Bölüm 8:Wilvarin onunla ne yapacağını bilemiyordu. Siyah uzun saçları kirden keçeleşmiş, üstü başı yaralar ile kaplı bir çocuktu karşısındaki. Onu günlerce takip etmiş ve Wilvarin onu her atlatmaya çalıştığında bir şekilde çocuk izini hep yakalayabilmişti. Öyle ki bir defasında yüksek bir uçurumdan düşünmeden atlamıştı orta yaşlı kadın. Kız çocuğunun onu takip etmeyeceğinden emin yürümeye devam etmişti. Ancak dilsiz çocuk tek bir korku ibaresi göstermeden uçurumun eğilimli kısımlarına denk gelmeye çalışarak aşağıya kaymaya başlamıştı. Sonunda bir dala tutunmuş ve gözlerini kapatarak kendini yere bırakmıştı.
Wilvarin onunla ne yapacağını bilmek bir yana çocuğun kendisini neden takip ettiğinden bile emin değildi. “Bak ufaklık, seni kurtarmak zorunda değilim. Beni anlıyor musun? Evet, ise kafanı salla. Tamam şimdi… Sahi, kendi başına da gidemezsin.” Wilvarin çıkmazdaydı. Çocuk ile ilk kez iki gün önce yolu üzerindeki bir kasabada görmüştü. O günden beri yemeden ve uyumadan kız onu takip ediyordu.
Çocuk kararlı gözler ile kafasını salladığında Wilvarin onun ölmesine izin vermenin saçma olacağını düşündü. En yakın yerleşim kesiminde çocuğu birilerine teslim etmeye karar verdi. Kendi ırkından kişiler ile yaşaması onun için en iyisi olacaktı. Ya da en azından o anda kalbinden geçenler bunlardı.
Akşam olduğunda uçurum kenarında çocuğu kurtardığı yerden fazla uzakta olmayan bir kamp yerine kuruldular. Wilvarin yakaladığı tavşanı yüzmüş ve birkaç yenebilir ağaç kökü ile sotelemişti. “Bunlar tuzlu olurlar, uzun zamandır bir şeyler pişirmedim ama açlıktan ölüyor olmalısın. Sana ziyafet gibi geleceğine eminim.” Dedi düşünmeden. Gözlerini kaldırıp kıza baktığında suyu akan ağzı ve az önce en kıymetli hazinelerden birisinin sandığını açmış korsanlara benzer gözleri ile karşılaşınca gülmeden edemedi.
Kız tüm bir tavşanı silip süpürmek üzereydi, Wilvarin aç değildi. Son butun parçaları elinde yağları akarak duruyordu. Kaşlarını çatmış ve yemeğe odaklanmıştı. Kız aniden yerinden kalkarak Wilvarin’in yanına gitti ve iki eli ile yemeği ona vermek üzere tuttu.
“Bana mı vermek istiyorsun?” dedi kadın şaşırarak. Kızın yaptığı her ufak şey onu güldürüyordu. Küçük bir parça aldı ve eliyle karnını doymuş gibi tuttu. İşte ilk kez o zaman gördü insan kızın gülümsemesini. Karnı doyduğu ya da sıcak bir ateş başında onunla konuşan birisi olduğu için değil sadece o güldüğü için gülmüştü ve bu herhangi bir ateşten daha sıcaktı. Öyle ki kuzeyin buz kraliçesinin kalbi bile biraz çözülmüş olabilir.
Ertesi gün yola devam ettiklerinde çocuk üç gün önce nasıl tanıştıklarını hatırladı tekrar. Wilvarin ömründe daha önce hiç öyle inatçı bir insan görmemişti. Basit Güney kasabalarından birisiydi sadece. Okyanus sahilinde kurulmuş balıkçılık ile gelişebilmiş ama yerinde sayıklayan tuz kokulu bir yerdi. Wilvarin güneye kendisi için önemli belli birisini aramak için gelmişti. Aslında halen o kişi ile karşılaşırsa ne yapacağını bilmiyordu. Gerçekten tüm nefretini bırakabilir miydi bir kenara ve onu affedebilir miydi? Kafasında bunlar varken görmüştü kızı ilk.
Ara sokaklardan birindeydi. İnsanların işlerine ne kadar pis görünürlerse görünsünler asla burnunu sokmazdı Wilvarin. ‘Yürümeye devam et’ diye düşünmüştü. Yaşlıca bir adam ara sokakta kızı omuzlarından sıkı sıkıya tutmuş başka üç genç adam ile konuşuyordu. Ara sokağın önünden geçtiği o an içinde her birinin aklından geçen fikri görmek için insanüstü güçlere gerek duymamıştı.
