Birazdan okuyacağınız hikaye en yeni hikayem olmakla beraber bölüm sayısı belli değildir. İyi okumalar. =)
Bölüm 1
Altın Elmas
Ağustosun o sıcak gününde yüzlerce insan hiç sıkılmadan veya şikayet etmeden ellerinde kitaplarıyla kitapçının önündeydiler. Kimse klimanın yetersizliğinden, havanın sıcaklığından veya dükkanın ne kadar küçük olduğundan şikayet etmiyor, hatta hiç konuşmadan sessizce bekliyordu. O gün önemli bir gündü onlar için. Çıktığı günden bu yana – yaklaşık bir ay gibi kısa bir süredir – inanılmaz bir şekilde satan o kitabın yazarıyla karşılaşıp kitaplarını imzalatacak hatta eğer şanslılarsa belki bir fotoğraf bile çekileceklerdi. Uzun bir kuyruk oluşturmuş o kalabalık heyecanlı bir şekilde etrafına bakınıyor bir yandan da sabırsızca ellerimdeki kitabı karıştırıyordu. Kitabın üzerinde büyük bir odada duran makul ölçülerde bir sehpa – çok şıktı ve küçük oymalarına kadar çizilmişti – ve sehpanın üzerinde kocaman bir elmas vardı. Arka planda duran oda çok ihtişamlı bir yerdi, bir saray ya da bir şatoyu getiriyordu akıllara. Elmasın bulunduğu sehpanın gerisindeki duvarda çok büyük, uzun ve boyalı bir cam vardı. Camda simsiyah cüppe giymiş biri resmedilmişti ve gelen gün ışığı tam onun gözlerinden çıkıyor – en azından öyle düşünüyorlardı çünkü yüzü gözükmüyordu – ve elmasa ulaşıyor, onu altın rengine boyuyordu. Onun dışında odaya ışık girmiyordu ama yine de pek karanlık sayılmazdı. Camdaki resmin biraz üzerine de kitabın ismi yazılmıştı (tabii ki altın sarısıyla);
“Altın Elmas”
İçeri yavaşça yaşlı bir adam girdi, tüm kalabalık bir anda gözlerini ona çevirmişti, insanlar yazarı görmeyi ummuşlardı aslında ama karşılarında kitapçının sahibini görünce düş kırıklığına uğradılar. Adam yaşlı elini havaya kaldırdı ve yavaşça, bileğinden aşağı yukarı salladı, bir yandan da konuşuyor insanlara bekledikleri haberi veriyordu;
“Yazarımız birazdan geliyor, eğer daha düzgün sıra olursak sevinirim. Dükkanımda kargaşa istemiyorum”
Adam yine ağır adımlarla içeri girdi ve meşhur kitabın meşhur yazarına;
“Haydi kızım” dedi “Seni bekliyorlar”
Kız ona sıcacık bir gülümsemeyle yanıt verdi ve içeri doğru yürümeye başladı. Yaşlı kitapçıyla aralarındaki bu samimiyet yeni doğan bir şey değildi aslında. Kız yıllardır onun yanında çalışıyordu ve şimdi şu hale bakın, bir yazar olmuştu. Onu bu yaşlı adam büyüttü denebilirdi aslında ki zaten kız içeri giderken de adamın gözleri dolmuştu. Gururla kıza bakıyordu.
Yazar yavaşça içeri girdi ve kalabalık heyecanla fısıldanmaya başladı. Yazar en fazla yirmilerini süren genç bir kadındı. Omuzlarına dökülen dalgalı, kahverengi saçları ışıkla parlıyordu, etrafına dişlerini göstermeden, nazikçe gülüyordu. Uzun, askılı, siyah bir elbise giymişti, teninin beyaz olması bu sebeple biraz dikkat çekiyordu. Heyecanla etrafındaki kalabalığa baktı. Bu kitabı yazarken bu kadar beğenileceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Ona ayrılan yere oturdu ve ilk kişi geldi;
“Ah, merhaba. Ben Elena Sagor, sizinle tanışmak büyük bir şeref” Ufak tefek, hızlı hızlı konuşan bir kızdı. Gözleri pırıl pırıldı ve elleri titriyordu. Bu kadar iyi miydi gerçekten kitabı? Kızın kitabını onun titreyen ellerinden yavaşça aldı. Önce içine ne yazacağını bilemedi, daha sonra kendini klasik cümlelere bıraktı.
