Bir otobüsteyim. Arkamda abim, onun arkasında da tanımadığım bir kadın. Otobüs kalabalık değil ama sanki gereğinden fazla yolcu varmış gibi sıkı fıkıyız. Otobüs bir tümseği hızla geçer ve bizler hoplarken abimin eli yanlışlıkla kadının koluna değiyor. Kadın ani bir hareketle kolunu çekip “Bana dokunmayın!” diye bağırıyor. Şaşırıyorum. Bu tepki neden, anlamıyorum. Otobüs yoluna devam ediyor, ben kadını unutuyorum.
Ama sonra, farklı düşüncelere dalmışken kadının konuşmasını işitiyorum. Elinde bir kitap, kendi yazmış olduğu öyküsünü okuyor. Elindeki kitabın ona ait olduğunu ve okuduğunun roman değil de bir öykü olduğunu nasıl bildiğimi düşünüyorum. Yine de şaşırmıyorum. Kadın okumaya devam ediyor, öykü beni benden alıyor. Ben kendimden alınırken otobüs kütüphaneye dönüşüyor. Artık sandalyede oturuyorum. Kadın da sandalyede oturuyor, bize bakıp gülümsüyor. "Bir öykü daha var, okumamı ister misiniz?" diye soruyor. Kafamı sallıyorum, ağzımı açmasam da bakışlarımdan öykünün çok iyi olduğunu ve farklı bir tanesini okumasından büyük mutluluk duyacağımı anlatıyorum. Anlıyor. Anlıyor ve gülümsüyor. Mutlu oluyorum.
Abim bana dönüyor, “Ben raflara göz atacağım,” diyor ve cevabımı beklemeden kütüphanedeki raflara dalıyor. Çok da uzağa gitmiyor, bulunduğumuz yerin hemen sağında bulunan ilk rafın koridorlarında kayboluyor. Kadın yanıma yaklaşıyor. Üzerinde askılı bir tişört, bende de kolsuz bir tişört. Kolu koluma değiyor. Şaşırıyorum. Az önce bağırmamış mıydı koluna yanlışlıkla dokunuldu diye, şimdi bu sırnaş niye, düşünüyorum. Düşünüyorum ama bozuntuya vermiyorum, çok güzel gülümsüyor çünkü. Bana kitabın ortalarından bir sayfa gösteriyor. Öykünün başlığına ilişiyor gözüm. Anlamsız geliyor. “Bak,” diyor, “Sadece bir sayfalık öykü, istiyorsan bunu beraber okuyalım.” İyice sokuluyor bana, gülümsemesi hoşuma gitse de rahatsız oluyorum. Konuşmaya başlıyorum. “Durun lütfen,” diyorum, “Dilerseniz kitabı bana verin, kendim okuyabilirim.” Ne zamandan beri bu kadar düzgün bir Türkçe, bu kadar hoş bir İstanbul ağzıyla konuşmaya başladım, düşüncesi geçiyor aklımdan.
Diğer yandan rüya gördüğümü anlıyorum, çünkü metin önümde olmasına rağmen ne başlığı ne de metinleri okuyamadığımı fark ediyorum. Beğendiğim önceki öyküyü de hiç mi hiç hatırlayamıyorum. Yine de başlıyorum okumaya. Metin beliriyor önümde. Önce başlığa bakıyorum. Dikkatli ol!, yazıyor. Saçma, diyorum nedenini anlamadan. Gülümsemesi güzel bir kadının koyacağı başlık bu olmamalı, diyorum. Öykü bitiminde bunu ona söylemeyi aklımın bir köşesine not ediyorum.
İlk cümleyi okumaya kalmadan ensemden bir şey bastırıyor, otururken altından sandalyenin çekilmesi hissi yakalıyor beni önce. Sonraysa büyük bir korku. Sırtüstü düşmüş olmama rağmen ensemdeki o bastırılma hissi vücudumu bırakmıyor. Üzerimde iki siluet. Sağda bir adam, yüzünü seçemiyorum. Solda gülümsemesi hoşuma giden kadın. Ama artık hoşuma gitmiyor. O dudaklar şeytani bir şekilde genişliyor. Elindeki kitabı fırlatıp kollarımdan tutuyor. Avazım çıktığı kadar bağırmaya çalışıyorum, sesim çıkmıyor. Rüyada olduğum bilinci benliğimi sarıyor ve beni gerçek dünyaya atıyor. Fakat bir şey değişmiyor, vücudum kaskatı şekilde sırtüstü yatakta. Korku tüm şiddetiyle vücudumda kalmaya devam ediyor. Gözlerim harici hiçbir yerimi kıpırdatamıyorum.
O gözler abimi arıyor, bağırırsam duyar diye düşünüyorum. Bağırmaya çalışıyorum, çıkan sesten tiksiniyorum. Ben böyle bağırmazdım, diyorum kendi kendime. Oysa az önce İstanbul ağzıyla konuşmuyor muydum ben? Kendime olan tiksincim korkumu bastırıyor. Yavaş yavaş kendime geliyorum.
Beynim, vücudumun kontrolünü tekrar eline alıyor. Kollarımı sallıyorum. Biraz sonra oturur pozisyona geçiyorum. Elimi alnıma götürüyorum, ne ter ne de soğukluk hissediyorum. Yan sehpada bulunan telefonuma uzanıp saati kontrol ediyorum. Abimin işten gelmesine daha on dakika olduğunu anlıyorum. Telefonumun altında bulunan abimin okuduğu kitap çarpıyor gözüme. Nahit Duru’nun yeni kitabı “Arayış”. Arka kapağındaki tanıtıma takılıyor gözüm. Şu satırlarla başlıyor.
“Seni bir kez daha uyarıyorum, dergiyi bir an önce kapat... Yarın olacaklardan ben değil, sen sorumlu olacaksın... Dikkatli ol! Mert ve cesur bir çocuğa benziyorsun.”