Wilvarin’in midesi bulandı. Ana caddede köşeyi dönmek üzereydi ki bir adamın bağırtısı duyuldu. Wilvarin neden bu kez yürümeye devam edememiş olmasını daha sonra kız ile birlikte tavşan yedikleri o gece tekrar tekrar düşünecekti ama yine de bir cevap bulamayacaktı.
Gençler ile yaşlı adam para konusunda anlaşamamış olmalıydılar. Sonunda oğlanlardan biri cebinden çıkardığı bıçağı ile adama saldırmıştı. Wilvarin ara sokağa vardığında olması gerektiğini düşündüğü sahne buydu. Ancak kızın bıçak tutan oğlanın elini vahşi kediler gibi ısırdığını görünce donup kaldı. Yaşlı adam ardına bile bakmadan koşarak ana caddeye çıktı ve köşeden kayboldu. Diğer iki oğlandan biri kıza bir yumruk attı ve bu Wilvarin’in sabrını taşıran son damla oldu.
Sonunda oğlanların üçü de annelerinin onları tanıyamayacağı bir halde yüzleri mosmor evlerine döndüler ve Wilvarin hızlı adımlar ile kendine kızarak kasabadan ayrıldı. ‘Nasılsa o adam burada değil, yaptığım kötü bir şey değildi ama bunu tekrarlamamalıyım’ diye sıra ile söyleniyordu.
Kız olayın ortadan kaybolmuştu. Ta ki kasaba çıkışındaki ilk tepede Wilvarin onu görene kadar. Kararlı bir biçimde dikilmişti. Kirden beje dönmüş beyaz elbisesinin diz hizası yırtıklar ile doluydu, yüzü kirden kararmıştı ve siyah saçları keçeleşmişti ama gözlerinde öyle bir ışık vardı ki karşınızda dururken ona bakmamak imkânsızdı.
Wilvarin tepede güneş batarken ona yaklaştı ve önünde durup ona şöyle bir baktı. “Neden adamı kurtardın?” dedi soğukça. Kızın bakışları değişti, eli ile boğazını gösterdi ve dudaklarını balık gibi açıp kapattı. Konuşamıyordu. Ancak sonra çok tuhaf bir şey yaptı. Wilvarin’e sıkı sıkıya sarıldı. Kadın oldukça şaşırdı ama ne diyeceğini ve yapacağını bilemedi. En doğrusunun insanların ondan uzak durmalarıydı. Kızı sertçe itti. Neredeyse yere düşüyordu. Gözlerinde tekrar o kararlı ifade oluştu ve inatla tekrar tekrar her ne kadar her defasında Wilvarin onu itmiş, tekmelemiş, tokatlamış olsa bile kadına sarıldı. Kadın sonunda ondan kurtulmak için tüm kuvveti ile koşmak zorunda kaldı. Küçük kız inatçı olabilirdi ama iyi beslenmemişti ve sonuçta sadece bir çocuktu. Wilvarin’i elbette yakalamadı ama hep takip etti.
“İşte geldik” dedi neşe ile kadın. “Hadi sana yeni elbiseler alalım. Sonra bakalım birileri seninle ilgilenmek isteyecek mi?” Son söylediği şey kızın yüzünün asılmasına sebep oldu. Tam bir hafta boyunca birlikte yürüdüler ve sonunda vardıkları bu kasabada halen kadın kızdan kurtulmak istiyordu. “Benimle birlikte olman senin için tehlikeli” dedi tüm bu zaman boyunca ona belki de bunu kendisine de hatırlatma ihtiyacı hissedercesine.
Birlikte kıza oldukça şık bir kıyafet aldılar. Wilvarin onun yüzündeki gülümsemeyi gördükçe kendisi de bir şekilde mutlu oluyordu. Dükkânda bir ayna vardı ve ilk kez o zaman kendi ifadesini gördü uzun zamandır ilk kez. Wilvarin mutluydu ve güzeldi.
Kasabanın büyüklerinin toplandığı bir mekânda çocuğa ailelik yapabilecek birilerinin olup olmadığını soruşturdu. Tüm bu gezinti boyunca kız Wilvarin’in kıyafetinin ucunu küçücük sağ eli ile sımsıkı tuttu hiç bırakmamacasına. Varlıklı bir ailenin evinin önüne geldiklerinde Wilvarin kızın önünde diz çöktü ve doğrudan gözlerinin içine baktı.
