B Ö L Ü M O T U Z A L T I
Muradiye köyünde el ayak çok erken çekiliyordu. İşlerin yoğun olduğu dönemlerde bir tür zorunluluktu bu ama işlerin az olduğu gecelerde halk kültürünü kısmen de olsa yaşıyordu. Özellikle geleneklerin hükmünü sürdüğü, uygarlığın daha yavaş geldiği, bu dağ köyünde çok daha etkiliydi. Cep telefonu ve internet çıktıktan sonra bu etki azalmıştı özellikle yeni yetişen nesilde görülmüyordu. Ama televizyonların çalışmadığı, cep telefonlarının çekmediği şu günlerde - köye gelen konuğun etkisiyle de - eskinin o güzel gecelerinden birini yaşamışlardı.
Yemekler yenildikten, çaylar içildikten sonra kadınlar bir odaya erkekler bir odaya çekilmişlerdi. Aradaki bağıntıyı ev sahibinin hanımı yani muhtarın eşi ve bu geceye özel Öğretmen Hanım sağlıyordu. Hasan, Ayşe öğretmenin erkeklerin yanına sıkça uğramasını kendine yapılmış bir ilgi olarak yorumluyordu. Yaşlıca bir köylü bağlamasıyla gelmişti, uzun süre çalıp söyledi. Hasan bu arada gördüğü çocuklara adlarını soruyordu. "Esin"i arıyordu. Hemen her baba oğlunu yanında getiriyor, ilçeden gelmiş öğretmene tanıtıyordu. Yalnız isimlerini söylemekle değildi tabi bu tanıtma işlemi. Meziyetleri, aklı, derslerinde ne kadar başarılı oldukları hep övülüyordu. Ortam iyiydi ama saatler ilerlediği halde Hasan Esin’le tanışamamıştı.
Önce sazını çalıp türkülerini söyleyen yaşlı adam sustu. Sonra gizli bir işaret verilmiş gibi yavaşça kalabalık dağılmaya başladı. Bir saat sonra evde yabancı sayılabilecek kimse kalmamıştı. Muhtar en son komşusunu da yolcu ettikten sonra oturdukları geniş odaya döndü. Biraz sıkıntılı gibiydi, duvar dibindeki alçak sedire Memur Hasanın yanına oturdu. Genç polisin mesleki duyguları kabarmış gibiydi. Ortada bir olağanüstü durum olduğunu sezinliyordu. Dakikalarca süren sessizlikten sonra muhtar dayanamayıp anlatmaya başladı. Muhtarın anlattıklarını duyunca genç memur kendinle gurur duydu.
“Bize niye yalan söyledin evlat" dedi. Hasan Tırpan, bir şeyler olduğunu sezmişti ama deşifre olacağı aklına gelmemişti. "Polis olduğunu bizden neden gizledin" dedi yaşlı adam sözüne devam ederek. Genç polis nerede hata yapmıştı onu düşünüyordu. Öğretmen olduğuna Ayşe hoca hanımı bile inandırmıştı. Hala ne diyeceğini düşünüyordu. Aklına gelen ilk fikir her şeyi olduğu gibi anlatmaktı. Yine de bir kaç dakika daha susmayı tercih etti. Ne ima edilmeye çalışıldığını anlamalı olay ortaya çıkmalıydı.
“Gelenlerden biri benim yeğendi. Bana “seni hükümet binasında üniformayla gördüğünü" söyledi. Hasan Tırpan, inkara gitmediğinin iyi olduğunu düşünüyordu. Her gün yüzlerce kişinin girip çıktığı bir yerde görev yapıyordu. Bir kaç saniye sonra bütün her şeyi olduğu gibi anlatmaya karar verdi. Nede olsa bu saatten sonra yalanı yalanla savunmanın anlamı yoktu
“Ben sizin köyde ki "Esin" adındaki bir kız çocuğunu korumak için geldim" dedi. Muhtar öylece yüzüne bakmaya devam ediyordu. İnanmamıştı.
“Oğul kusura bakma ama gene yalan söylüyorsun" dedi. Hasan şaşırmıştı.
“Na... nasıl olur" diye kekeledi. “21 Mart 20... tarihinde İlçe devlet hastanesinde doğan Esin Hatice Dayıoğlu bu köy de oturmuyor mu?" Muhtar belli belirsiz gülümsedi.
“Hah şimdi oldu. Anlat bakalım derdin neymiş" Hasan, muhtarın yüzündeki o bir anlık gülümsemeyi yakalamıştı hala umut vardı ve yavaş yavaş işlerin yoluna girdiğini düşündü.
“Bu anlatacaklarım herkesin bilmemesi gereken şeyler" diyerek anlatmaya başladı. Genç memur anlattıkça muhtar şaşkınlıkla bakıyordu karşısındaki gencin yüzüne. Çünkü kendisinin de anlatacakları vardı. Yalnız bir ara odanın kapısına doğru seslendi.
“Muazzez... Kız Muazzez" Muhtarın yaşlı ve zayıf karısı kapıda belirdi.
“Hele bize Dayıların Ali'sini çağır" dedi. Kadın uykulu gözlerle odanın karşı duvarında duran küçük büfeye büfenin üzerindeki saate baktı
“Bu saatte... He mi?" Odadaki üç çift göz masa saatine takılmıştı. Saat neredeyse gece yarısı olacaktı.
“Hemen şimdi." dedi. Kadın söylenerek odadan çıktı. Birazdan dış kapının çarpma sesi duyuldu.
Bu gece çalan üçüncü telefondu. Kendinden başka kimse bakmasın diye telefonun yanına oturmuştu. Arayanlar gene hanımının yada kayınvalidesinin geveze arkadaşları olabilirlerdi az önce kapattığı telefon gibi. Ahizeyi kaldırıp karşıdaki kişinin sesini alınca gözlerinin içi gülümsemeye başlamıştı. Beklediği telefondu. Karşısında oturup elindeki tığ işleriyle uğraşan yaşlı kadın söylemeden duramadı
“Damat gözün aydın" Sağol, demedi. Bakışlarının keskinliği kadının kendini tekrar işine vermesine neden olmuştu. Elindeki gazeteyi katladı, telefonun yanına koydu. Paltosunu alıp dışarı koridora çıktı.
Paltosunu giyerken dışarıya yeni döşettirdiği aydınlatma tesisinin düğmesini açtı. Bahçe süslü direklerin ışığıyla aydınlanmıştı. Hanımı ve kayınvalidesi koridorun bir ucunda bekliyorlardı. Cesaret edip soramadıkları sözü kinayi bir şekilde Lütfü Bey söyledi.
