Hayata dair tüm kıvılcımlar, sıradağların çevirdiği nispeten küçük sayılabilecek ovaya sıkışmıştı. Burası, yeşilin ve mavinin coşkusunun topraktan adeta taştığı bir yerdi. Ağırbaşlı, aldırmaz ağaçlar yaşamın bayrağını buraya açalı çok oluyordu. İnsanoğlunun şımarıklığını ve aymazlıklarını kendilerine yük edinecek olsalar kahrından kurur, çiçekler açmaz olurdu. İnsanoğlunun sapkın arzuları bugünlerde yine kabarmıştı. Dolayısıyla, doğanın umursamaz bilgeliğine her zamandan çok ihtiyaç vardı.
Kırmızıdan başka tüm renklerin dışlandığı bir andı. Ateşin, kanın, acının kırmızısıydı bu. Savaşın acımasızlığı güneşi de korkutmuş, kaçırmıştı. Sağanak yağmur isyan edercesine yeri dövüyor, amansız mücadele içinde kendine rol bulmaya çalışıyordu.
Arvalar, o iri cüsselerine isabet eden büyülerle yere yığılıyor, adeta devrilen ağaçları andırıyorlardı. Hayatta kalanların ise ölülerinin çatırdayan kemiklerine aldırmadan üzerlerine basıp geçmekte bir sakınca görmediği açıktı. Bacaklarındaki kirpi dikeni benzeri irili ufaklı çıkıntılar adım attıkça yaylanıyordu. Karın derilerinin yerine sıkıştırılmış toprak ve ufak taşlardan oluşan birikintiler vardı. Gelişigüzel yerleşmiş olan taşlar, daha çok oraya sonradan tutturulmuş hissini uyandırıyordu.
Arvalar, insanüstü nitelikler olmaksızın karşı koyulma cesareti gösterilebilecek türden canlılar değildi. Heybetli duruşları bile ikinci kez düşünmeye mahal vermeyecek cinstendi. Dolayısıyla donanımsız insanların iri bir arvayla karşılaştıktan sonra rotasını değiştirmeleri için oldukça haklı gerekçeleri vardı.
Halkar sırt sırta duran iki arvaya bakarak bir şeyler fısıldadı. Dut ağacından yapılma bir adam boyundaki asadan ipek ağlar uzanarak iki arvayı da ayağından yakalayıp yere serdi. O kadar iri yapılı ve uzundular ki, her biri yere düştüğünde adeta ufak çaplı zelzeleler oluyordu. Boyları ortalama bir insan boyunun iki katı kadardı. Kulak yerine, sesi geniş açıyla toplayan yelpaze şeklinde uzantıları ve kulak yolundan uzanan dikensi çıkıntıların arasını kaplayan sert içbükey deri katlantıları vardı. Küt burunlarının yukarısında başlayan minik kırışıklıklar alından yukarı çıkıldıkça keçi yolunu andıran engebeli dağ geçitlerine dönüşüyordu. Abanoz rengi dalgalı ve kırışık vücut hatlarında, kel ve kurumuş çamur dolu kafalarında yer yer otlar bitmişti.
Mücadelenin ritmi iki tarafın da bu çatışmalara uzun süredir aşina olduğunun göstergesiydi. Adımlar ve hareketler karşı tarafın zayıf yerlerine yönelik ve çabuktu. Arvaların akıl, Halkar’ın başını çektiği Hekarinlerin ise güç noksanlığı vardı. Doğada zayıflığa tahammül olmadığına göre, hayatta kalmak için zayıflıkların ayıbını örtecek güçte başka üst düzey yeteneklere ihtiyaç vardı.
Yağmur kendisine aldırış edilmediğini gördükçe öfkeleniyor olmalıydı. Kızıl toprak zeminde, çoktan minik derecikler oluşmuş, askerlerin ayaklarının arasından akıp gidiyordu. Yer yer gölleşen derecikler güçlerini birleştirip taşıyor, daha büyük olup aşağıdaki ovalara akıyordu.