Bakışlarının içlerinde çok büyük bir elem vardı ama kız bunların hepsini geriye itmişti. Başka bir şey, anlayamadığı bir ışık hepsinin önündeydi ve kız da bu ışık ile doğrudan Wilvarin’in gözlerinin içine bakıyordu. Gitme der gibiydiler sanki. Wilvarin bir eve bir de kız baktı. “Onlar ile daha mutlu olacaksın ufaklık.” Dedi ve kapıyı çaldı. Kapıyı yaşları geçkin bir kadın ve adam açtı. Wilvarin onlar ile konuştu ve kasaba büyüklerinin onları tavsiye ettiklerinden bahsetti. Evin sakinleri durumu mutlulukla karşıladılar, evlilikleri boyunca hiç çocukları olmamıştı ve zaten bir evlatlık almayı düşünüyorlardı.
Wilvarin kızı onlar ile bıraktı ve zaman kaybetmeden kasabadan ayrıldı. Giderken sanki kendisinden de bir parçayı geride bırakmış gibi hissetti. Daha önce kimseye, hele ki bir insana böylesine bağlanmamıştı. ‘Bağı henüz erkenken kesmek daha salim bir karar’ diye düşündü. Nefesini ondan çalan adamı bulmalıydı.
Bir insana tekrar asla güvenmeyeceğine ant içmişti ama çocuk bir şekilde Wilvarin’in sevgisini kazanabilmişti. Von’dhir adında bir adam âşık olduğu kadının babasının asla kırılmayacak ve alevde erimeyecek buzdan bir kalbi başlık parası yerine istediğini söylemişti. Wilvarin’in yaşadığı dağın eteklerinde o handan bu hana kör kütük sarhoş şekilde gezerken insanlara anlattığı hikaye buydu.
İnsanlar için bir dalga konusu olmuştu ancak Wilvarin hep meraklı bir radohin ola gelmiştir. Adamı bulmuş ve onunla konuşmuştu. Gözlerinde gerçek aşkı gördüğünü sanmıştı ancak artık biliyordu ki gördüğü sadece güce olan açlıktı. Kalpten bir kalıp yerine bir kılıç kalıbı kullanmıştı ve kılıç ile ejderhayı en güçsüz ve hazırlıksız olduğu anda yaralayarak kaçmıştı. ‘Ne safım tüm gücümü o aptal silahı yaratmak için harcadım.’ Diye düşünüp durmuştu güneye olan yolculuğunda. Uykusunda olan bitenleri tekrar anımsadı.
Wilvarin gözlerini açtığında kucağında bir ağırlık hissetti. Güneşin ilk ışıkları ağaç yaprakları arasından sızarken çıplak bir kız çocuğunun başını o uyurken fark ettirmeden kucağına koyup uyuya kalabileceğini kim düşünürdü. Üstü başı ormanda aldığı çizikler ve böcek ısırıkları ile doluydu. “Bu şekilde kasabadan beri koşuyor olmalı zavallı” diye fısıldadı. Kız gözlerini açıp masumca kadına baktı. Kız ağzını açtı ve anlamsız birkaç ses çıkardı sonra da yutkundu. Tekrar ağzını açtığında yavaşça, “Giysiler istemiyorum, seninle olmak istiyorum” dedi. Wilvarin sevinç dolu bir nida attı, “Tamam, öyleyse kalk bakalım yolumuz uzun ve sana yiyecek bir şeyler bulmalıyız”
Wilvarin ayağa kalktığı anda yer sarsıldı ve göğe kızıl alevler yükseldi. Gökte bir yaratık süzülüyordu. Dahası Wilvarin onu tanıyordu. “Jonnarius” diye kükredi Wilvarin. “Bu senin savaşın değil, bırak geçeyim yoksa birimizden ötekinin külleri bu ormana dağılacak” dedi en tehditkâr sesi ile. Küçük kız elleri ile kulaklarını örtmüş ağaç kenarına kafasını dizleri arasına alarak oturmuştu.
