Tekrar çok teşekkürler o zamaan. *-*
Sizin ısrarlarınıza dayanamayıp 2. bölümü koyuyorum. Yalnız o kadar beğenmeyebilirsiniz bunu, geçiş bölümü gibi biraz. .D2.
Öğle yemeğinin üstünden iki ders geçmişti ama kendimi hala kötü hissediyordum. Tabii bunu diğerlerine gösterecek halim yoktu. O yüzden takmaya alışık olduğum o neşeli ve popüler kız maskemi giydim. Bu biraz da olsa çocuğu unutmamı sağlıyordu. Aynı zamanda onu görmemden hemen önceki baş ağrısını. O acı… Bana gerçekten çok tanıdık bir duyguyu hatırlatıyordu ve aşırı derecede korkmama sebep oluyordu. Panoların orada durmuş etrafa bakınıyordum ki Jason gülümseyerek yanıma geldi. Kendisi basketbol takımındadır, ben de Erin’in zorlamasıyla ponpon kızlardan olmuştum liseye başladığımın ilk senesinde. Ha şimdi değil miyim? Öyleyim. Hem de hem futbol hem basketbol.
Her neyse, Jason her kızın hayalini süsleyen şu tatlı çocuklardandır. Uzum boylu, kaslı, sarışın, beyaz tenli ve boncuk gibi mavi gözleri parlayan biridir. Onu severim. Ama arkadaş olarak. Ha, tabii onun niyeti pek de öyle görünmüyor.
“Selam Dawn. Nasıl gidiyor?”
Yanıma gelip panonun altındaki kalorifere yaslandı o da. Bana bembeyaz dişleriyle gülümsüyordu. Elimde olmadan ben de güldüm ve “İyi… gibi. Senin nasıl gidiyor bakalım?”
Bir an bir şey diyecekmiş gibi durdu ve sonra “Aslında bir – ” Ve, evet, konuşmamızı kesen kişi tahmin edilebileceği üzere sevgili dostum (!) Erin’di. Kendisi beni gördüğü her çocuktan kıskanmak gibi bir özelliğe sahiptir. Yüzümde bir ifade olmaksızın durdum ve diyeceği şeyi beklemeye başladım. Nefes nefese gibi bir hali vardı. “Koşun, çabuk! Ah, aman Tanrı’m! Josh kavga ediyor! Hem de şu yeni gelen çocukla!”
Bir an elim ayağım tutmadı ama kendimi çabucak toplayıp “Nerede” dedim ve bu sırada üçümüz yürümeye başladık – en önden giden bendim tabii - . Okul bahçesine çıktığımızda kollarımı birbirine doladım ve üşümemek için daha hızlı hareket etmeye çalıştım. (Jason ise bana montunu vermek için ısrar ediyordu.) Çevrelerine toplanmış kalabalığı yararak kendimize yol açtık ve en önde durup birbirine yumruk savuran, sonu hiç iyi bitmeyeceğe benzeyen kavgaya tutuşmuş çocuklara baktık. Josh, yeni çocuğun karnına yumruk üstüne yumruk atıyordu. Tanrı’m… Buna daha ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum açıkçası ve iki şık arasında kalmıştım.
a) Oradan hızlıca uzaklaşmak.
b) Arada kaynama tehlikesine rağmen ikisini ayırmak.