“Ben işe çıkıyorum, biliyorsunuz işin saati, dakikası olmaz. Son cümle gözlerinin içine bakarak söylediği kayınvalidesine aitti. Hızlı adımlarla ama korktuğunu belli etmemeye çalışsa da bahçeyi ikiye bölüp sokak kapısına varan beton yolu geçti. Arabasına varıp kontağı açınca derin bir "Ohh" çekti. Farlarını açınca kafasını çevirip bahçeye baktı. Bahçe ışıklarını sönmüştü. Hoşuna gitti, sonunda o meş'um kayınvalidesine tasarruf etmeyi öğretmişti.
Doğan Cephane sokağa vardığında vakit gece yarısına yaklaşıyordu. İkinci katın ışığı yanıyordu. Dikkatle bakınca o görmeye alıştığı ışıklar yine dalgalanıyorlardı. Yükselip alçalan mor, mavi ışıklar sımsıkı kapalı perdelere salonda yanan ışığa rağmen yansıyorlardı. Eve, on beş gün kadar önce girdiği yöntemle girmeyi düşündü, vazgeçti. Geçen sefer yakalandığında hırsız muamelesi görmemişti ama bu defa görebilirdi. Arabasından inip zili çalıncaya kadar devam eden ışıklar kesilmişti. Salonun sokağa bakan penceresi açıldı. Genç kızın yüzünü dolunayın ışığında görünce bir kere daha aşık olmuştu. Balkonda durup kendisine gülümseyen Yüksel değildi. Necla'nın kendisiydi, neredeyse
“Kapıyı açar mısın Necla" diyecekti ki kendini toparladı. Kapıda, görmeyeli çok az bir süre geçtiği halde genç kızı özlediğini anlamıştı. Yine iş ile aşkı birbirine karıştırmaya başladığını düşündü. Hasretle öpüştüler. Bir kaç saat önce boynuna sarılan kız şimdi kendisini çılgınlar gibi öpüyordu. İşletme de duyduğu cümlenin aynısını duymuştu tekrar.
“Seni çok merak ettim sevgilim" demişti. Bu kız onun için endişeleniyordu. Yoksa kendisinin bilmediği bir şeyler mi? olacaktı.
“Benim için endişelenmeni gerektirecek bir durum mu var?" dedi. Genç kızın yüzündeki kas oynamalarından hiç birini kaçırmak istemiyormuş gibi bakıyordu yüzüne.
“Yo" dedi sesine ilgisiz bir ton vermeye çalışarak. "Öylesine söyledim" dedi. Bir yalanı gizlemek istermiş yada onun bir şey söylemesine fırsat vermemiş olmak için Doğanın dudaklarına tekrar yapışmıştı. Dakikalar geçmişti ama ikisi hala ayaktaydılar. Salona geçmek akıllarına neden sonra gelmişti. Salondaki üçlü koltuğa yan yana oturdular. Doğan başıyla salonun karşı duvarında duran müzik setini gösterdi.
“Yine o aletle oynuyordun değil mi?" dedi. Yüksel bir anda çaresiz kaldığını hissetti. Doğan, yükselin dudaklarına küçük bir öpücük daha kondurdu. İyi yerden yakalamıştı
“Hadi" dedi gülümseyerek “Bir şey söylememe engel olmak için beni öpmeyecek misin?" Genç kızın yüzü bir anda kızardı.
“Ne demek istiyorsun" demişti ki sokaktan gelen ısrarlı korna sesi kendisini kurtarmıştı.
“Komiser bey geldi" dedi. Israrla çalan korna sesini o zaman fark etmişti. Pencereden birlikte aşağı baktılar. Aşağıda kendi arabasının yanında bir Land Rover vardı. Sürücü koltuğunda oturan Komiser Ali kafasını dışarı çıkarmış Doğana sesleniyordu.
-Birlikte bir dağ köyüne gidecektik de" dedi. Genç kız kendisine bir kere daha sarıldı.
“Bu saatte mi? Gitme" dedi. Delikanlıya sımsıkı sarıldı, Doğan, genç kızın göğüslerinin diriliğini hissetti, ürperdi. Düşündüklerinden bir an utandı ama bir şeyden iyice emindi, bu kız kendisini seviyordu. “Gitmemiz gerekiyor" dedi. Genç kızda ısrarlıydı, Doğan’ı, kulağının hemen altından öperken kulağına gitmemesini fısıldıyordu.
“Lütfen bırak gideyim. Beni böyle öpmeye devam edersen her şeyi unutup sonsuza kadar burada kalacağım" dedi. Kendini sımsıkı saran kollar aşağıdan duyulan korna sesiyle çözüldü. Kapıda bir kere daha uyardı genç kız kendisini
“Yalvarırım kendinize dikkat edin, gördüklerinize aldanmayın. Sakın korkmayın gördüklerinizden, korkunuz ve hırsınız O’nu besler" dedi. Doğan’ın aklı dışarıda kendisini bekleyen araçtaydı. Gecikmenin nedenini nasıl açıklayacağını düşünüyordu, genç kızın söylediklerini anlamamıştı.
“Köyde kalan bir polis memurunu var, onu alıp geleceğiz" dedi. Ve genç kızın kendisini bir kere daha öpmesine fırsat bırakmadan dışarı çıktı. Birden dönüp genç kıza
“Bu arada unuttuğumu sanma, sen bana hala o oyuncağın ne olduğunu söylemedin" dedi. Böyle ani soruların kişiyi şaşırtıp yalan söylemesine zaman bırakmadan kafasının içindekileri söyleyeceğini biliyordu. Yüksel hiç bir duraksama göstermeden sorusunu yanıtlamıştı.
“Sana söz veriyorum geri gelince her şeyi anlatacağım" dedi. Land Rover gerisini geriye sokağa sağlı sollu park etmiş araçların arasından çıkarken Doğanın gözü ikinci katın balkonundaydı.
Evin sahibesi kadın ayrıldıktan onbeş dakika sonra dış kapının sesi ancak duyuldu. O dakikaya kadar köy odasının incelenmemiş kenarı köşesi kalmamıştı delikanlı tarafından. İçeriye zayıf, kuru bir beden girdi. Hasan Tırpan, adamın şahsında tanıdığı tüm Muradiye köylülerini aklına getirdi. Yoksul bir köydü Muradiye, daha önce görev yaptığı Bitlis'in köylerinde farklı değildi. Yoksul bir köyden de şişman, tok bedenler beklemek gereksizdi. Arada tek tük varsa bile onlar sağlıklı şişmanlık değildi. Hamur işi yemeklerinin ağır bastığı bir mutfağın eserleri olmalıydılar. Adam, kasketi elinde içeri girdi. Haline bakılırsa Öğretmenim diye gelen konuğun polis olduğunu oda öğrenmişti.
