dedi kadın son bir umutla. Kenan’a güvenmediği açıkça görülüyordu.
“Oğlumla ben konuşurum. Endişelenme.” dedi Kenan itiraz kabul etmeyen bir sesle. Onun bütün yollarını kapamıştı.
“Pekala, baba. Ama lütfen dikkat et olur mu? Olanlardan sonra psikolojisinin iyi durumda olmadığını biliyorsun.” diye cevap verdi Çağla teslim olduğunu belirtircesine.
“Sen de ona çok dikkat edeceğimi biliyorsun. Kendine iyi bak. Ona bir şey söylemek istiyor musun?” dedi Kenan.
“Sadece çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Bana inanmadığını bilsem de. Görüşürüz.”
Karşıdan telefonun kapandığını belirten ses geldiğinde, Kenan o an kadının koşa koşa banyoya gittiğini biliyordu. Kızıyla olan bozuk ilişkileri yüzünden onun çok üzüldüğünü biliyordu ama bu kötü ilişkinin yaratıcısı da oydu. Gizem’le özellikle son yıllarda hiç ilgilenmemişti. Hayatına insanlar girip çıkarken, olağanüstü bir dünyaya adım atarken onun yanında olmamıştı. Gizem ilk adet döngüsüyle ilgili sorunları bile Gökçe’yle konuşmak zorunda kalmıştı.
Kazadan sonra ise birden bire değişip onunla ilgilenmeye başlamıştı. Onu kaybedebileceğini fark edince korkuların en büyüğünü yaşayıp ilişkilerine baştan başlamak istemişti. Fakat onu ne kadar çok sevdiğini o kadar zaman sonra hatırlaması Gizem için elbette pek bir şey ifade etmiyordu. Yine de Kenan bir anneyle kızı arasına giren kişi olmak istemiyordu. Bu yüzden Marmaris’ten döndükten sonra ilk iş olarak bir aile yemeği verip onları barıştıracaktı.
“Teşekkür ederim.” dedi Gizem sevinçle ve ona sarıldı. Torunundan ara sıra saf sevgiyle aldığı bu kucaklamaların hayatın anlamı olduğunu düşünürdü bazen. Her şey sevgiden ibaretti aslında. Sevgide başlayıp sevgide bitiyordu. İnsanların her davranışı, her sözü birazcık sevgi içindi. Asıl başarı gerçekten sevmek ve sevilmekti.
“Ne zaman yola çıkıyoruz?” diye sordu Kenan ve Gizem’in gözleri parladı.
XXX
“Kararını değiştiren şeyi öğrenebilir miyim?” diye sordu Ayla şaşkınlıkla. Aslında belki de bu işi hiç karıştırmamalıydı. Sorduğuna bile pişman olmuştu. En iyisi hemen kalkıp hazırlanmaktı. Fakat Anıl cevap verdi:
“İnanmayacaksın ama onu duydum, anneanne. Kerem’i. O yaşıyor ve ben ne pahasına olursa olsun onu bulacağım.”
Kadın gerçekten de onun söylediği gibi inanmadı. Aslında inanamadı. Kerem’in o kazadan sağ kurtulmuş olması imkansızdı. O gece tılsımını bile yanına almamıştı ki. Onu kurtarabilecek hiçbir şey yoktu. Öyleyse bu nasıl olabilirdi? Anneannesi cevap vermeyince Anıl yeniden konuştu:
“Odamda oturmuş tılsımımı inceliyordum. Birden parladı. Bana bir mesaj vermeye çalışıyor gibiydi. Yoğunlaştım ve onu duydum. Benden yardım istedi. Nerede olduğunu bilmiyormuş ve korkuyormuş. Yardımıma ihtiyacı var. Hepimizin yardımına ihtiyacı var.”
Ayla ona inanmak istiyordu. Kerem’i de kendi torunu gibi severdi. Onun ölümü yüzünden yaşadığı suçluluğa bir de bu sevginin getirdiği acı eklenince, Kerem’in yaşadığına dair bir ipucu bulabilmek için bile bütün servetini verirdi.
“Ne diyeceğimi bilemiyorum, Anıl.” dedi. Ama ayağa kalkmıştı bile. Kalbine söz geçiremiyordu.
“Benimle, Alanya’ya gelmen yeter.” diye cevap verdi Anıl. “Kenan Amca’yı ara ve haber ver. Hem senin de onunla konuşman gerek , biliyorsun.”