Hekarinler, arvaların sayıca üstünlüğüne rağmen kıvraklıkları ve zekâlarıyla onlara üstün gelmeyi başarmıştı. Hekarinler insanın doğa karşısındaki zayıflığını telafi edecek düzeyde büyü gücüne sahipti. Savaş Hekarinlerin lehine sonuçlanıyor gibi görünse de, ölen arvaların yerini çok geçmeden yenisi alıyor, sıradağ yamaçlarında yağmur damlaları kadar hızlı toplanıyorlardı.
Yamaçlardan gürültülü bir ses geldi. Toprak bu kadar çok yağmuru bağrına basamamış, salıvermişti. “Kalan gücümüzü seli durdurmaya harcayamayız. Büyülerinizi harcarken tutumlu olun.” Halkar olanca gücüyle bağırmıştı. Eğer sele direnmeye kalkarlarsa, arvalar bunu fırsat bilir, büyü yapmakta olan Hekarinleri gürzleriyle çamura gömerdi. Bu yüzden sele teslim olup selin gücüyle ovaya sürüklenmenin en iyisi olduğunu düşünmüş olmalıydılar.
Sel, kükreyen bir aslan misali beraberinde sürüklediği kütüklerle savaş alanındaki yerini aldı. Doğanın tüm kudretini arkasına almış olmanın verdiği şımarıklıkla, toprak üzerindeki her şeye meydan okuyordu. Hekarinler, Halkar’ın çağrısına kulak verip kendini suyun akışına bıraktı. Düşündükleri gibi oldu. Arvalar sürüklenmemek için toprağa tutundular. Lakin sel o kadar kuvvetli akıyordu ki, arvalardan birkaçını da topraktan sökmeyi başardı.
Bulutların timsah gözyaşları dindi. Vardiyayı güneşe bıraktılar. Sel önüne ne bulduysa katmış ovaya dolmuştu. Geriye sadece büyük sele yetişmek için peşinden koşuşturan derecikler kalmıştı.
Ortalamaya göre uzun sayılabilecek bir kadın kısa süren yıkımın ardından irkilerek uyandı. Suratına doğru seğiren kalın bir dal parçası uyanmasına yardımcı olmuştu. Yarı baygın şekilde çamura batmıştı. Kömür karası saçlarına yapışmış çamurları eliyle tarayarak yere attı. Suratını ivedilikle silip neredeyse ifadesiz gözleriyle çevresine bakındı.
Etrafta ağaç parçalarından başka canlılık emaresi taşıyan hiçbir şey yoktu. Heronin saçındaki kaba ağırlığı büyük ölçüde temizledikten sonra sol avucunu aşağı doğru tuttu. Büyük bir pervaneninki kadar rüzgâr oluşturmuştu ancak çamur balçık kıvamına geldiği için dağıtmak çok güçtü. Üstünü başını biraz daha batırmaktan başka bir işe yaramadı. Omuz hizasına kadar yükselen asasındaki kurumaya başlamış çamuru da temizledi.
Neredeyse dizine kadar çamura battığı için yürümekte zorlanıyor, seke seke ilerliyordu. Savaşta gücünün çoğunu kaybetmiş olsa da yürümeye devam etmesi gerekiyordu. Zihnini kalabalıklaştıran birbirinden kötü felaket senaryolarını kovmaya çalışırken biraz uzakta aniden parlayıp sönen bir şeyler gördü. Olanca gücüyle hızlandı. Arkadaşları arvaların saldırısına uğruyor olmalıydı.
Büyü menzilinin dışında bir arva kalabalığı vardı. Asadan fırlayan büyü, kalabalığın içinden birini isabet almıştı. Kızıl saçları ve sağ omzundan dolanan örgüsüyle, Halkar’ı nerde görse tanırdı. Koşmayı sürdürürken yeni felaket senaryoları zihnini kemirmeye devam ediyordu.
Belli belirsiz bir inleme sesi duydu. Halkar sağ dizinin üstüne çökmüş, başını eğmişti. Heybetli vücudu ve geniş omuzları olduğundan küçük görünüyordu. Heronin’in kalbi deli gibi çarpmaya başladı. Halkar’ın sırtı birden büyük bir gölgeyle örtüldü. Heronin’in nefes alışı kesilecekmiş gibi yavaşladı. Selin intikam alırcasına paçavraya çevirdiği ormandan arta kalan enkazın arasında ona yardım edebilecek birilerinin var olması için dua ediyordu.