Wilvarin görünürde halen bir insandı, eğer gerçek formunu alırsa bu saldırgan bir tutum olurdu. Jonnarius denen radohin’in nefesi Wilvarin’in önündeki tüm ağaçları sildi süpürdü ve yanan toprak metalik ejderha için inebileceği bir alan oluşturdu. Derler ki Jonnarius gelmiş geçmiş en güçlü ve büyük radohindir. Öyle yaşlıdır ki henüz atmosfer dünyayı sarmalamadan önce o çekirdekte yaşarmış. Başka bir zaman olsa Wilvarin oradan tez vakit kaçmanın bir yolunu bulurdu. Çünkü Jonnarius aklını binlerce yıl önce yitirmişti. Sadece soyunun kendi kanından olanlarına kulak verirdi. “Nefesin soğuk kuzeyin yılanı. Küllerimi görmen için bir bu kadar daha yaşaman lazım. Orrendeus’un söylediği şeyin doğru olabileceğine ihtimal bile vermemiştim. Gerçekten şanssızsın. Yoksa tekrar mı kuyruğunu kıstırıp kaçacaksın?” Dedi delicesine.
Wilvarin kız çocuğunu korumak istiyordu. Buz nefesli beyazlardan geriye kalan tek ve son radohindi kendisi. Bu yüzden o ölmedikçe ve külleri toprakta yayılmadıkça yeni beyazlar olamazdı. Sonuçta bir evladı yoktu ama olsaydı, büyük olasılıkla onun için bile bunu yapacağını düşünmüyordu. Metal derili ve alev nefesli Radohin tüm ihtişamı ile insan suretindeki beyazın karşısında meydan okuyordu. Eğer sabrını zorlarsa dönüşmüş ya da dönüşmemiş umursamadan tüm gücü ile saldırırdı. Wilvarin ne yapacağını bilmiyordu. Tekrar çocuğa bir bakış attığında onu ağacın yanında göremedi. İşte o an içine tatlı bir huzur yayıldı. Artık gidebilirdi çünkü çocuk kaçmış ve belki de tüm korkusu ile koşuyordu.
Tekrar Jonnarius’a baktığında ejderhanın gözlerinde alay gördü. Wilvarin anlayamadı, henüz kendisini küçük düşürecek hiçbir şey yapmamıştı oysa. Ejderhanın bakışlarını izledi ve bakışların kendi önünde bir noktada son bulduklarını gördü. Kız Wilvarin’in karşısında kendisini kalkan etmişti.
Wilvarin soğukta yaşardı. Sıcağın ona zararı olması söz konusu değildi, sadece sevmezdi hepsi bu. Buna rağmen üşümek nedir bilmezdi. Ta ki o ana kadar. Omurgasından aşağıya ince bir sızı indi. Kalbi duracak gibi oldu. Kız kollarını T şeklinde açmış aynı kendisine baktığı o gözler ile Jonnarius’a bakıyordu. Radohin histerik şekilde gülmeye başladı. Ağzından dökülen salyalar lav gibi dokunduğu her yeri ateşe veriyordu. Kazanı andıran göğsü hızla inip kalkıyordu. “Daha ne kadar düşebilirsin Wilvarin? Hiçbir zaman pençesini gösterenlerden olmadın ama bu sence de fazla değil mi? Hadi ama bir insan olması yetmiyormuş gibi bir de çocuk.”
Wilvarin utanmamıştı. Korkuyordu. Kendisi için değil çocuk için korkuyordu. Metal ejderhanın er ya da geç gülerken birden bire aksileşip uyarmadan tüm alevini onlara kusacağını biliyordu. İlk saldıran o olmalıydı.
Kızın gözleri kamaştı. Ardındaki güzel kadın ışıklar saçarak bir beyaz canavara dönüştü. Aynı karşısındaki gibiydi ama daha kısa ve küçüktü. Kız onun bacakları arasındaydı. Buna rağmen kız kendisini hiç tehlikede hissetmiyordu. Eski anılardan biri gözünün önüne gelir gibi oluyordu. Annesinin onu korumak için hayatını feda edişi ve o trajik gece aklının en derinlerinden yüzeye tırmanıyordu. Ağlamamalıydı. Beyaz canavar ötekinin boynuna atıldı. Öyle hızlı ve farklıydı ki kız ne kadar vahşi ve korkutucu olursa olsun bunu güzel buldu. Ağlamak istemiyordu. Annesi kendi bedeni ile onu saklarken geçmişte ağlamadan duran kız, eşkıyalar karavanlarını soyarken gıkını bile çıkarmadan saklanan o değil miydi?
Ormanı saran alevler söndüler aniden ve dört bir yandan dev buzdan kazıklar fışkırmaya başladı. Toprağı yararak yüzeye çıkıyorlardı. Jonnarius’un en beklemediği anlarda bacaklarına saplanıyor, kanatlarını deliyor göğsünü ve kuyruğunu çiziyorlardı. Wilvarin acımadan saldırdı. Gözlerinde bir ejderhanın değil bir annenin öfkesi vardı. Metal derili olan neşe ile kükredi, “En korkak, en uzak ve tek başına olan. Benim kanımı hiç olmadığı kadar akıttın. Sana nasıl teşekkür etsem azdır!” Metal çenesi geçmişte yaşanmış sayısız kavga ile yaralar içindeydi ve o anda her yerinden akan kan volkandan dökülen magma gibiydi. Jonnarius gülüyordu, "Sıra bende" dedi.