“Her şey çok hızlı, Anıl. Düşünmeme izin ver.”
“Tüm olanları düzeltmem için bir şansım var anneanne. Her şeyi tıpkı eskiden olduğu gibi güzel hale getirmemin bir yolu... Bana yardım etmek zorundasın.” dedi Anıl yalvarırcasına.
Ayla cevap vermek yerini başını sallamakla yetindi. Sonra da duvara monte edilmiş telefonun ahizesini kaldırıp yaklaşık yarım saat önce kendisini aramış olan numarayı tuşladı.
XXX
O akşamüstü Alanya Aile Mezarlığı’nda da, Akdeniz akşamlarının verdiği o huzur hissediliyordu. Mezarlık kasvetten çok uzaktı. Zaten Alanya’da hiçbir yer kasvetli değildi ki. Mezarlıklar bile orada yatan insanların huzuruyla, rahata ermişti. Bir adam elindeki kırmızı karanfilleri önündeki güzel görünümlü mezara bıraktı. İçinde biraz Allah inancı olsaydı dua ederdi ama onun için dine bu kadar bile bulaşmak fazlaydı. Son sekiz aydır her hafta yaptığı gibi mezar taşındaki yazıyı okudu:
‘Hakan Murat Yıldırım
1948-2008
İdealler Uğruna Yaşanmış 60 Yıl
Dile Kolay 60 Yıl, Dolu Dolu Bir Hayat
Yapmak İstedikleri Geride Bıraktıklarına
Miras Olarak Kalacaktır
Huzur İçinde Yatsın’
Ekrem Kemal Yıldırım, kardeşinin ölümünün sekizinci ayında bu mezarlıkta içindeki acı biraz bile azalmamış bir şekilde üzüntüsünü yaşıyordu.
“İntikamını almaya başladım kardeşim. Kanın yerde kalmayacak. Endişen olmasın.” diye fısıldadı. Sonra da yirmi metre kadar ilerisinde kendisini bekleyen siyah jipe doğru ilerledi.
XXX
“Ben de hiçbir değişiklik yok ki.” dedi Oğuz omuz silkerek. Gökçe ona inanmayan gözlerle baktı. Başka bir şehirde geçen iki yılda insanın hayatı nasıl değişmezdi ki?
“Pekala, pekala.” dedi Oğuz en sonunda iki elini teslim olmuş gibi havaya kaldırarak. “Her şeyi anlatacağım. Baştan söylüyorum; bunu sen istedin.” diye devam etti gülerek.
“Hadi, dalga geçmeyi bırak da anlatmaya başla.” diye cevap verdi Gökçe heyecanla.
“Gittikten sonra numaramı değiştirdiğimi biliyorsun, bir şeylere yeniden başlamak zorunda olduğumu da... Ve Ankara bunu yapabilmem için bana bir şans verdi. Her şey umduğumdan daha iyi gitti. Yeni bir çevre edindim. Lisedeki insanların çoğu benim gibi yeni bir başlangıca yelken açmıştı. Anlayacağın her şey mükemmeldi. Yani neredeyse...” Oğuz birden sessizleşti. Anlaşılan, o an ‘o konu’nun açılacağı andı. Gökçe de bunu fark etti ama onu durdurmak için bir şey söylemedi.
“Sen yoktun.” diye bitirdi çocuk sözlerini ve farklı bir tarafa bakmaya başladı. Gökçe’nin onu görmekten dolayı yaşadığı mutluluk birden sönmüş, geriye sadece çektiği acı kalmıştı.
“Giden sendin, Oğuz. Ben de bir şekilde hayatıma devam etmek zorundaydım.” dedi soğuk bir sesle. Oğuz’un gözleri doldu. Verecek bir cevabı yoktu.
“Neden burada olduğumu biliyor musun?” diye sordu Gökçe onun konuşmadığını fark edince başka bir konuya geçebilmek için. Bu konu da kendisine acı verse de aklına başka bir şey gelmemişti.
“Evet. Kerem... Çok üzgünüm, Gökçe. Hepimizin başı sağolsun.” dedi Oğuz.
“Ve o gitmeden önce olan durumumuzu?” diye üsteledi Gökçe dikkat çekmek istediği asıl noktayı belirterek. Birdenbire aklına Oğuz’a acı çektirmek gelmişti. Bu hayatta sadece o acı çekmek zorunda değildi ya? Biraz da ona acı çektirenler bunun karşılığını almalıydı.