“Halkar arkanda, dikkat et.”diye haykırdı Heronin. Çılgına dönmüştü. “Seni şeytan.” Asadan çıkan büyü hızla arvaya doğru gitti. Fakat büyüsü mesafenin yarısına bile ulaşamamıştı. “Hayır, bir daha!” Arva elindeki gürzle Halkar’a öldürücü bir darbe indirmişti bile. Zavallı adam yere yığıldı.
Heronin acıyla haykırdı. Gözyaşları içinde, bu çamur havuzunda ne kadar hızlı koşulabilirse o kadar hızlı bir şekilde Halkar’a doğru koştu. Ortalık arva mezarlığına dönmüştü. Ölü bedenleri soğuk bir cesetten ziyade örselenmiş et yığınlarını andırıyordu. Hâlâ onlarcası oradaydı. İyice yaklaştıktan sonra asasını kaldırdı, derin bir nefes aldı. Gözleri keskinleşti. Kehribar rengi gözlerine puslu bir perde çöktü. Sağ göz bebeği hizasından ikiye ayrılmış perçemler havaya sıçradı. Kalabalıktan geriye kalan arvalar hemen Heronin’e saldırmak için koştu. Buz gibi bir rüzgâr esti, hava aniden soğudu. Öfkesi rüzgâra katılmış, arvaların ıslanmış vücut kıvrımlarını teğet geçiyordu. Gök bembeyaz parladı ve büyük buz sarkıtları yağmaya başladı. Kılıç kadar keskin sarkıtlar olanca gücüyle arvaların bedenine hücum ediyordu.
Heronin tükenmiş bir şekilde yere yığıldı. Sağ eli Halkar’ın sol omzunun üzerine düşmüştü. Boynundaki yaralardan sızan kan, çamur engelini aşmış, vücuttan kaçış planında başarılı oluşunu kutlarcasına coşkuyla akıyordu. Düşmenin etkisiyle kan pıhtısı yerinden oynamış olmalıydı. Sağ omzunun üstünde yerde yığılıyken, neredeyse kapalı olan göz kapaklarının izin verdiği ölçüde belli belirsiz bir şeyler gördü.
Aremas yaklaşmakta olan arvayı görmüş harekete geçmesine imkân vermeden Heronin ve Halkar’ın üstüne kat kat rüzgârdan oluşan minik bir kalkan örmüştü. Geride kalanların hepsi onunla birlikteydi. Şuursuzca kalkana gürzleriyle vurmakta olan arvayı el çabukluğuyla yere serdiler.
Aremas ellerini dizlerinin üstüne koydu, soluk soluğa kalmıştı. Büyük gözleri, küçük burnuyla çok zarif görünüyordu. Burnuyla aynı orantıda küçük kulakları ve kulaklarının arkasından dolanarak omzuna inme çabaları yetersiz kalmış altın sarısı saçları vardı. Gerdanlığının halkası renkli tüylerle kaplıydı. Tam ortasından ise göğüslerinin arasına doğru inen kocaman siyah bir telek göze çarpıyordu. “Yaşıyorlar mı?”
Alanor, kocaman elleriyle ikisine de dokunuyor, yaşam belirtisi arıyordu. Dizinin üstünde yükselerek ayağa kalktı. Aremas’a suçlu gözlerle baktı. Dudakları titredi. “Geç kalmışız.”
“Hayır!” Aremas hızla ikisinin yanına yanaştı, dizlerinin üzerine yere çöktü. “Şimdi olamaz, hazır değilim. Çok erken. Hayır!” Duygusal enkazın altında, tüm hücrelerine varana dek acı çekerek ne yaptığını bilmeksizin saçını sımsıkı tutuyordu.
Alanor, intihar etmeye niyetli olan gözyaşlarını durdurdu. “Sadece Halkar ölmüş. Heronin’i hâlâ kurtarabiliriz.”
“Onu dinlememeliydik.” Gözyaşları Halkar’ın ceketindeki kurumuş çamuru tekrar ıslatıyordu. Aremas yumruklarını sıktı. Ufak parmaklarına rağmen taş gibi sıkılı yumruğuyla oldukça tehdit edici görünüyordu. “Onlara karşı hâlâ üstünken bu mücadeleyi orada da kazanabilirdik.”
