Kadim... Ne anlatır bu söz bize çocuk düşünsene. Ne anımsarız bu şatafatlı sözcükten. Geçmişin paslı küllerine üflendiğinde ortaya çıkan bir kor tanesi midir? Yoksa geleceğin ateşinin söndüğünde bıraktığı, bir nefes kadar yaşamı olan kül müdür? Birileri hata yaptı ama kimin hatası olduğunun önemi yoktu aslında. Bu savaşı başlatan karşılıklı nefret ve kinin çarpışma isteğiydi. İtaate zorlamaydı, kibrin nefesini hisseden tanrının sınamasıydı, sınanması güç olan yaratığı. Ateş, toprağa o zaman hükmedecekti. Bunu bilenler, kederli ellerini daldırıp kötülüğün kalbine, kötülüğün parçası olmayı tercih ettiler. İnanç sisteminin bariz açıklığında gizliydi bu belki de ve belki de, inanmamanın zorluğunda saklanmıştı bilindikçe bilinmesi zor olan gerçekler. Tapınaklar inşa ettiler insanlar, dualar ettiler. Kime, neye gittiğini bilmeden dillerini kıvırarak, sözlerini savurdular etrafa. Duyulduklarını zannettiler yaşam boyu! Ve yaşamlarının sonuna geldiklerinde kendilerini karşılayan, ateşten kılıçlar taşıyan şeytanlardı meğerse. Savaş böyle başladı aslında; birinin ötekini kandırmasıyla. İşte o zamanların adıydı kadim...
- - -
Kar yağışının bile kirini örtemediği bir zamanda, Barallus'un gökyüzüne meydan okur gibi uzanan sivri kulelerinden birinde, Mistik Oda'da toplanmış olan ihtiyarlar gözleri kapalı, titreyen bedenleriyle güneş ışığına nefretlerini kusmaya hazırlanıyorlardı. Mavi şimşeklerden yontulmuş masanın üzerinde altı tane çocuk, gözleri kapalı halde, yanyana uzatılmışlardı. İhtiyarlar, ellerini, cübbelerinin yenlerine geçirmişler, başlarını utangaç, suçlu bir mahkum gibi öne eğmişlerdi. Odanın içerisi bilinmeyenden gelen fısıltıların esareti altına girmişti. Uğultu, uyuyan bir ejderhanın nefes alıp vermesi gibi sınıyordu, korkak bedenlerin, korkusuz ruhlarını. Duvarlarda asılı duran insan yağından yapılmış kuru kafa kandiller, kasvete diz çökmüşler ve cılız ışıklarını söndürmek üzereydiler. Önce kanlı gözleri olan konuştu, gözlerini açmadan.
"Merhametiniz, gereksiz!"
Odanın içinde, çığlık atarcasına, dört bir yana savrulan siyah dumanlar, çocukların üstlerinde durup, sisten ellerini çıplak göğüslerinin üzerine koydular. İçlerinden biri, çocuğun ağzını usulca açarak, bedenine girdi. Titremeye başlamıştı çocuk, açılan gözlerinin tamamı kapkaraydı. Sanki görünmeyen onlarca el çocuğun dört bir yanından tutmuş ve silkeliyorlardı.
Bu defa sesi duyulan, uzun tırnaklarının içinden, kederli kaderin hükmünün geçersiz olduğu acılardan ırmak akan ihtiyardı. O da gözlerini açmadan konuştu.
"Dürüstlük, en büyük kötülük"
Kara dumanlardan diğeri, ikinci çocuğun ağzından içeri girdiğinde, ilk çocuğa olanların aynısı ona da olmuştu.
"Öfke, götürecek seni gerçek zevke"
"İhanet! Tadılması gereken sonsuz bereket!"
"Masumiyet, kokuşmuş bir kefaret!"
Sırasıyla söylenen sözlerden sonra, cam odanın içi karanlığa bürünmüş, katran gibi akan karanlık camları kaplamış ve çocukların biri dışında tamamı titremeye başlamıştı. Gözlerini sırayla açtıklarında, içlerinde yoksun oldukları erdemlerle masadan inip ayağa kalktılar.
Sıra son ihtiyara geldiğinde, sesi işkenceye uğrayan tanrıların gazabından farksızdı.
"Birsiniz! Özünüz gibi!"
Diğer çocukta kalktığında masadan, onun gözlerinin diğer çocuklardan farklı olduğunu gördüler. Bembeyaz parlıyordu gözleri, saçları ışıktan bir nehir gibi düşüyordu ensesine kadar.
"Özünüz gibi!" dediler hep bir ağızdan ihtiyarlar.
Karanlık, kanlı ellerini basmıştı titreyen Barallus'a. Güneş, parlaklığını kaybediyordu yavaşça ve loşluğun hakimiyeti altına giriyordu insanlar.
