BÖLÜM 6
12 Mayıs 2015 – İstanbul“Sizi bu kadar hüzünlendiren nedir? Bir hatam mı oldu? Eğer öyle bir şey varsa gerçekten özür dilerim.”
“Hayır Selim bey. Sizinle alakalı bir durum değil bu. Yüzleşmekten kaçındığım şeylerle artık yüzleşmem gerektiğini fark ettim.”
“Nasıl yani?”
“O kafede otururken size hayatımın en karanlık gerçeğini söyledim. Evet Selim Bey, Ben bir katilim. İnsanları öldürdüm. Yaşlı bir adamı ve küçük bebekleri..” dedi Melek. Cümlesini tamamlayamamıştı. Gözlerinden yaşlar süzülüyor ve hıçkırıyordu.
“Neler söylüyorsunuz Melek Hanım? Biraz sakin olur musunuz?” dedi Selim ve elini Melek’in eline doğru uzatarak, bir şefkat yoğunluğu ile kavradı. Kendi ellerinin soğuk olduğunu düşünüyordu fakat Melek’in elleri buz gibiydi.
Selimin evindeki tek kanepeye yan yana oturmuşlar fakat aralarındaki o gizemi ve resmiyeti yitirmek istemezmişçesine, ikisi de uç taraflara yerleşmişlerdi. Selim, karşısında hüngür hüngür ağlayan bu kadını sakinleştirmek için ellerini tutmuş ve sonra yavaşça yanına sokulmuştu. Melek, elini tutan bu yakışıklı ve babacan tavırlı adama koşulsuz kalamamış ve başını bu adamın omzuna yaslayıvermişti.
“Hayatımı mahveden bir olay bu. Hiç kimse bilmiyor. Artık dayanamayacağım. Bu suçun bedelini ödemeliyim.”
“Lütfen sakin olun. Ne yaptınız ki kendinizi bu kadar suçluyorsunuz?”
Melek ağır bir şekilde başını yaslamış olduğu omuzdan kaldırdı “Saklambaç oynamayı sever misiniz? Daha doğrusu sever miydiniz?” diye sordu. Hıçkırıkları kesilmiş ve kendini toplamış gibiydi. Selimin elini çok sıkı bir şekilde kavramış olması bu adama güvendiğini anlatır gibiydi.
“Evet. Küçükken çok oynardık ve severdim de.”
“Bende çok severdim. Küçük bir çocukken, her gün akşama kadar oynardık. Hatta akşamları da çıkıp kaldığımız yerden devam ederdik. Bir akşam üstü yine bu şekilde bir oyunun içindeyken, saklanmak için evimizin karşısındaki ahşap evin kapısından içeriye girdim. Bu ev 3 katlı bir evdi ve her katta bir daire vardı. En üstte yaşlı Hüseyin dede, ortanca katta mahallenin bakkalı Erdal amca ve eşi, alt katta Ferit ağabey ve eşi Aysel teyze, zemin katta ise 3 tane öğrenci oturuyordu. O evdeki herkesi tanıyordum ve seviyordum. O gün oraya girdiğim an elektrikler kesildi ve korktum. Beni bulamasınlar diye zemin katında aşağısına, bodruma doğru girmiştim. Merdivenleri bulmaya çalıştım ama çok karanlıktı, bulamadım. Karanlıklardan bir ses duydum. Çok derinlerden geliyordu ve çok acımasız bir sesti bu. Birileri, sanki bir koroymuşçasına “
Hayaletlerin huzurunu bozan da kim!” diye bana seslendi. Ben ağlamaya başladım. O anda elektrikler geldi ve oradan çıktım.”
“Onları gördün mü?” dedi Selim. Melek anlatırken hiç nefes almamış gibiydi. Sesi boğuk çıkmıştı.
“Hayır Selim. Onları görürsen ölürsün. Sadece ölüler, hayaletleri görebilir.” dedi ve gözleri ile Selimin gözlerini buldu. Selim az önceki samimiyet içeren cümleyi hemen kavramıştı ve gereksiz nezaket ifadelerini kullanmayacakları için çok mutluydu. Bunun yanında bu olayın devamında neler olduğunu da merak ediyordu. Bunları düşünmesi, yüzünün garip bir hal almasına neden olmuştu. Sırıtmak ile sırıtmamak arasındaki ince ama bir o kadarda kaba bir görüntüsü vardı.