“Her şeyi biliyorum, Gökçe. Annemle, Kerem’in annesi çok iyi arkadaşlar. Birkaç gündür şehirdeyiz. Annem her şeyi öğrenmiş. Bana da bugün anlattı. Ben zaten seni görmek için cesaretimi toplamaya çalışıyordum ama senin hastanede olduğunu öğrenince hemen koşup geldim ve söylediğim gibi Kerem için çok üzgünüm. Kesinlikle bunu hak etmiyordu.”
Gökçe’nin ruh hali sürekli değişiyordu. Yaşadığı gitgeller söyleyeceği şeylerin anlamını bozuyordu.
“O gitti, Oğuz. Ne kadar aksine inanmak istesem de gitti.” dedi ağlamaklı bir sesle ona sarılarak. Çocuk onu o an en çok ihtiyaç duyduğu şeyi verdi: arkadaşlığını ve Gökçe’ye sarıldı.
XXX
“İki buçuk saat sonra bir uçak var ve hala birkaç koltuk boşluğu var. Ama biletler gerçekten pahalı.” dedi Gizem bir yandan bilgisayarı açarken. Dedesi cüzdanından bir kredi kartı çıkarıp ona verdi ve:
“Önemli değil ama acele etmeliyiz. Benim arabamla gidersek yetişiriz. Hemen biletleri al. En geç yarım saat önce havaalanında olmalıyız ki uçağa binebilelim. Gerçi uçakla gitmek de zor ama o kadar direksiyon sallamak çok daha zor. Ben yaşlı bir adamım.” dedi. Gizem, dedesine gelmekle ne kadar doğru bir karar aldığını fark etti. Bu sırada evin telefonu çaldı.
Kenan Bey, koşar adımlarla gidip kimin aradığına bakmadan ahizeyi kaldırdı ve:
“Alo.” dedi.
Gizem diğer odada bilgisayarın başında biletleri almaya çalışıyordu. Tam ödeme işlemini yapmak üzereydi ki.
“Dur.” dedi bir ses arkasında. Dedesiydi. Bir an içinden onun da izin vermekten vazgeçtiğine dair sevimsiz bir fikir geçti. Merakla ona dönüp:
“Ne oldu?” diye sordu.
“Bizim gitmemize gerek yok. Onlar buraya geliyormuş. Yola çıkmışlar bile.” diye açıkladı Kenan. Gizem’in yüzünde önce hiçbir ifade oluşmadı. Olanları idrak edebiliyormuş gibi görünmüyordu. Haftalardır ortada görünmeyen Anıl, birdenbire ne olmuştu da gelmeye karar vermişti ki? Geride bıraktıklarına çektirdiği acının yettiğini düşünüp tekrar hayatlarına mı giriyordu? Onun nerede olduğunu öğrendiğinden beri ilk defa durup düşündü. Onu ilk gördüğü zaman ne diyecekti ki? Neyin hesabını soracaktı?
“Tek istediğim ona nedeni sormak.” dedi kendi kendine cevap vererek. Kenan Bey ona bir şey söylemedi. Belki de biraz yalnız kalmalıydı. Odadan çıkarken:
“Geceleyin burada olurlarmış. Her şeyi o zaman açıklayacaklar. Sen de o zamana kadar biraz dinlensen iyi olur. Görünüşe bakılırsa önümüzde yine yorucu zamanlar var.” dedi ve arkasından kapıyı kapatarak çıktı.
Dedesi haklıydı. Dinlenmek zorundaydı. Çok fazla bir şey yapmamış olmasına rağmen kendisini oldukça bitkin hissediyordu. Üzerine bile çıkarmaya gerek görmeden kendini misafir yatağına attı ve Anıl’ı düşünerek uyuyakaldı.
XXX
“Arabayla mı gidiyoruz?” diye sordu Anıl hayal kırıklığına uğramış bir sesle.
“Diğer türlü gitmemiz çok daha zor. Aynı vakte denk gelecek. Dalaman’dan direkt Antalya’ya sefer yok.” dedi Ayla Hanım. Anıl başını salladı ve eşyalarını arabanın bagajına koydu.
On dakika sonra otobana çkmışlardı bile. Anıl sürekli tılsımına bakıyordu. Tekrar bir işaret ya da parlama görebilse, Kerem’in yaşadığını anneannesine de kanıtlayabilecekti. Fakat böyle bir şey olmadı. Aklındaki en korkunç düşünceye teslim olmadan edemiyordu. Ya hayal gördüyse? Ya yaşadığı üzüntüyü engelleyebilmek için beyni ona bir oyun oynadıysa?