Mistik odada ise çocuklar yanyana dizilmişti. Çırılçıplaktılar ve her biri altı yaşından fazla değildi. Masanın başında oturan ihtiyar ağır adımlarla, karşısında yanyana dizilmiş çocuklara doğru yürümeye başladı. Tam karşılarına vardığında, ellerini sırtında birleştirmiş ve tek tek gözlerine bakıyordu karanlığın esir aldığı, hiçbir şeyden haberi olmayan bu zavallılara. Ellerini iki yana açarak, beyaza kesmiş dudaklarını oynattı. Onun söylediği sözlerden sonra, oda sanki gökyüzüne doğru tırmanıyormuş gibi rüzgar ve soğukla doluyordu. Camlar yok olmuş, sadece zemini kalmıştı odanın. İhtiyarların cübbelerinin başlıkları arkaya düşüyor, sararmış saçları dalgalanıyordu odada. Rüzgarın sesi en derinden geliyor gibi, odayı katil bir annenin çocuğunu sarması gibi sarıyordu. İhtiyar, yana açtığı ellerini ağır ağır ortada birleştirdi ve iki avucunu yukarı doğru açtı. Sol avucunun tam ortasında bir bıçak belirmişti. Kabzası kandan, sırt kısmı parlak gözyaşlarındandı. Sağ eline aldığı zaman İblis Hançerini, en baştaki çocuğun yanına gitti.
"Adın ne?" dedi boğuk sesiyle.
"Merhamet" dedi çocuk.
İhtiyar, çocuğun kara saçlarından tutup arkaya bastırarak, kalbinden içeri soktu hançerini. Çocuk titreyerek ve karanlık gözleri dehşetle açılarak yere çöktü.
Diğer çocuğun yanına geçti ve adını sordu.
"Dürüstlük" dedi çocuk ve ihtiyar, çocuğun ağzına elini sokup, dilini çıkardı ortaya ve kökünden kesip attı yere. Kopan dil, beyaz bir dumana döndüğünde, zeminden kapkara dumanlar akın ettiler üstüne ve bir buz kütlesinin yere çakılması gibi parçalanıp yok oldu.
Üçüncü çocuk, adını "Sakinlik" olarak telafuz etti ve hançer beynini dışarı çıkardı.
Dördüncü çocuk, "Sadakat" dedi adını söylerken. İhtiyarın acımasız eli, gözlerini oydu, kalbini söktü, dilini kopardı.
Beşinci çocuğun adı, masumiyetti. Yüzünün derisini oydu ihtiyar, yetinmedi, kara kalbini söktü yerinden.
Altıncı çocuğa doğru attı adımını. Çocuğun beyaz gözlerinde belirgin bir sinir vardı.
"Adın ne?" dedi ihtiyar, alnını çatarak.
Çocuk, iki kat olmaya başlamıştı. Ellerini karnının üzerinde birleştirmiş, acıyla kıvrılıyordu. Sonundan ağzından bir parça siyah duman çıktığında, gözlerini ihtiyarın yüzüne dikti.
"Zebuh" dedi çocuk ve camlara doğru koşarak, kendini bıraktı aşağı.
İhtiyarlar öfkeyle arkasından bakakaldılar çaresizce. Elinde hançer tutan adam, ellerini havaya kaldırarak, göz bebekleri yerinden çıkacakmış gibi tüm gücüyle bağırıyordu. Sesi, gökyüzünü göğsünde tutan tanrıların çığlığı gibi yayıldı dünyaya. Diğer ihtiyarlar, ürkekçe sinmişlerdi masanın kenarlarına.
"Savaş mı istiyorsun!" dedi ihtiyar öfkeyle. "Öyle olsun!"
Mistik odaya ayini tamamlaması için biri daha getirilirken, adının Zebuh olduğunu söyleyen çocuk, ışıktan bir rüzgara binip, ışığa doğru yolculuğa çıkmıştı.
Odaya gelen diğer çocuğun kafasını koparıp, saçlarından tuttuğu baştan damlayan kanla, diğer çocukları yıkadı. Ardından söylediği sözlerle hepsini dirilterek son emrini verdi.
"Yayılın ve kalplere hükmedin! Karanlığın keskin ucunu, ışığın aciz ruhuna saplayın"
Altı çocuk, altı yavru sırtlana bindirilip dünyanın altı yanına gönderildiler. Daha ilk yolculukta çocuklar, sırtlarınların gözlerini oymakla başladılar işe. Karanlığın emri altına girmek için, sürdüler kendilerini, sürgünlerin dünyalarına.
- - -
Savaşı başlatan kimdi demiştin bana. Önemi yok, anladın mı çocuk. Sonuç itibariyle bir savaş, sonu getirmek için yaşanacaktı. Tahtın sahipleri de biliyordu bunu, tahttan sürgün yiyenlerde. İşte o zaman, kimin yazdığına karar verilmeyen bir şey devreye girecek, bu hakim, sert zamanlara "ben burdayım" diyecekti. Kader! Kazanana ne kılıçlar karar verecekti, ne lütuflar. Kader kimi severse ondan yana olacaktı. Ve unutma çocuk, tavernalarda, hanlarda seviştiğiniz bir kadından farksızdır kader. Kimi ne zaman, ne amaçla ve ne uğruna seveceğini bilemezsin. Sana verdiği şeylere sevinmeye fırsatın olmadan, kaybettiklerinin yüreğine düştüğü acı dünyaları yakar. "O" tek güçtür.