“Gel hemşerim" diye içeri çağırdı. Adamın yardımına gerçekten ihtiyacı vardı. Bir dakikalık işi ve gücü ile ilgili yumuşama konuşmasından sonra konuya girdi. “Esin senin kızın değil mi?" deyince "Hatice Esin" diye düzeltti köylü. "Esin ebe hanımın taktığı bir isim" dedi.
“Kızının ne zaman doğduğunu hatırlıyon mu?" soru bu defa muhtardan gelmişti. Adam süklüm püklüm yanıt verdi.
“Ne bileyim a muhtar. O soruları benim Köroğluna sor sen" dedi. O dakika kapı aralandı İçerde oturan köylüden az toplu bir kadın içeri girdi, şalvarının arkasına saklanmaya çalışan bir çocukla birlikte. Genç memur bir an gördü küçük bedeni. Kadın içeri girer girmez Polis memuruna fırsat bırakmadan sorusunu sordu
“A polis ağabey" sesinde titreme vardı. “Ta şeherler den gelip benim kızımı soruyon. Ne'tçen benim kızın doğumunu sen" dedi. "Eee Hasan Tırpan yanıtla bakalım" dedi kendi kendine genç polis. Durumu açıklamalıydı ama nasıl...
Doğan ana caddeye çıktıklarında ancak şimdiki zamana dönmüştü. O zaman aracı kullananın bir başkası olduğunu anlamıştı. Hızla sokak lambalarının altından geçerlerken üçüncü kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Allahtan komiseri kendisini fazla üzmedi.
“Teğmen Murat Aslantepe" dediğinde tanımıştı kendilerini ve Amerikalı dostlarını kalabalığın elinden kurtaran adamı. "Arkadaş kusura bakma" dedi.” Daha bir önce ki iyiliğinin teşekkürünü anca edebiliyorum." Sesinde gizli bir utangaçlık var gibiydi. Teğmen bir an başını çevirip arkada oturan Doğana gülümsedi.
“Öyküyü Komiserim bana anlattı. Size hak veriyorum" dedi. Komiser araya girdi.
“Kaymakama çıktım. Olayı fazla büyülttüğümüzü söyledi bir araç vermedi. Benim külüstürde Memur Hasan 'da Son çare Alay komutanına çıktım. Sağ olsun kendisi en iyi sürücülerinden biriyle birlikte yepyeni bir araç verdi" dedi. Bir yandan da yanında oturan Teğmeni gösteriyordu gülümseyerek
Hasan Tırpan bu konuyu annelere kadar düşüremezdi. Kadına sert bir yanıt vermeye hazırlanıyordu ki kadının kocası Hasan Tırpan gerek bırakmadı.
“Sizlerin aklı ermez. Önemli bir şey olmasa koskoca devlet memurunu buralara kadar gönderir mi?" dedi. Genç polis içinden bir "ohh" çekti. Kadın, az önceki çıkışından dolayı utanmıştı.
“Şey... "dedi yutkunarak. "Hatice bende iken kız kardeşimlere gitmiştik. Sancım tuttuydu da, hastaneye zor yetiştirmişlerdi" diyebildi. Hasan gene sordu.
“Ne zaman." Kadın eni konu terlemeye başlamıştı.
“Galiba bu günlerdi. Ağaçların çiçeklerini açma vakti olmalı" dedi. Muhtar durumu ele almıştı.
“Tamam tamam" dedi. Kadın dışarı çıktı, eteklerine yapışan çocukta. O kadar istediği halde Hasan Tırpan çocuğu görememişti.
Kadın dışarı çıkar çıkmaz konuşmalar duyuldu. Sanki sınavdan çıkmış öğrenci arkadaşlarıyla sorular hakkında konuşuyor, tartışıyordu. Arada küçük bir çocuğun sesi de duyuluyordu. Polis memuru artık tanıdığı dış kapının sesini duydu önce. Ardından bulundukları odanın kapısı açıldı. Ev sahibesi kapıda göründü.
“Muhtar gelsene biraz." Karısının çağırma tarzı muhtarın hoşuna gitmese de az önce gelenin kim olduğunu merak ediyor olmalıydı ki hanımı daha kapıda kaybolur kaybolmaz genç adama “Müsaadenizle" deyip çıktı. Polis memuru Hasan, odada yalnız kalınca dışarıdan gelen hayvan seslerinin farkına vardı. Bir düğmeye basılmış gibi köyün bütün hayvanları bağrışmaya başlamışlardı. Bir an deprem olduğunu düşündü ama odanın ortasında çatıdan sallanan yüz mumluk sarı ampul kıpırdamıyordu bile.
Onbeş dakikadan fazla olmuştu Polis memuru odada yalnız kalalı. Dışarıdan gelen hayvan sesleri azalmıştı. Önce kümes hayvanlarının sesleri azalmıştı sonra koyunların melemeleri ve ineklerin "Mooo" sesleri. Yalnızca köpeklerin havlamaları sürüyordu. Birde uzaklardan geldiği anlaşılan ulumalar vardı. Genç adam saatine bir kere daha baktı. "Köye ya kurt yada tilki falan gelmiştir" diye düşünüyordu. Yine de içindeki merak öğrenmedikten sonra dinmeyecekti. Yerinden yavaşça doğruldu. Ne kadar özenli adım atmaya kalksa da oda zemininin ahşap tabanı kendini ele veriyordu. Kapıyı açtığında evin hanımı karşısındaydı.
“Ayakyoluna gidecektim de" dedi. Muhtardan daha yaşlı gözüken kadının zayıf yüzünde bir gülümseme belirmişti. Bu gülümseme çok sürmedi. Yine aynı ciddi yüz ifadesiyle dış kapıyı gösterdi.
“Bahçede." Hasan bahçeye çıkar çıkmaz tuvalete ne kadar ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Saatlerdir çıkmıyordu. Kapının önünde çevresine bakındı, bahçe aydınlıktı. Kafasını kaldırıp bakınca dolunayın bir an bulutların arasından çıktığını gördü. Cebindeki telefonu çıkardı. Bir defa daha aramayı düşünüyordu merkezi. Maalesef yanıt gene olumsuzdu. Elinde tutup kulağına dayadığı aletin bir cep telefonu olduğunu belirtecek küçük bir işaret bile yoktu.
Etrafına bakınınca bahçenin bir ucundaki barakayı fark etti. Hızlı adımlarla tuvalet olduğunu zannettiği barakaya yürümeye başladı. Az önce duyduğu ulumaları ve havlamaları daha yakından duyunca ister istemez ürperdi. Bir an önce işini görüp odaya dönmeyi düşünüyordu.
Altlarındaki araç yeniydi ve askeriyenin diğer araçlarına göre bir hayli konforluydu. Yine de asfalttan Şoseye geçtiklerini üçü de anlamıştı. Az önce geçtikleri levhada "Kullar" yazıyordu. Komiser aracı kullanan Teğmene sordu.