Çocuk yere düşünce gözlerimi kapadım. Josh şimdi üstüne çıkıp bir hayvan gibi tepinecekti işte… Derken çevremdekilerin saçma sapan sesler – yuhalama benzeri - çıkardığını duyup gözlerimi açtım. Josh yere devrilmişti, menekşe-renkli-gözlü-çocuk ise ağzının etrafındaki kanı temizliyordu. Etraf tekrar alevlenmeden yapmam gerekeni anladım ve çizmelerimin topuklarını yere vura vura yanlarına gittim. Elimi Josh’a uzatıp kalkmasına yardım ederken etraftan şaşkınlık sesleri çıkmaya başlamıştı. Josh tam çocuğa saldırmaya hazırlanırken ellerimi göğsüne koydum ve hafifçe ittirdim. Sonra diğer çocuğa dönüp “Sorunun ne senin? Belanı mı arıyorsun?!” diyerek çıkıştım. Menekşe rengi gözleri iri iri açılmıştı. Bir şey söylemek için ağzını açtıysa da balıklar gibi görünerek tekrar kapattı. Ona küçümser bir bakış attım. Josh’ın koluna girdim ve diğer çocukları toplayarak oradan uzaklaştım. Garip bir şekilde hiçbiri karşı çıkmamıştı. Okul kapısından içeri girmeden önce son kez çocuğa baktım. Orada öylece dikiliyordu. Gözlerinde kırmızı bir ışık parlıyor gibiydi. Elimde olmadan ürperdim ve bakışlarımı kaçırdım. Kendimi çok tekinsiz, sessiz bir ormanda gibi hissetmeme neden olmuştu.
Güldüm ve Josh’ı durdurup “Ne akla hizmet gidip de yeni gelen bir ezikle kavga ediyorsun moron?” diye sinirli bir sesle sordum. Josh aval aval yüzüme bakıyordu. Elimi gözlerinin önünde sallayıp “Aloo!!” diye bağırdım. Erin elimi tutup indirdi ve kulağıma “Ben sana sonra anlatırım.” diye fısıldadı. Bu davranışları beni gerçekten sıkmıştı. Ne yani, sırf onları ayırdım diye dışlanacak mıydım? Ya da düzgün bir neden yok diye mi böyle davranıyorlardı? İkincisi kulağa daha mantıklı geliyordu. Gözlerimi devirdim ve “Yürüyün.” derken derin bir nefesle arkama tekrar baktım. Yoktu…
***
Günün geri kalanı tamamıyla sıkıcı geçti. Yani; Etrafımda aval aval etrafa bakınan, sorularımdan kaçınan ve espri seviyesi -0 olan bir grup vardı. Derslerde de kurtulamıyorum ki! Aklımı meşgul edecek çok şey varken bir de bu davranışları… Gerçekten sinirlerim bozulmuştu ve okulun bittiğini haber veren zil çaldığında dizlerimin üstüne kapanıp Tanrı’ya şükretmemek için kendimi zor tuttum. Ta ki Erin o koca çenesini açıp şunları söyleyene kadar; “Bugün voleybola kalıyor musun tatlım?”
Bugün hiç bitmeyecek miydi?! Elimden geldiğince sakin olmaya çalışarak “Ben… Kendimi iyi hissetmiyorum aşk. Bayan Wanson’a yakalanmadan kaçacağım.”
İlk önce susacak gibi göründü ama hemen sonra kafasını kaldırdı ve “Bugün Josh ve o çocuğun neden kavga ettiğini gerçekten bilmek ister misin?” diye şappadanak – böyle bir sözcük var mı? – sordu. Ani gelen bu soruyla tabii ki şaşkına döndüm. Düşünmeye fırsatım olmadığından refleks olarak kafamı salladım. O da anladım anlamında beni tekrarladı ve koluma girdi. Bahçeye çıktığımızda benim konuşmamı belemeden bir dedikodu bulmuş gibi heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladı. “Bak, aslında bize dediği şey şu; Yolda yürüyormuş ve aniden biri ona çarpmış. Josh da dönmüş ve çocuğun yanına gitmiş. Omzunu tutup özür dilemesini istemiş ama çocuk dinlememiş hatta onun özür dilemesini istemiş! Sonra Josh da sinirlenerek ittirmiş onu. Çocuk aniden yumruk atmaya başlamış. Aynen böyle anlattı Joshy. Ama ben biliyorum kiii o senden hoşlanıyor! Çocukla kantinle bakıştığınızı gördü, hepimiz gördük! Hani fena da değil açıkçası, tatlı bir şey. Hele o gözleri… Sana neden öyle baktığını bilmiyorum ama…”
O hatırlattığında aklıma tekrar bana baktığında geçen o acı geldi. Sanki her şeyin sonuydu… Sanki duygularım kaybolmuştu… Bilmediğim ve bilmek istemediğim bir histi, yine de… Huzur vermişti. Evet, huzur dolu bir andı. En az evde sıcak odamda oturup kitap okumam, kendimi kaybederek saatlerce resim çizmem kadar. Ama aynı zamanda en nefret ettiğim şeyi de hatırlatıyordu. Babam sağ olsun, eve getirdiği o ceset kokusu. Başım dönmeye başlayınca kendimi Erin’in sözlerine odaklamaya çalıştım.