“Elena’ya sevgilerle
Loren Summers”
Kız sevinçle bir çığlık attı ve hızla kitabı alıp inanamaz gözlerle imzaya baktı. Loren şaşkınlıkla onu izliyordu ve kızın kitaba sıkı sıkı sarıldığını görünce ister istemez yüzünde bir tebessüm oluştu. Koşa koşa – tabii o kalabalık içinde ne kadar koşabildiyse- dışarı çıktı ve gözden kayboldu. Sonraki iki saat Loren için hemen hemen aynı geçti, pek çok farklı insanla karşılaştı. Kimisi çok heyecanlıydı, kimisi çok mutlu. Bazıları yaşını başını almış olgun insanlarken bazıları daha çocuk denecek yaştaydı. İki saatin sonunda dükkan sahibi hala kapıda bekleyen küçük kalabalığa kötü duyurusunu yaptı;
“Evet millet! Üzgünüm fakat imza günümüz burada bitiyor, bu kızcağız biraz daha imza atarsa ömrünün sonuna kadar yazı yazamayacak. Bu sebeple dağılmanızı istemek durumundayım”
Kalabalıktan mutsuz ve reddeden bir “Aaaa” sesi yükseldi, insanlar belki fikrini değiştirir diye yaşlı kitapçıya baktı ama adam beyazlamış kaşlarını çatmış kafasını sağa sola sallıyor, iki kolunu açmış kalabalığa doğru yürüyordu. İnsanlar, biraz zor da olsa, dışarı kovaladıktan sonra Loren’in yanına gelip oturdu;
“Ne kalabalıktı ama!”
“Sen bir de bunu elime sor”
İkisi de keyifli keyifli güldü, bir süre dinlendirici bir sessizlik olduktan sonra yaşlı adam konuştu;
“Söylesene kızım nedir kitabının sırrı? Nedir bu Altın Elmas?”
Loren sevecen bir kızgınlıkla bağırdı;
“Edward! Üşenmeyip kitabımı okusaydın Altın Elmas’ın ne olduğunu bilirdin. Kitabımın sırrıysa aslında basit ama bunu sana söyleyemem, rakip istemiyorum” neşeli bir kahkaha attı ve kitabını eline alıp karıştırdı;
“İşte! Dinle bakalım;
… ve Adam Altın Elmas’a dokunmak üzereyken, evrenin tüm sırlarını keşfetmeye bir adım kalmışken, o geldi. Elmasın karanlık muhafızı! Elmasın üzerine yayılan güneş ışığı bir anda soldu ve camda resmedilmiş siyah cüppeli muhafız hareket etti. Yavaşça camdaki yerini terk ederek elmasın yanına geldi. Donup kalmış olan Adam ne yapacağını şaşırmış, hareket dahi edemezken muhafız cüppesinden uzun bir kılıç çıkardı…”
Yaşlı adam dikkatle dinleyen gözlerini kısmıştı;
“Ve?!”
“Ve kitabımı oku Edward!” Loren bir kahkaha daha patlattı Edward homurdanarak – ve yaşlı dizlerini tutarak- ayağa kalktı;
“Gözlerim görüyor da sanki! Hem o kadar vaktim bile yok, ne olur özetlesen?”
“Edward!”
“Tamam tamam. Ben en iyisi sana biraz çay ve kurabiye getireyim”
Yaşlı adam küçük adımlarla ilerlerken Loren gülümseyerek ona seslendi;
“Beni kurabiyelerinle kandıramazsın Edward”
Adam yavaşça arka odaya geçerken kitapçının kapısı yavaşça açıldı ve içeri açık kumral saçlı, gözlüklü bir adam girdi. Loren kuşku dolu bakışlarla ayağa kalktı ve henüz içeri girmiş olan adama doğru yürüyerek konuşmaya başladı;
“Merhaba, eğer imza günü için gel—“ ama sözünü tamamlayamadan adam elini havaya kaldırdı ve onu susturdu. Giderek Loren’e yaklaşıyordu, kız korkuyla bir adım geriledi ve adam konuşmaya başladı;
“Hayır ben imzanızla ilgilenmiyorum” insanı etkileyen güzel bir sesi vardı “Benim ilgilendiğim şey bizzat sizsiniz”
Loren bir an ne diyeceğini bilemeden adama şaşkın gözlerle baktı. Onu tanıyıp tanımadığını düşündü (aslında birine benzetiyordu) ama bir cevap bulamadı. Bu yabancı her kimse, sesi ne kadar hoş olursa olsun, hiç de hoş bir başlangıç yapmamıştı.