“Daha çok var mı?" Teğmen kısa bir süre yanında oturan Rüzgar Ali'ye bakıp gülümsedi. “Çoğu gitti, azı kaldı" dedi. Yolun sol tarafında bir kilometre kadar ilerilerinde bir grup ışık daha vardı. Murat Teğmen eliyle ileri ve yukarıdaki ışıkları gösterip
“Orası Palaköy. Sonra tırmandığımız eğim iyice artacak. Kasaplar ve Muradiye, son durak." Doğan başını cama yasladı, yukarıları görmeye çalıştı. Başparmak dağı bir duvar gibi yükseliyordu. Karanlık kayalar, kayaların arasında kara gölgeler gibi serpiştirilmiş ağaçlar çalılar görünüyordu zaman zaman bulutların arasından çıkan mehtabın ışığında.
Otomobil kordon boyunda gezer gibi ağır ağır yol alıyordu. Sitenin içinden çıkasıya kadar aracının bütün ışıklarını yakmıştı. Koca sitede kendisinde başka çalışan araç gürültüsü duyulmuyordu. Siteden ana yola çıktı, biraz daha rahatlamıştı. Son başına gelen olaylardan sonra Lütfü Yurttaş tenha yerlerden iyice tedirgin oluyordu. Ana yolda gelip giden sayısız araç vardı, her zaman kızıp söylendiği trafiğin yoğunluğu hoşuna gitmişti.
Bir kaç saniye içerisinde kendine güvenini tekrar kazandı. Altında bilmem kaç yüz beygirlik motoru olan araba vardı. Üçüncü, dördüncü, beşinci vites derken İlçenin içinden geçen çayın üzerine kurulmuş ilk köprüye gelmişti. Artık iyice rahattı, çünkü sağda solda dolaşan insanlar vardı. Daha da iyisi iki dakika sonra gazetesinin yazıhanesine varacaktı. Oğlu, küçük ortak Kamil ve bekledikleri konuk orada olacaktı. "Saygıda kusur etmeseler adamı gerektiği gibi ağırlasalar bari" diye düşündü. Eli arabasının konsoluna gitti. Parmağı teybin düğmesine basar basmaz ekolazerin renkli ışıkları yanıp sönmeye başladı. Arabanın içinde davul zurna eşliğinde çalan bir zeybek türküsü duyulmaya başladı.
Ayşe öğretmen duyduklarına inanamıyordu. Konukları kendini öğretmen olarak tanıtmıştı. Üstelik zeki öğrencileri için bu dağ başına gelen idealist adamı sevimli bulmuştu. Gözleri ister istemez parmaklarına kaymıştı, her iki elinin parmaklarının boş olması hoşuna gitmişti. Bir yakınlık en azından bir ilgi gördüğünü düşünürken Muhtarın hanımı, konuklarının öğretmen değil de bir polis memuru olduğunu söylemişti. Haydi bunu da kabul edebilirdi. Ama deminden beri duyduklarına nasıl inanacağını bilemiyordu.
Beğendiği, "tam aradığım erkek" dediği memur kaybolan çocuklardan, sapıklardan, İlçede dolaşan hayaletlerden, cadılardan söz ediyordu. Evet, bunları daha öncede duymuştu ama bu köyde duymuştu. Bu cahil ve çabucak etkilenen insanlar arasında duymuştu. Bütün bunları özellikle Küçük Esinin son kurban olarak seçilmesini aklı almıyordu. O bu düşüncelere dalmadan önce genç memur
“Lütfen beni dinleyin ve o minik yavruyu yanınıza alın, birlikte güvenli bir yere gidin" demişti. "Güvenli bir yer" Dağ başındaki köyde güvenli bir yer.
Onlar böyle konuşurlarken içeri köyün muhtarı ve Esinin babası girdi. Muhtarın “Siz isterseniz hanımların yanına gidin. Esin orada uyuyor" demesi genç öğretmenin zoruna gitmişti. Kendisini odadan atıyorlardı. İstese de istemese de dışarı çıktı. Hoca hanımın dışarı çıkmasıyla muhtar polis memurunun bir şey sormasına gerek kalmadan anlatmaya başladı.
“Dışarıda komşunun köpeği kaybolmuş" dedi. Memur Hasanın yüzünde her hangi bir duygu ifadesi yoktu. Yalnızca Muhtar Alinin anlattıklarını dinliyordu. "Güzel bir köpekti. Güçlüydü, iri yarıydı. Az önceki bağrışmalar o nedenleydi." Muhtar Polisten yardım bekliyor gibiydi. Konuyu biraz daha açma gereği duymuş olmalıydı ki gerilere gitti.
“Geçen eylül ayından beri neredeyse her ay bir köpeğimiz ölüyor, öldürülüyor. Kimin neden yaptığını bilmiyoruz ama sabah olunca hayvanın yanmış etlerini kemiklerini buluyoruz. O gece ve ertesi gün araştırıyoruz ama ne bir işaret ne de bir iz, hiç bir şey bulamıyoruz. Olayın geçtiği gece bütün hayvanlar senin az önce duyduğun gibi bağrışıyorlar. Uzaklardan baykuş sesleri, çakal, kurt ulumaları geliyor. Sonuç olarak bizler hiç bir şey yapamıyoruz." dedi. Sözleri bitince doğruldu; Şimdi de o işi yapanı aramaya gidiyoruz." deyince Hasan yerinden kalktı.
“İzin varsa ben de geleyim dedi. Muhtar hiç itiraz etmedi. Yalnızca "Siz bilirsiniz" demekle yetindi. Kapının önüne çıktığında omuzlarında çifteler asılı beş altı kişi gördü. Hazırlıklar tamammış sadece köyde bir polisin olduğundan tedirginlermiş havası vardı. Onlar bahçede ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını konuşurlarken kapıda Öğretmen hanım belirdi. Polis memuruna
“Hasan Bey, siz gerçekten delirmiş olmalısınız, hangi mantıkla bu adamlara uyuyorsunuz" dedi. Hasan, öğretmene yaklaştı, heyecanla alıp verdiği soluğu duyacak kadar yakınındaydı.
“Her şeyin mantıklı bir açıklaması olduğuna inanıyorum ve ben şimdi bu açıklamayı öğrenmeye gidiyorum." Genç kızın yüzüne gülümsedi. Bu adamların bir çılgınlık yapmasını önleyecek biri gerekir değil mi?" dedi. Gözlüklerin üzerine oturduğu o kibar burnu öpmemek için kendini zor tuttu. Camların altındaki göz bebeklerinde kendisi için duyulan bir endişe okumuştu. O an dönünce bu kıza "evlenme teklif etmeye" karar vermişti.