“Sana inanıyorum.” dedi anneannesi onu rahatlatmaya çalışarak. Çocuğun gözlerindeki ifadeden hissettiği şeyleri anlamıştı. “Sen de kendine inansan iyi olur.” diye devam etti.
“Senle olan şu yolculuklarımız...” dedi Anıl gülümseyerek. Kafasını başka şeylere vermeye çalışıyordu. “Başımı her zaman büyük bir belaya sokmuşum gibi hissettiriyor.” Söylemek istediği şeyleri söyleyemiyordu.
“Aslında bir araba yolculuğu sohbet etmek için çok iyi bir fırsattır. Yapacak fazla bir şey yoktur. Böylece konuşulmamış şeyleri konuşmak için bir şans yakalarsın.” diye cevap verdi anneannesi. Onun da söylemek istediği şeyler vardı fakat nedense bir türlü cesaret edemiyordu. En sonunda ikisi de söze başladı:
“Bütün bu olanlar benim suçum.”
İkisi de aynı şeyi söylemişti. Sonra uzun süredir yapmadıkları kadar çok gülmeye başladılar. Kerem’in yaşıyor olma ihtimali ikisine de neşe ve daha önemlisi inanç vermişti. Çok sonra gülmeleri bitince:
“Sizi bunların içine sokmamalıydım. Yaşınızın kaldırabileceğinden çok daha büyük bir sorumluluğun altına soktum sizi. Ama inan bana bütün bunları yaparken kötü bir niyetim yoktu. Tek amacım yaklaşan büyük felaketten insanları korumaktı. İlk başlarda bu işi sadece Kenan ile halledecektik. Yapabileceğimiz her şeyi yapıp, tüm imkanlarımızı kullanıp yazıtları çözecek ve dünyayı kurtaracaktık. Bunu dedene bile anlatmadım. Sana dedenden pek fazla bahsetmedim değil mi? Sen doğmadan çok zaman önce hayatımızdan çıktı. Yollarımız ayrıldı diyelim. Farklı pencerelerden bakıyorduk hayata. Ben de kucağımda bir kızla kalakaldım. Bu yüzden bir süre her şeyimi ona verdim. Onun dışındaki hiçbir şeye inancım kalmadı. Onu yani anneni büyüttükten sonra olaylar yeniden başladı. Yazıtları hiç bulamayacağımı düşünüyordum ama bir gün Kenan gelip yüzyıllar önce yapılmış kehanetler bulduğunu söyledi. Hepsi bizim yaşadıklarımızla ve yaşayacaklarımızla alakalıydı.”
“Bize asla tam olarak bahsetmediğin şu kehanetler mi?” diye sordu Anıl kinayeli bir ses tonuyla. Anneannesi kafa salladı. Belli ki onun laf sokmaya çalışmasını anlamamıştı. Kendiyle konuşuyormuş gibi devam etti:
“Kehanetler Latince’ydi. Ama bazı kelimeleri silinmişti ve dünyada sadece üç kopyası vardı. Allah biliyor ya, Kenan onları bulup benim inancımı tekrar kazandırmak için elinden geleni yaptı. Bütün kopyaları birleştirip eksik yerleri elinden geldiği kadar tamamlayıp kehanetleri neredeyse tam bir şekilde çözdü. O zamanlar siz daha çok küçüktünüz. Ama o kehanetler sizden de bahsediyordu. Ailelerinize ne olduğunu söyleyemedik. Hiç kimse bize inanmazdı. Tek umudumuz sizin gerçekten seçilmiş olanlar olduğunuza inanıp bize güvenmenizdi. Şükür ki böyle oldu.
Tabi bu işin peşinde kötü niyetli insanlar da var. Daha önce de bahsettim, dünyadaki herkes insanların hayatına bu kadar önem vermiyor. Bazıları için insanlar ortadan kalkması gereken parazitler. Bu felaketin onlara müstahak olduğunu düşünüyorlar ve bizi engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Tüm bu yaşadıklarımızın nedeni onların bu ölüdmre tutkusunu engellemeye çalışmamız.”
“Benzinlikte olanlar...” dedi Anıl yaşadıkları kötü şeyler zincirinin ilk halkasını hatırlayarak.