“Peki ya sonra ne oldu Melek?” dedi. Melek dememesi gerekliydi bu soruda ama dayanamamış ve samimiyetlerini bir kez daha onaylatmak istercesine zaruri olarak çıkarıvermişti ağzından.
Melek bu göndermeyi umursamazmışçasına büyük bir heyecanla ”Bu olaydan birkaç gün sonra, geceleri bu garip sesler kulağımda çınlıyordu artık. Her gece hiç aksatmadan benimle konuşmaya çalışıyorlardı. Onları göremiyordum ama duyabiliyordum.” Melek yine hüzünlendi ve hıçkırmaya başladı.
Selim az önce böyle bir yükümlülüğü yokken, birden bire teselli edici ve sakinleştirici esas adam rolüne bürünen, kendinden emin bir ses tonuyla;
“Babana, annene ya da başka birine bu seslerden bahsettin mi?” diye sordu. Bu garip olayda ki hayaletler hiç ilgisini çekmemiş ve çok normal karşılamış gibiydi.
“Elbette ettim. Babam birkaç gün yanımda yattı. Babam yanımdayken bile o sesleri duyabiliyordum. Babamı uyandırdım ve sesleri duyup duymadığını sordum. Duymadığını söyledi ve doktora götürdü beni. Hayatımın 4 senesini hastane köşelerinde, psikologların sorularına maruz kalarak geçirdim. Onlara her şeyi anlattım ama inanmadılar.” dedi ve sustu. Uzun bir süre belki bir dakika, belki beş dakika, belki de bir ömür, bir boşluğa yöneltti bakışlarını. Dalıp gitmişti o günlere. Sessizliği bozan Selim’in bir sorusu oldu.
“Ya sonra?”
“Sonra mı?”.
Melek az önceki söylediklerini unutmuşçasına şaşırmıştı. Ama artık herşeyi anlatmakta kararlıydı.
“Seslere alışmaya başlamıştım artık. Kafamın içinde dönen o seslere cevaplar vermeye başladım. Adımı sordular, adımı söyledim. Bundan sonra adım ile hitap etmeye başladılar ve beni çağırdılar.” dedi ve yutkundu. Biraz duraksadıktan sonra devam etti. “Beni rahat bırakacaklarını ama önce onların istediği bir şeyi yapmam gerektiğini söylediler. Ne yapacağımı sordum. Sadece bir ateş yakmam gerektiğini söylediler. Niçin diye sordum. Özgür kalmak istediklerini söylediler.” dedi ve tekrar Selim’in gözlerinin içine baktı.
”Ben küçük bir çocuktum sadece. Neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmiyordum.” dedi. Bunları söylerken yüzünün aldığı o hal en duygusuz insanları bile dize getirebilecek derecede masumdu. Biraz duraksadıktan sonra devam etti. ”Kabul ettiğimde, beklememi söylediler. Bir Çarşamba günüydü. Akşam vakti ahşap evin önüne, bir tanker yaklaştı. Orada kaldı. Sonradan öğrendik ki tanker bozulmuş ve akşam olduğu için sahibi orada bırakmak zorunda kalmış. Gece olduğunda, uykumdan uyandırdılar ve pencereyi açıp odamdaki küçük sandalyemi dışarıya çıkarmamı istediler. Dediklerini yaptım. Sonra mutfağa gidip masanın üzerinde duran kibriti almamı söylediler. Dediklerini yaptım. Pencereden dışarıya çıkmamı istediler. Zemin katta oturduğumuz için dışarıdaki sandalyeye basıp dışarıya çıktım. Tankerin yakınına gelmemi söylediler ve tankere yaklaştım. Kibriti yakıp yere atmamı ve odama dönüp penceremi kapatmamı istediler. Dediklerini yaptım. Odama tekrar çıkıp pencereyi kapattım ve sonra..” dedi ve tekrar hıçkırmaya başladı.