Erkekler dışarı çıkınca muhtarın evi kadınların toplandığı bir karargah gibi olmuştu. Ayşe öğretmen odaya girdi, köşede yatan Esin’in yanına oturdu. Küçük kızın yüzüne dökülen saçlarını eliyle kulağının arkasına topladı. Çocuğun, hafif yuvarlak, sevimli bir yüzü vardı. Onun r’leri söyleyemediği konuşmasını anımsadı. Gerçek olabilir miydi? Nasıl olurdu da bu yaşlarda beş kız çocuğu kaybolurdu. Kim ne isteyebilirdi bu küçücük bedenden. Duyduğu ses Onu daldığı düşüncelerden çıkardı.
“Ne düşünüyon hocaanım" sesin geldiği yöne bakınca kendi akranı sayılabilecek kadını gördü.
"Öylesine Emine" dedi. Başkaları konuk üzerinde düşündüğünü zannetmiş olmalıydılar ki konuyu deşelemek için,
“Eee Hocaanımın evlenme çağı geldi de geçiyor"
"Eh poliste yakışıklı adam Allah için." Genç öğretmenin yüzü kızardı. Çevresi ikisini birbirlerine yakıştırıyordu anlaşılan.
Ay tekrar bulutların arkasına girmişti. Beş altı kişilik gurup köyün taşlı yollarında ilerliyordu. Muhtar, yanında yürüdüğü Polis memuruna dönerek.
“Hasan bey oğlum sana bir hikaye anlatsam dinler misin dedi. Kalabalık gürültülü bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Bazen bir yada iki kişi guruptan ayrılıyor bir ağacın altına yada bir duvarın arkasına bakıp geliyordu. Ama muhtardan başka konuşan yoktu. Hasan Tırpan, bir gece önceki monoton yaşantısını düşündü. Kendisini uzun süre idare edecek heyecan duygusu yaşıyordu şimdi. Yaşadığı her anı belleğine kazımak düşüncesindeydi.
“Dinliyorum" dedi neden sonra.
“Bu köyde İstiklal Harbinden önce Rumlar yaşarmış. Lozan anlaşması ile Yunanistan’a göçtükten sonra buraları Hükümet bizlere vermiş. Ben dedemden duymuştum, O’da köyde yaşayan Rumlardan duymuş. Uzun çok uzun yıllar önce buralarda bir keşiş yaşamış. Gökten düşen kutsal bir kalkandan söz edermiş. O keşişe göre kalkanın sahibi bir gün uykusundan uyanacak kötülüklerin İlahesi ile birleşecekmiş. Bu nedenle köyün eski sahipleri her sene mart ayında bir Domuz yada bir köpek kurban ederlermiş bu İlahe’ye. Üstelikte yakarlarmış bu kurbanı daha sonra. Bütün bunları giden Rum köylülerinden biri dedemlere söylemişmiş. 'Her sene martın yirmi birinde kurbanınızı verin' demiş. Ama bizimkiler böyle kafir işi şeylere pabuç bırakmamışlar tabii."
Polis memuru tüm dikkatini vermiş Muhtarı dinliyordu. Neden sonra gurubun çok gerisinde kaldıklarını anladılar. Hasan Tırpan’ın kafası iyice karışmıştı. Çocukça bir düşünce olduğunu bildiği halde birden bunların bir rüya, bir karabasan olabileceği aklına geldi. Hayır, bu serin gece, bu sesler, bu ulumalar rüya olamazdı. Birden önlerinde yürüyen guruptan bağırışlar gelmeye başladı "İşte gerçek" diye düşündü.
Bağrışmalarla birlikte havadaki yanık kokusunu da fark etmişti. Kötü hatta iğrenç bir kokuydu. Kalabalığın toplaştığı eski ev kalıntısına yaklaştıkça koku yoğunlaştı. Muhtar Ali kendi kendine konuşur gibi
“Vay iblisin dölü, ne zaman geldi de ne zaman yaktı" dedi. Duvarın hemen arkasında toprak tepsi içinde etler, kemikler, post kalıntıları vardı. Kalabalıktan biri elindeki sopa ile yanıkları karıştırıyordu. Muhtar acı bir şekilde gülümseyerek polis memurunun kulağına eğildi.
“Kendi köpeği olup olmadığını anlamaya çalışıyor" dedi. Polis havayı kokladı.
“Böyle bir hayvan kendiliğinden yanmaz değil mi? Hava da benzin, tiner kokusu da yok" dedi. Muhtar tam yanıt vermeye hazırlanıyordu ki geldikleri yönden acı bir çığlık sesi duydular. Daha ne olduğunu anlamamışlardı ki ikinci ve daha güçlü çığlık duyuldu. Peşinden bağırışlar çığırışlar geliyordu
Şaşkınlığı üzerinden atıp geldikleri yöne doğru ilk koşmaya başlayan Hasan Tırpan olmuştu. Nede olsa resmi görevliydi o. İlk çığlık daha çok kahkahayı andırıyordu. Polisin aklına küçük Esin gelmişti. İkincisi ise öğretmen hanımdan gelmiş olmalıydı. Polis memuru elini koltuk altına attı, silahını çıkardı. Nefes nefese kalmıştı ama koşması gerektiğini biliyordu. Bir ara arkasına baktı, köyün gençlerinden bir ikisi hemen arkasındaydılar.
Muhtarın evinin bahçe kapısına geldiğinde biraz durdu. Ardındaki gençlerde durmuştu. Duvarın dibine sindiler, içeriden ağlamalar geliyordu. Arkasındakilerden duyduğu soluk alış verişini kesmelerini işaret etti. Çevrede köpek ulumalarından başka bir ses yoktu, birde içeriden gelen boğuk ağlama sesleri. Dış kapıyı açıp içeri girdiğinde kadınları mutfağın köşesinde büzülmüş buldular. Görevi aklına geldi. Kadınlara
“Esin nerede" dedi. Yüzüne korku ile bakmaya devam ettiklerini görünce anlamadıklarını düşündü. "Küçük kız, Hatice Esin nerede" dedi. Muhtarın hanımı kadınların birbirine sarılıp oluşturduğu yumaktan ayrıldı. İlk şoku atlatmış olmalıydı. İç odanın kapısını açtı, Ayşe öğretmen çocuğun üzerine kapanmış öylece duruyordu. Hasan Tırpan’ı görünce çocuğu kucakladığı gibi kapı ağzında dikilen adama koştu. Hem sarılıyor hem ağlıyordu.