“Evet, o gün ikimiz için de korkunç bir gündü. Neyse ki bir yıldır olan her şeyi atlattık.”
“Ama Kerem atlatamadı.” diye cevapladı Anıl.
“Duydukların bunun tam tersini söylemiyor mu?” dedi anneannesi göz kırparak.
Anıl başını salladı. Kendini yorgun hissediyordu ama uyumak istemiyordu. Ayla Hanım’ın ise düşünecek başka şeyleri vardı.
XXX
11 Yıl Önce, Ağustos 1998
Ayla Hanım torununu oynaması için getirdiği parkta bir bankta oturmuş gazete okuyordu. Dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ‘le ilgili birkaç haber vardı ön sayfada. Arada sırada gazeteyi indirip Anıl’ı kontrol ediyordu. Çocuk geçen bir iki yılda o kadar büyümüştü ki görünler onun 5 yaşında olduğuna inanamıyordu. Hareketliliği yüzünden bir anda ortadan kaybolabiliyordu. Bu yüzden ailesinin başına bir sürü dert açmıştı.
Gazetesini okumaya devam ederken yanına birinin oturduğunu fark etti. Onun da kendisi gibi torununu ya da çocuğunu gezdiren bir kadın olduğunu düşünüyordu. Tam o sırada duyduğu ses ona ne kadar yanıldığını gösterdi:
“Gerçekten de çok büyümüş.”
Ayla konuşanın kim olduğunu biliyordu. Öfkeyle gazetesini indirip solunda duran adama baktı:
“Burda ne işin var?” diye sordu nefretten başka hiçbir şey içermeyen bir sesle.
“Ne yani artık eski karımı ve torunumu da ziyaret edemeyeceğim?” diye cevap verdi adam alayla. Ayla gözlerini devirdi ve:
“Sen kimseyi öylece ziyaret etmezsin. Hem bu aileyle hiçbir ilişkin kalmadığını da benden çok daha biliyor olmalısın. Bir an önce amacını söyle ya da defol git.” dedi. Sesini yükseltmemeye çalışıyordu. Etrafta bir sürü insan vardı ve kimsenin bu olaya dahil olmasını istemiyordu.
“Haklısın. Buraya gelip seni bulmamın her zaman olduğu gibi bir nedeni var. Çocuk doğduğundan beri, eski günlerine geri döndüğüne dair söylentiler duyuyordum ama pek fazla kulak asmıyordum. Bu kadar saçma kararlar alıp kendini ve sevdiklerini tehlikeye atacak bir insan olmadığını sanıyordum. Bu yüzden senin hayatına devam etmene izin verdim. Ama öyle görünüyor ki söylentiler gerçekten de doğruymuş. Geradon Yazıtları’nı araştırmaya yeniden başlamışsın.”
“Bu seni hiç ilgilendirmez.”
“Ah, inan bana ilgilendirir. Ayla eğer böyle devam edersen seni öldüreceğim. Biliyorsun.” dedi adam iç çekerek. Görünüşe bakılırsa bunu gerçekten yapmak istemiyordu.
“Biliyorum, Ekrem.” diye cevap verdi Ayla. “Ve umrumda değil. Şimdi senden gitmeni istemek zorundayım yoksa polis çağıracağım.”
“Polis gelene kadar çoktan gitmiş olurum. Belki de bu işi burada halletmeliyim.” dedi Ekrem elini hafifçe kaldırarak. Ayla gerçekten endişelenmeye başlamıştı. Ekrem’in neler yapabileceğini biliyordu. Bu sırada Anıl’ı fark etti. Oyununu bırakmış ikisine doğru bakıyordu.
“Ona bak, Ekrem. Torununa... Beni onun gözleri önünde mi öldüreceksin? Söylesene sen ne zaman bu kadar kötü birine dönüştün?”dedi Ayla meydan okurcasına. Korkunun ona bir şey kazandırmayacağının farkındaydı. Anlaşılan Ekrem de insafa gelmiş olacak ki elini indirdi. Sonra ayağa kalktı ve kadına dönüp:
“Bu işten uzak dursan iyi olur Ayla. Yoksa senin için hiç de iyi olmayacak. Bir yerden sonra bazı şeyler benim kontrolümden çıkabilir.” dedi. Sesi içtendi. Kadının başka bir şey söylemesine izin vermeden Anıl’a doğru ilerledi. Ayla bir an irkilse de adamın ona bir zarar vermeyeceğini biliyordu. En azından şimdilik. Ekrem, torununun başını okşadı ve ona doğru bakıp:
“Gün gelir de biri senden dünyayı kurtarmanı isterse küçük adam, sakın kabul etme.” dedi. Beş yaşındaki Anıl onun ne demek istediğini anlamamıştı. Cevap vermedi. Ekrem de gülümseyip parkın çıkışına doğru ilerledi.