Selim bütün olanları anlamıştı. Bir şeyler söylemeliydi, avutmalıydı. “Küçük bir çocukken yaptığın bir şey bu. Üstelik bunu sen yapmadın. Sonuçlarının ne olacağının veya insanların öleceğinin de farkında değildin. Bu sesler ile seni kandırdılar ve sana hükmedip kendi istediklerini yaptırdılar.”
“Yanan insanları izledim. Bebeklerin ..” dedi Melek. Artık hüngür hüngür ağlıyordu. Günlerdir döktüğü gözyaşları, göz pınarlarını tüketmemiş aksine çoğaltmışçasına, boncuk boncuk ağlıyordu. Selime döndü; “Sana da yaptıracaklar.” dedi. Sesi ağlamasından kaynaklanan bir hüzne bulanmıştı.
“Ben onlara ulaşmadan onlar bana ulaşamazlar ki.” dedi Selim. Kabul etmek istemedi bu çıkarımı.
“Yavaş yavaş etkileyecekler seni de.”
“Ne yapmalıyız. Nasıl kurtulmalıyız?” dedi Selim. Böyle boş boş durup bir gerilimin içine sürüklemek istemiyordu şüphesiz. Kendi problemini çözerken, Melek’inde problemini çözmek istiyordu şüphesiz.
“Çok uzun süre araştırdım bunu. Bu olaylar ile ilgilenen birkaç adam var ama yurtdışındalar ve pek de samimi olduklarına inanmıyorum.”
“Gidip konuşmam gerek ve ne istediklerini öğrenmem..”
Melek titreyen bir ses tonuyla; “Bu çok tehlikeli. Seni de öldürebilirler.”
“Seni öldürmemişler, beni de öldürmezler.” dedi. Cesaretinin toplamıştı fakat bu işi nasıl yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu.
Melek gözyaşlarını sildi. “Ben de seninle geleceğim o zaman.” dedi. Selim bu kızın cesaretine hayran kalmış olmalıydı. Bu teklife verdiği cevap olumlu oldu.
----------
16 Mayıs 2015CIA – Avrupa Bürosu – Türkiye Temsilciliği - Ankara“Gerekli araştırmaları yapmaları için iki uzmanı gönderdim efendim.” dedi CIA’ nın Türkiye sorumlusu olan Michael Knight. Konuştuğu kişi ise Amerikan gizli istihbaratının iki numarası olan George Anderson’du.
“Mike, senin kanaatin ne yönde?”
“Bir tahmin yürütmek çok zor efendim. Fakat bu son olayla birlikte sayı 5 oldu. Üstelik bir başkomiser ve genç bir kız aynı anda bir komiserin gözü önünde öldürüldü. Bu olayın tek şahidi olan komiser ise akli dengesini yitirdiği için tanık listesinden silindi. Türkler bu olayı örtbas etmek istiyorlar şüphesiz. Düğümü çözecek tek kişi ise bu komiser.” dedi ve önünde duran Selim Kurnaz adına hazırlanmış dosyanın kapağındaki resme baktı.
“Arkasında hiç iz bırakmayan bu adam çok yetenekli olmalı. Onu, Türklerden önce bulup biz sorgulamalıyız. Hatta bizzat ben sorgulamak istiyorum. Ne tarz bir silah yada bıçak belki de kılıç kullanıyor belli değil. Olay yerinde hiçbir iz yok.”
“Evet efendim. Komiser ile iletişime geçeceğiz fakat basının ilgisinin azalmasını beklemek zorundayız. Sonra ise en iyilerden birkaç ajanı göndererek bu adamı aldıracağız.” dedi Michael Knight.
İyi niyetlerini bildirdikten sonra telefonu kapattılar. Takım elbiseler içerisinde ki bu adam, Amerika’nın Ankara’daki büyükelçiliğinde basit bir memur olarak çalışıyordu. Kravatını düzeltti ve önünde duran gazeteye baktı. Gazetede 4 gün önce işlenen cinayetlerin tek tanığı olan komiser Selim Kurnaz’ın, basının sorduğu sorulara verdiği tek cevap yazıyordu.
“HAYALETLER”
6.Bölümün Sonu