Yaşlı Upirin Başına Gelenler
1
Kadın sıvıyı bardağa doldurdu, iki parmak kadar. Üzerine de su ekledi. Adam üzgün üzgün kadına baktı.
“Az mı kaldı hanım?”
“Bir hafta ancak idare eder. O yüzden sulu içmemiz lazım.”
“Haftaya yine ava çıkarım öyleyse. Kış geldi gerçi. Domuz da kalmadı dağlarda. Ne yapacağım bilmiyorum?”
“Dert etme,” dedi kadın. “elbet bir çaresi bulunur.”
Adam tabakları masaya yerleştirmek için ayağa kalkarken kadın da yavaş yavaş mutfağa yürüdü. İyice yaşlanmıştı. Yaşını kendi de bilmiyordu. Uzun zaman önce bırakmıştı hesaplamayı. Gözleri çökmüş, sırtı bükülmüştü. Titremeden, lafını unutmadan konuştuğu bir an yoktu artık.
Adam kadından da yaşlıydı; ama zihni hala açıktı. Yakın tarihe dair hatıraları zayıf olsa da iki bin sene evvelki olayları, onun için önemli sayılan bazı anları çok net hatırlıyordu. Tanıdığı herkese bunları anlatıyordu. Bu hatıralar köylülerin ilgisini çok çekiyordu ama defalarca anlatılınca tadı kaçıyordu.
Kadın yemeği masanın üzerine koydu. Köy kasabından aldıkları koyun etinin kalan son parçasını pişirmişti. Tabi buna pişirmek denirse. Adam yüzünü buruşturarak söylendi.
“Hanım bu ne yahu? Hiç pişirmemişsin.”
“Ne yapayım, az pişirirsem kanı çekilmez diye düşündüm, aç idare ederiz ama susuzluk çok zor.”
“Haklısın. Otur bakalım. Sabah ola hayrola. Yarın dolaşırım dağları. İzlere bakarım. Olmadı, tavşan falan bulurum. Küçük müçük ama kanı boldur. Bir süre idare ederiz.”
“Muhtar duyarsa?”
“Gider konuşurum, izah ederim durumu. Ben de onu domuzlardan kurtarıyorum. Yeri geliyor ayı bile avlıyorum.”
Adam bıçağıyla kestiği et parçasına çatalı batırıyordu ki kapı gümbürtüyle çalmaya başladı. Kapının ardından muhtarın kızgın ve çaresiz sesi duyuluyordu.
“Tepeş efendi! Aç hele! Aç çabuk!”
Tepeş’in ihtiyar gözleri irileşti, yaşlı kalbi gençliğindeki gibi atmaya başladı. Kadın, kocasına baktı. Korkuyordu. Tepeş kadına bakıp gözlerini yumdu. Bir kaç saniye sonra kalkıp kapıya doğru yürüdü. Dövülen kapı, titriyor, inliyordu.
“Açıyorum, tamam, vurmayın artık!”
Kapıyı açtı. Karşısında ağızlarından kızgın buharlar çıkan yaklaşık on beş adam vardı. Hepsi de sinirli sinirli söyleniyordu. Ne dedikleri anlaşılmıyordu. Ellerindeki tüfekleri, satırları, bıçakları sıkı sıkı tutuyor, sabırsızlıkla muhtara bakıyorlardı. Köylülerden birinin, Ali Nail’in, elinde sallanan gaz lambası diğerlerinin yüzünde bir belirip bir kaybolan gölgeler yaratıyordu. Muhtar başladı söze.
“Tepeş efendi, yeminini unuttun sen galiba, anlaşmayı bozdun, cana kıydın, kim verecek bunun hesabını, o sabinin anasının babasının kim dindirecek gözünün yaşını, duramadın değil mi, duramadın, bizde suç sana güvendik, senin gibi melun bir mahluka yer verdik, ev verdik, yiyecek verdik…”
Tepeş gözlerini irileştirdi, gözlerinin rengi kahverengiden kızıla döndü. Kan gözlerine yürümüştü. Muhtar ürktü ve lafı ağzında dondu kaldı.
“Muhtar, sakin ol. Ne oldu hele sen bir anlat. Nedir bu şamatanın sebebi? Ne olup bittiğini anlatmadan bunca adamı toplayıp neyin derdine buraya geldiniz?”
“Bilmezmiş gibi konuşma Tepeş efendi, yediğin haltı bilmezmiş gibi, hamuruna karışmış laneti bilmezmiş gibi konuşma!”
Tepeş’in eşi lafa karıştı.
“Bunca yıldır sizinle birlikte yaşıyoruz, ne zararımızı gördünüz? Yaratılışımızı bile bile kabul ettiniz bizi köye, ne diye şimdi yüzümüze vuruyorsunuz şimdi? Biz mi istedik bunu, Allah’ın takdirine kim ne diyebilir? Ne oldu, anlat artık muhtar? Neden bu kadar öfkelisiniz?”
Muhtar, kadını severdi. Tepeş’i sevdiği gibi. Bu iki ihtiyarın köy halkına çok faydası olmuştu. Adam daha kolay avlanmayı, iz sürmeyi öğretmişti. Kadın da su bulmayı, hayvan derisinden ayakkabı, elbise yapmayı.
“Ne diyorsun sen İlona hanım? Sen sanki az mı suçlusun!”
“Neymiş suçumuz? Anlat da bilelim!”
Muhtar, içindeki alevi dindirip bu iki ihtiyarın suçsuz olabileceğini geçirdi aklından.
“Bu akşam Fikriye’nin bebesi ormanın ağzındaki kayalıkların dibinde bulundu, kan revan, yüreği deşilmiş, kafası kopmuş!”
İlona bir çığlık attı, Tepeş aldığı nefesi tuttu bir süre. Sonra konuştu. Gözünde bir ışık belirmişti.
“Yüreği mi sökülmüş? Muhtar aklından ne geçti bilmem ama seni akıllı bir adam bilirim, ben yapmış olsam köyün dibinde bunca delil bırakır mıyım?”
Muhtarın aklı yattı yaşlı Tepeş’in söylediklerine. Sakinleşti ama zihninin bir köşesinde hüzünle karışık bir nefret alevi, bu vahşetin suçlusu bulunana kadar dinmeyecekti. Tepeş’in söyledikleri mantıklı olsa da bu onu tümden suçsuz yapmazdı. Tepeş, İlona’nın gözlerine baktı, sırtını muhtara döndü, pardösüsünü askılıktan aldı.
“Muhtar beni hemen bebeğin yanına götür, bakmam lazım, bu işte bir iş var. İlona sen de hazırlan, bir gidip bakalım, tekinsiz bir şey uğramış köye belli ki.”