“Öyle iğrenç bir yüzü vardı ki" diye sayıklıyordu. "Kanlı dişleri ile bize bakıp gülüyordu." dedi. Dışarıdan taa aşağıda köyün altında duydukları tiz sesli kahkaha bir kez daha duyuldu. Dışarıda aniden patlamış fırtına vardı. Odanın dağ yamacına bakan küçük penceresi şiddetle açıldı. Ayşe öğretmenin sayıkladığı yüz karşılarındaydı. Ağzı kapkara bir kuyu gibi açılmıştı, kan içindeki dişlerinin tamamını gösterecek bir şekilde gülüyordu. Bir gölge bir hayalet gibi içeri süzülmeye hazırlanıyorken bir silah patladı. Kendilerine yetişmiş olan guruptan biri çiftesini ateşlemişti.
Penceredeki gölge bir an şaşırdı. Hasan Tırpan çiftenin peşinden elindeki tabancayı ateşledi, ama pencerede kimse yoktu. Evin arkasında o uğursuz kahkaha duyuluyordu. Polis memuru kendisine sarılan iki bedeni içeride donmuş gibi duran Muhtarın karısına verdi. Ok gibi dışarı fırladı, az önce silahını ateşleyen köylüde peşindeydi.
Evin arkasına dolandıklarında kaçan bir gölge görmüşlerdi sadece. Gölge bir saniye durmuş peşinden kovalayanların yaklaşmasını beklemişti.
“HEKATE"yi öldüremezsiniz" dedikten sonra Başparmak dağlarına doğru koşmaya başlamıştı. Attığı kahkahalar dağlarda karanlık kayalıklarda yankılanıyordu. Hasan, gölgenin ardından koşmaya devam ediyordu. Birden önünde koşup duran gölge kaybolmuştu. Genç adam durdu, çevresine bakındı. Az önce uluyan kurtlar öten baykuşlar da duyulmaz olmuştu. İleride ağacın dibinde ağlayan biri vardı yalnızca. Genç adam afallamıştı, usulcacık yanına yaklaştı. Bulutların arasında çıkan dolunayın ışığında gölgeyi tanıdı.
“Anam.. .Anacığım" Gölge adamın çok iyi tanıdığı bir sesle yanıt verdi
“Gel benim minik kuzum. Gel benim kınalı kuzum" dedi. Polis memuru büyülenmiş gibi gölgeye yaklaşıyordu. Hemen karşısında durunca dökülmüş, kelleşmiş kafa derisini gördü. Yüzünün etleri çürümeye başlamıştı.
“Anne ne yaptılar sana" dedi. Ses daha içten daha sevecen bir havaya bürünerek
“Gel benim kuzucuğum annen seni kucaklasın" dedi. Tabancayı tutan eli düştü, bir adım attı. Ardından bir adım daha attı ve bir adım daha. Birden arkasında duyduğu sesle irkildi kendine geldi.
“Hasan kendine gel, O senin annen değil. Senin annen bir yıl önce öldü" Delikanlı o an geri döndü. Yirmi metre kadar gerisinde komiseri kendisine sesleniyordu. Komiserini tanımıştı ama ona
“Yalan söylüyorsun O benim annem" diye bağırdı. Yüzünü tekrar annesine çevirdi. Yaşlı kadının gülümsemesi dudaklarında dondu. Önce o dudaklar sonra yüzünün diğer etleri çürüdü. Yüzünün iskeleti kaldı. İskeletin dişleri bir an kıpkırmızı kanla doldu, bir yılan ıslığı duyuldu. Islığın peşinden iğrenç kahkaha geldi.
“Ölülerin Tanrıçası Hekate, istediğine tekrar can verir ve istediğini tekrar öldürür” dedi. Yerinden doğruldu, aptal gibi karşısında hareketsiz bir şekilde duran adama doğru yürümeye başladı. Komiser Rüzgar Ali ve yanındakiler genç memuru uyandırabilmek için olanca güçleriyle bağırıyorlardı. Birden Doğan ileri çıktı. Yaratık neredeyse kucaklamak üzereyken genç polisi çekti aldı.
Gölge, avını kaçıran vahşi hayvan gibi bir çığlık daha attı, gözleri ateş gibi yanıyordu. Doğan, hızla polis memurunun yanına koşarken önce yavaşlamış sonrada olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Hekate bu kere Polis memurunu kurtarmak için atılan Doğan’ı etkisi altına almıştı. Ne komiser ne teğmen nede diğerleri bir şey yapamıyorlardı. Hekate, yavaşça kurbanlarına doğru yaklaşıyordu. Köylülerden biri yerden irice bir taş aldı. Karanlığa doğru fırlattı. Taş sanki bir duvara vurmuş gibi bir kaç metre ilerilerinde geri düştü
İşte o an havanın titreştiğini hissettiler. Kurbanlarına doğru yürüyen hayalet veya yaratık her ne ise birden bire donup kalmıştı. Dizleri büküldü, kafasını acı ile sağa sola sallamaya başladı. Gölgenin çığlığını ama bu defa canı yanmış gibi çıkan çığlığını fark eden Komiser İleri atıldı Peşinden de Teğmen. Her ikisi de bir arkadaşı kucakladılar. Gölge ise bir anda kayboldu, ne olduğunu yada nereye gittiğini hiç kimse görememişti.
İlçede vakit gece yarısını geçtiği halde uyumayanlar vardı. Eğer Doğan Denizci, Muradiye köyüne gitmeyip sevdiğinin evinin önünde beklemiş olsaydı o her zaman gördüğü mavi-mor ışıkların daha da çoğaldığını görmüş olacaktı. Eğer vakit gece yarısından sonra olmasaydı çevre sakinleri çalışmayan cep telefonlarından kaybolan televizyon kanallarından şikayet edeceklerdi. Kilometrelerce ötedeki köyde ortalık biraz olsun durulduğu zaman Cephane sokaktaki evin ışıkları sönmüştü. Televizyon kanalları normalleşmiş telefonlar eskisi gibi çalışmaya başlamıştı.
Hasan ve Doğan kendilerine gelmişlerdi. Geçirdikleri şoku çabuk atlatmışlardı. Başında toplanan kalabalıktan biri aşağıyı dönüp gelen yolun bir alt bölümünü göstererek bağırmaya başladı.
“İşte, hayalet orada." Bütün başlar o yana döndü. Az önce geçirdiği şoku atlatan Doğan ve Hasan da. Toprak yoldan aşağı doğru beyaz bir gölge uçuyordu. Sanki dolunay ondan yana davranıyormuş gibi bulutların arkasındaydı. Gölgenin üzerindeki beyaz elbiseler görünüyordu yalnızca. Bu da Ona havada uçuyormuş süsü veriyordu. Gölge bir ağacın arkasında kayboldu. Bir saniye sonra kaybolduğu yerden bir çift far ışığı aydınlattı geceyi. Peşinden de bindiği otomobilin motor gürültüsü geldi. Belli ki hayalet aşağıda köyün altında sakladığı araba ile kaçacaktı.