“… Ve gerçekten kıskandı! Kulağıma eğilip “Kimdi o yere düşen salak?” dediii. Bilmediğimi söylediğimde bana yalan söylediğimi ve eğer gerçeği söylemezsem gidip Eric’e bildiği her şeyi anlatacağını falan saydı. Gerçekten bir şey bilmediğimden ve korktuğumdan o tatlı çocuğun senden hoşlandığını söyledim.”
Kulaklarıma inanamayarak birkaç dakika öylece bekledim. Biraz hareket edebilir hale geldiğimde çantamı yerden alıp ayağa kalktım. Erin ise suçlu ses tonuyla söyleniyordu; “Aşkım kızmadın değil mii? İstersen gidip bilmediğimi de söyleyebil – ”
“Hayır, hayır, gerek yok. Boşver belki peşimi bırakır.” Diyerek onu susturdum. Sonra yanıma geldi ve bilinen o uzaktan öpme stiliyle beni öptü. Sonra yavaşça el salladım ve koşaraktan okuldan çıktım… Evet! Okuldan çıkmıştım en sonunda! Tanrı’ya şükür ki çevrede bizim takımdan kimsecikler de yoktu. Yani biraz yalnız kalabilecektim. Koşarak arabaların yanından geçtim. Hızlı ve tempolu bir halde yürüyordum. Aslında koşuyordum. Her neyse.
Filmlerde etrafına bakınmadan yürüyen insanların başına ne gelir bilirsiniz; Bir direğe toslarlar ve evet, bana da bu oldu. Kafamı ellerim arasına alıp sessiz sessiz küfrederek yürümeye devam ettim. Arkamdan bir ses gelinceye kadar. “Sorun değil, gerçekten! Sen de diğerleri gibi davranmaya devam et. Başkalarının karşısındayken de yalancıktan “Ay, kavga etmeyin.” de. ” Hızlıca döndüm ve hala konuşan çocuğa baktım. Yine o. Her yerde neden karşıma çıkıyor ki? Sabrım taşmak üzereydi artık. Zar zor kendimi tutarak dişlerimin arasında konuştum.
“Bak, seni görmedim tamam mı? Ayrıca sen kim oluyorsun da haksız yere durmadan kavga çıkarıyorsun? Git kendi denginlerle – yani serserilerle – kavga et. Senin saçmalıklarına katlanacak değilim burada.” En sonuna kadar bağırmaya başladığımı fark etmemiştim. Çocuğun yüzündeki kırılmış ama aynı zamanda öfkeli meydan okuyan ifadeyle ve boğazım ile ses tellerimdeki acıyla bunu anladım. Belki bir salisenin onda biri kadar birbirimize baktık. O an bakışlarında tüm gerçekleri görmekten canım yandı. Orada bir saniye dahi bekleyemezdim ve arkamı dönüp biraz öncekinden daha hızlı koşmaya başladım.
Ah, evime ihtiyacım vardı. Sıcak çikolataya ihtiyacım vardı. Ve çizeceğim şeyin ne olacağını bilsem de bir kalemle kağıda.