XXX
Haziran 2009
“İçimde asla dolmayacak bir boşluk oluştu. Sürekli üşüdüğümü hissediyorum ve ondan başka kimse bana yardım edemezmiş gibi geliyor.” dedi Gökçe hıçkırıklarının arasından. Oğuz’a sarıldıktan sonra kendini tamamen bırakmıştı. Sürekli ağlıyordu. Oğuz da onu durduracak bir şey söylemiyordu. En iyisi içindeki her şey bitene kadar ağlamasıydı. Hoş sadece tek bir seferde bu mümkün değildi ama ne de olsa bir yerlerden başlamak gerekiyordu.
Gökçe öyle ne kadar durduğunu hatırlamıyordu. En sonunda kendini geriye doğru çekti ve:
“Geldiğin için çok teşekkür ederim, Oğuz.”
“Biraz uyumaya ne dersin?” diye sordu çocuk gülümseyerek.
“Uyandığımda burada olacak mısın?”
“Bu sefer gitmek yok. Söz veriyorum.” dedi Oğuz ve yataktan kalktı. Gökçe’nin rahat etmesi için koltuğa geçecekti. Tam bu sırada titremeye başladı ve Gökçe’ye döndü. Gözleri kapalıydı.
“Oğuz, ne oluyor? Doktor çağırayım mı?” diye sordu Gökçe şaşkınlıkla. Çocuk cevap vermedi. Birkaç saniye sonra gözleri açıldı. Gözlerinin beyazı yok olmuştu. Tamamen siyahtı. Gökçe korkuyla geri çekildi.
“Ona inanma, Gökçe. Gerçek değil.” dedi Oğuz kendine ait olmayan kalın bir sesle.
“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu kız. Fakat Oğuz’un gözleri tekrar kapandı ve yere yığıldı. Bilincini kaybetmişti.
XXX
Alanya Aile Mezarlığı’ndan siyah bir jip çıkarken, beyaz bir araba giriyordu. Hava kararmak üzereydi. Beyaz araba büyük ihtimalle günün son ziyaretçisiydi. Araba elli metre kadar ilerledikten sonra durdu ve içinden güzel bir kadın indi. Kırklı yaşlarının başlarında olmasına rağmen otuzlarında gösteriyordu. Başına siyah saten bir başörtüsü takmıştı. Az önce mezarlıktan çıkan adamın durduğur yerden biraz daha ileri gitti. Yerde gördüğü hortumu alıp suyu açtı ve önündeki mezarı yıkamaya başladı. Zaten pek tozlu görünmüyordu. Mezar taşında yazanları okurken bir kez daha gözyaşlarını tutamadı:
‘Kerem Karahan
1993-2009
Bedeni Burda Olmasa Da
Sevenleri Onu Hep Burada Anacak
İyi Bir Evlat
İyi Bir Dost
İyi Bir İnsan
Ruhu Huzur Bulsun’
Yıkamaya bitirdikten sonra elindeki çiçekleri toparağa bırakıp dün getirdiklerini aldı. Mezar taşını okşamaya başladı.
“Herkes yavaş yavaş yoluna devam ediyor, oğlum. Seni geride bırakıyorlar. Ben yapamıyorum. Parçalara bölünüyorum sanki.” dedi gözyaşlarının arasında. Kerem’in annesi Pelin Hanım için geçen son bir ay acılarla doluydu. Oğlunu eğlenmeye yolladığı gece felaket haberi almıştı. Kurtarma ekipleri Kerem’i günlerce aramışlar fakat bedenini bulamamışlardı. Fakat onlara göre kurtulması da imkansızdı. Kadın mezar yapıldığından beri her akşam oraya gelip aynı şeyleri yapıyordu. Psikolojisi hiç iyi durumda değildi. Bazı geceler oğlunun sesini duyarak uyanıyordu ve onu görür gibi oluyordu.
Eli mezartaşının üzerindeyken başka bir el de onun elinin üzerine kapandı. Kadın korkuyla sağ tarafına baktı ve onu gördü.
“Geri geldim, anne.” dedi karşısında capcanlı duran oğlu.