Murat Teğmen çok atik davrandı. Kilometrelerce araç kullanan kendisi değildi sanki. Bir koşuda köy meydanında bıraktıkları Land Rovere vardı. Önde giden arabanın farının ışıkları daha kaybolmamıştı ki aracın güçlü motor gürültüsü ve ani kalkışından dolayı oluşan patinaj sesleri duyuldu.
Kalabalık mutluydu. Nede olsa aylardır köylerine dadanan adamı kaçırtmışlardı. Az önce fırlayıp giden teğmeni beklemekten başka yapacakları bir şey yoktu. Kalabalık yukarı köye doğru çıkmaya başladı. Sapığa -yada canavara- karşı ilk defa başarı elde etmişlerdi. Sonuç alamasalar da tahminlerinin doğru olduğunu öğrenmişlerdi. Bu adam yahut adamlar kendilerine insanüstü, doğaüstü bir hava veriyorlardı. Komiser topallayarak yürüyen memurunun yanına geldi.
“Bir şeyin yok ya Hasan" dedi. Genç memur halinden memnun gözüküyordu. Az sonra evde öğretmen hanımdan yaptığı kahramanlığı duyunca memurunla bir kere daha gurur duyacaktı.
“Siz de nereden çıktınız amirim" dedi Hasan yeni aklına gelmiş gibi.
"Senden bir ses seda çıkmayınca merak ettik geldik." Bir an durdu. "İyi ki de gelmişiz, yoksa ölmüş annene kavuşacaktın" dedi. Gülmeye başladılar.
“Sahi annen miydi?" Soru Doğandan gelmişti. Hasan Tırpan bir an dalgınlaştı. "Annemdi. Yoksa o hayalet annemin beni kuzum, kınalı kuzum diye sevdiğini nereden bilecek ki..."
Muhtarın evine vardıklarında Küçük Esin'i sağ salim buldular. Yalnızca biraz korkmuştu. Muhtar, hanımına daha içeri girmeden
“Get ocağa bir çay koo" dedi. Köylerde uzun yıllar boyu unutulmayacak bir hikaye yaşamışlardı. Rahmetli dedesinin Rumlardan duyup kendilerine anlattığı hayaleti hep birlikte kaçırtmışlardı. Bu hikayenin göbeğinde de kendi evleri vardı. Esinin annesi, kapıda beliren Hasanın ellerine yapıştı. "Allah senden razı olsun" diyor hıçkırıklarla ağlıyordu. Genç memurun kapıda sendelediğini görünce Ayşe öğretmen koştu koluna girdi. İçeriye yatırdılar. Şimdi olan bitenin gözden geçirileceği zamandı.
Başı hala ağrıyordu, nefes nefese arabaya bindi. Arabası hiç sorun çıkarmadan çalışmıştı. Nasıl olduğunu anlamıyordu ama beynine saplanan yakıcı ağrı yüzünden ilk defa başarılı olamamıştı. Bu dakikadan sonra bu köyde yapabileceği bir şey kalmamıştı. Kaçmaktan, diğer olasılığı denemekten başka çaresi yoktu. Ve acele etmezse bütün uğraştıkları boşuna olacaktı. Bu köyü nereden bilmişlerdi, bu çocuğu nereden tanıyorlardı bilmiyordu ama diğer olasılıkları da biliyor olmalıydılar. Bu nedenle daha rahat hareket edebileceği diğer talihliye gidecekti. Onlar, kaçırdığı çocukları belki birer kurban olduklarını düşünüyor olabilirlerdi ama kendisi onların yüzyıllardır uyuyan bir Tanrıçayı uyandıracak melekler olduğunu biliyordu. O beş minik meleğin yanına altıncısı gelmezse bütün uğraşıları boşuna olacağını da biliyordu. Törenin tamamlanmasıyla kendisinin de Tanrıçasının birinci adamı, eşi belki de Tanrı olacağını biliyordu.
Önce arabasının ibresine baktı, sonra gözü alışkanlıkla aynaya gitti. İşte o zaman peşinden gelen farları gördü. Faniler, inatlaşmaya devam ediyorlardı. Gaz pedalına biraz daha yüklendi ama arkadaki araçta hızlanmış olmalıydı ki aradaki mesafe açılacağına gittikçe kapanıyordu. Birden aklına eski yol geldi, arkadan gelen her kimse eski yolu biliyor olamazdı. Gaz pedalının sonuna kadar yüklendi. Döndüğü ilk virajdan yolun aksi yönüne, sola yöneldi. Yol üzerinde duruş mesafesi kadar gittikten sonra aracını yolun dışına oradaki bir ağacın altına çekti. Motoru ve araçtaki tüm ışıkları kapattı, beklemeye başladı.
Dört yada beş saniye sonra ana yoldan diğer araç hızla geçti. Arkasındaki aracın biraz uzaklaşmasını bekledi. Sonra arabasının motorunu çalıştırdı. Çoktan unutulmuş eski yola çıktı. Hiç bir ışığını açmadan, motora fazla yüklenmeden sessizce yol almaya başlamıştı. Yıllardır kullanılmayan bu toprak yolda yolu iki tarafında örten ağaçlardan dolayı kimse göremezdi. Yolu epey uzamıştı ama İlçeye güvenle varacaktı.
Uzaktan yaklaşan motor sesi kapının önünde sustu. İki dakika sonra Teğmen Murat içerdeydi. “Yakalayamadım namussuzu" dedi öfke dolu sesiyle. Bende son model Land-Rover onda eski Amerikan vardı ama yine de elimden kaçtı dedi. Komiser Rüzgar Ali ve Doğan birlikte sordular
“Siyah Chevrolet mi?" Teğmen şaşırdı. “Nereden biliyorsunuz." dedi. Rüzgar Ali Doğan’a dönerek “İki Amerikalının İzmir'de olduğunu bilmesem Onlar diyeceğim ama..." Doğan güldü. “Yoksa siz hala oralarda mısınız Komiserim" dedi. Aralarındaki söz düellosunu Muhtar böldü
“Tam olarak nerede yitirdiniz bey oğlum" dedi. Teğmen dilinin döndüğü kadar önünde giden aracı nerede kaybettiğini anlattı.