Sadece tek bir nefes çekti. Yaşlı bir adamın piposundan bir soluk alması gibiydi. Sadece tek bir nefesti belki ama onun her şeyiydi. Deli Jonnarius mutluydu ve mutluluğun karşılığını ödeyecekti. O nefesini çekerken ormanın tüm ağaçları kavganın olduğu odağa doğru eğildiler. Küçük kızın nefesi kesildi ve bir süre için soluyacak hava bulamadı. Tutunduğu kaya bile yerinden sökülmek üzereydi. Küçük hayvanlar ve cisimler nefesini çeken radohine doğru uçuyorlardı. Wilvarin zaman kaybetmeden en yüce surdan bile kudretli buzdan bir duvar çekti önüne. Tam o an zaman durdu sanki.
Tek nefes ile Jonnarius o gün Wilvarin’i katletti. Ardında kalan kasaba da ejderhanın küllerine karıştılar. Okyanusa açılan sahil sular ile doldu. Yerden kalkan toprak kilometrelerce ötede kum fırtınalarına döndü ve önüne ne kattıysa sürükledi. Ancak bu yıkım içinde tüm kül yığının ortasında tutunduğu kaya ile bir küçük kız sağdı.
Metal canavar bir insana dönüştü. Çıplaktı ama ona bakan kimse onu insan olarak görmezdi. Gözlerinde öyle bir kızıl alev vardı ki kadına kimse uzunca bakamazdı. Küçük kız dışında kimse. Kız ağlamıyordu ama gözlerinden boşanmak üzere olan yaşlar zaten sıcaktan çoktan kurumuştu. Kadın ona yanaştı ve tek dizi üzerinde çöküp burnunu onunkine dayadı. Sıcaktı, ama bir insan gibi. “Eğer onu seviyorsan, küllerini ye. Adın nedir insan? Söyle ki ben de kül olana kadar anımsayabileyim.” Dedi usulca. Deliliğinden eser kalmamıştı.
Kız, “Alice. Sen de bana söyle, unutmayacağım.” Dedi öfkeyle. Kadının alnı kırıştı. “Öyle olsun insan. Jonnarius’tur adım. Eğer bir gün halen beni bulmak istersen buralardayım.” Birden yine delicesine gülmeye başladı ve insan bedeninden metal kanatlar çıkartarak havalandı. Öğlen güneşi kafasına düşmeye başlarken Alice Wilvarin’in küllerinin yanına gitti. Yerde soğuk ve sanki serince bir buhar tüttüren belli bir şekle sahip kül yığını oluşmuştu. Alice o şekli hep anımsayacaktı. Küller rüzgâr ile hafifçe savrulduklarında bir insan eli ortaya çıktı. Küçük kız koşarak oraya gitti ve külleri hızla ama nazikçe temizledi. Bu Wilvarin’in insan bedeniydi.
“Elbiselerini atmamalıydın ufaklık. Bak, ben kalıcı değilim.” Güçsüz sesini sanki ona son bir kez seslenmek için toparlamıştı. Alice ufacık elleri ile onun elini tuttu, “Tepede, öyle yalnızdın ki. Seni bırakamadım. Gülümsemiyordun, hissetmiyordun, üzgündün.” Dedi. İşte şimdi gerçekten ağlamak istiyor gibiydi. Wilvarin hayata gözlerini kapatırken, “Demek sarıldığında, avutulan bendim ha. İnsanlar, beni hep kandırıyorsunuz.” Dedi. Elkohlien kızı Wilvarin işte böyle ölmüştür.
Alice, Jonnarius’un söylediği üzere onun küllerinden bir tutam yedi. Ertesi günün arifesinde güneş ufukta ilk huzmesini göstermeden önce saçlarının ve gözlerinin rengini kaybetti. Artık bir insan olduğu kadar bir radohindi.
[*]Yazarın notu: Ben neden böyle binlerce paragraf halinde yazdım bilmiyorum. Bitince "Ya neden böyle bu!?" dedirtti bana. Eğer algı güçlüğü yaratıyorsa bir şekilde bana haber verin lütfen, özel mesaj olur yorum olur vs.[/*]