“O, eski yola girmiş olmalı" dedi muhtar. Ovaya yenisi yapılmadan önce yolun yamaçlardan gittiğini ileride Uzun Kavak köyünden sonra ana yola döndüğünü söyledi. Teğmenin gözleri parladı. “O halde elimizden kaçırmış sayılmayız. Hemen gidelim" dedi. Komiser birden tühlendi
“Uğur Tamsun’la Kenan Özgül'ü tamamen unuttuk" dedi. Polis memurunu köyde bıraktılar. Muhtara adamın geri gelmeyeceğini ama yine de ne olur ne olmaz diye delikanlıların uyanık kalıp memurlarına yardım etmeleri gerektiğini söylediler. Rüzgar Ali’nin arabası gene Hasan Tırpan’a kalmıştı. Komiser küçük çocuğun babasını çağırtarak ertesi günü İlçeye gelmesini söyledi. Sonra dönüp babanın yanında Memuru Hasan'a
“Sen, Hoca Hanım, kızın annesi, babası ve küçük kız yarın İlçeye geliyorsunuz" dedi. Kısa bir vedalaşmadan sonra köyden ayrıldılar.
Siyah araba, Başparmak dağının eteklerinde kıvrılarak giden eski yolda bir kere daha durdu. Sürücüsü dışarı çıktı, bulutların arasından çıkan dolunaya döndü. Ayın yüzeyinde yüce Hekate’nin büyüklüğünü görüyordu. Birden yere kapandı, yaptığı davranış bir özür müydü yoksa bir şükür mü? Bunu kendisi de bilmiyordu. Sadece aylardan beri kendini yöneten benliğine sızmış olan varlığa dua ediyordu. O varlık, her kanı akıtılan, yakılan kurbanda biraz daha içine işlemişti. Kaçırıp efendisine teslim ettiği her çocukta, içerisinde büyümüştü, gelişmişti. Şimdi Doğum anı yaklaşıyordu. Yeniden doğum, yeniden var olma. Kimbilir, belki de o varlık bizzat kendisiydi. Şimdi bu gece yaşadığı o başarısızlığı tekrar yaşamamak için yakarıyordu secde ettiği yerde. Tam efendisi için o faninin canını, ruhunu alacak iken beynini kavuran o korkunç acıyı bir daha yaşatmaması için yakarıyordu yüce efendisine.
Dakikalar sonra secdesinden doğruldu. İçinde tekrar o küçük çocukları teslim ettiği anda duyduğu hazzı duyuyordu. Yavaşça arabasına bindi, Bu meditasyon sonucunda kendini yenilenmiş, güçlenmiş hissediyordu. Sonuca ulaşmak için gücüne güç katacak yeni canlara yeni hırslara ihtiyacı vardı.
Lüks otomobil gene yol alıyordu. Lütfü Yurttaş, beklediği konuğuyla görüşmüştü ama istediği şekilde değil. Herifçioğlu öyle havalıydı ki. Gazetelerinin adı ülkenin en saygın Tv kanallarından birinde geçecekti. Hem de öyle üstün körü değil. O programı bizzat oğlu sunsun istemişti ama adam "Benim programımı ancak ben sunarım" demiş başka bir şey dememişti. İstediği ücretin çok altına inmelerine rağmen adamı ikna edememişlerdi. Sonuçta program yayınlanacaktı ama gazetelerinin adı geçmeyecekti. “Senin oğlanı bir star yapacağım demişti ama söylediği gibi olmayacağını biliyordu. Oğlu, yalnızca bir iki yerde gözükecekti, figüran gibi. Düşükte olsa bir kârları vardı bu işten ve büyük gazete olmak için bir basamağı daha tırmanıyorlardı.
Bunları düşünürken sitelerine vardığını anlamamıştı. Evlerinin önüne vardığında evin bütün ışıklarını sönmüş buldu. Yatmışlardı. "Keşke oğlumla birlikte dönseydim" dedi ama oğlu onu en zayıf yerinden vurmuştu.
“Kamil abiyle bandı hazırlayalım" demişti. Bu işin içinde Kamil Aksu’nun oğluna bulduğu son fıstık olduğunu biliyordu ama sesini çıkaramamıştı. Dakikalarca motoru istop etmemişti. Hani duyarda hanımı, kaynanası kalkar diye. Ama boşuna evin dış görünüşünde hiç bir değişiklik olmamıştı, çaresiz motoru kapattı. Farları da söndürünce ortalık zifiri karanlığa büründü, kendine kızdı bahçenin ışıkları gene yanmıyordu.
Yolun öbür ucunda siyah bir gölge gördü. Farlarını bir daha açtı. Uzun huzmelerin aydınlattığı yol boyunca hiç bir varlık yoktu. Farlarını kapattı, yüz metre ileride kocaman bir Chevrolet duruyordu. O an, istemediği karısını ne kadar çok sevdiğini anlamıştı. Şimdi o bütün yaptıklarına karşı sevgi dolu olan kollarda olmak için servetinin yarısını vermeye hazırdı. Diğer yarısını da şu kilometrelerce uzunluktaymış gibi görünen bahçeyi geçmek için verebilirdi. Kararını verdi dışarı çıkmayacaktı.
Kendisi dışarı çıkmayacaktı ama karanlıkta beliren o büyük siyah arabadaki gölge çıktı. Hem de bir ayağı takmaymış gibi sakin adımlarla yürüyerek yaklaşmaya başladı. Lütfü bey, can havliyle bütün kapıları kilitledi. Kontağı çevirdi, son model arabasının marşı basmıyordu. Bir daha denedi, bir daha... Bir daha...O anahtarı çevirdikçe gölge yaklaşıyordu. Taşa vuran metalin sesi beyninin içinde ötüyordu. Birden pencereden bakan o iğrenç yüzü gördü. Kalın otomobil camının ardında ki varlık ağzını açtı. Kanlı dişlerinin arasındaki kızıl et parçası oynadı.
“Hekate, hırsla beslenir" dedi. Adam kalın cama rağmen gölgenin tiksindirici ağız kokusunu duyuyordu. Bunlar gördüğü son yüz, duyduğu son ses, hissettiği son koku oldu. Bu defa kazanan Hekate olmuştu.
İlçeye varır varmaz yaptıkları ilk iş diğer iki polis memurunu kontrol etmek olmuştu. Gerek Başparmak dağından inerken gerek ovaya indiklerinde defalarca aradıkları halde parazit seslerinden başka bir yanıt alamamışlardı. Ancak ilçeyi boydan boya geçen ışıklı ana caddeye vardıklarında telefonları çalışabilmişti. Aynı sokakta daha öncesi kerelerce kullandıkları far ışıkları yöntemiyle ve cep telefonlarıyla yaptıkları görüşmelerde asayişin tamam olduğunu öğrenmişlerdi. Yukarıda Başparmak dağında yaşanan hareketliliğin esamesi bile yoktu.
Rüzgar Ali ve Doğan hükümet Binasına Teğmen ise Land-Roveri bırakmak için Alay Komutanlığına gitti. Daha sonra üçü Emniyet Müdürlüğünün dinlenme odasında istirahata çekildiler. Sabah olmasına az bir süre kalmasına rağmen bir kaç saat dahi olsa uyumalıydılar.