Dağın eteklerinden bağırışlar duyuldu. Alanor Aremas’ın koluna yapıştı. “Kalk, geliyorlar. İkisini de alıp geri çekilmeliyiz.”
“Burada kalıp savaşabiliriz.”dedi Aremas. Sendeleyerek doğruldu. Taze bir ölüm hadisesiyle bedeninin kıvrımlarını ıskalamadan saran kasvete aldırış etmeksizin tehlikenin karşısına dikildi.
“Herkes çok yorgun Aremas, olmaz. Halkar ve Heronin’i alıp geri çekiliyoruz.” Halkar’ın sağ kolu olduğu için tüm Hekarinlerin sorumluluğu titrek omuzlarının üzerine geçmişti. Buğulanan gözlerindeki karmaşayı dağıtıp Heronin’i kaldırarak yanındaki iki arkadaşının omzuna verdi. “Çabuk şifacıya götürün. Acele edin, haydi.”
Aremas’ın hıçkırıklarla sarsılması duyuldu. Alanor endişeyle sağ tarafına döndü.
“Halkar yerinden kalkmıyor.” Kelimeleri gözyaşlarına bulanıyordu sanki.
“Nasıl olur?”Alanor bir yandan geride kalanları güvene almak istiyor bir yandan da olan bitene anlam vermeye çalışıyordu.
“Bilmiyorum Alanor, bilmiyorum. Zerre kadar kımıldatamıyorum.” Elemden elleri titriyordu.
Alanor asasından ipek ağlar çıkarıp Halkar’ın bedenine sarıp olanca gücüyle asıldı. Destek aldığı sağ ayağı iyice geriye doğru gidiyordu. Ayak bileğine kadar çamura gömüldü.
“Olmuyor, Alanor. Kımıldamıyor. Onu burada bırakıp gitmeyiz, değil mi?” Bu sırada ovanın ötesinde, selin sürüklediği kütüklerin hemen ardında kütüğü aşmaya çalışan birkaç arva göründü. Yağmurun hiddetiyle yıkanmışlar, abanoz rengi vücutları temizlenmişti. Günün çoğunda toprağa serilip güneşli bir yerde uzanan bir mahlûk için pek rastlanır bir şey değildi.
Aremas dizinden destek alarak doğruldu. “Onları bana bırakın.” Burun kanatlarının kenarlarındaki çizgi iyice belirginleşmişti. Olağan görünümündeki gamzeler yerini hiddetin ve intikamın arbedesiyle gelen karmaşık yüz ifadelerine bırakmıştı. Asasını adeta toprağa gömdü. Sağ eliyle asayı tutuyor sol elini ise asaya yaklaştırmış, onu uzaktan kavrıyordu. Arvaların hızı kesilmiş, sanki bir engele takılıyorlarmış gibi patır patır düşüyorlardı.
Alanor Aremas’ın elini kavradı. “Kes şunu, daha arkada yüzlercesi vardır. Düştüğümüz aciz durumda seni de kaybetmeyi göze alamam Aremas.” Yalvaran gözlerle Aremas’a baktı.
Aremas nefes nefese kalmıştı. “Hepimiz yorgunuz Alanor, birinin onları durdurması gerek. Herkesi alın ve köye dönün. Bir rüzgâr büyücüsünün arvaların karşısında yenildiği görülmüş şey değildir.” Ortalama bir kadın büyücüye göre çok daha kudretli görünüyordu.
“Gidin, geriye çekilin.” Rüzgârın gökyüzüne taşıdığı bir fısıltıydı sanki.
“Yaşıyor.”diye bağırdı Aremas. Gözlerinin içi yaşla doldu. Asayı tutan eli gevşedi. Halkar’ın yanına adeta sıçradı.
“Dediklerimi dinleyin, fazla zamanınız yok.” Halkar’ın dudaklarında, hayatta olduğunu ispatlayacak en ufak kıpırtı yoktu.
Alanor Halkar’ı yerden kaldırmak için ileri atıldı. Eli, Halkar’ın saydam bedeninden içeri girdi. Gördükleri karşısında sesi titremeye başladı. “Halkar bu büyü de nedir?” Endişeli hali büsbütün bedenini sarmıştı.
“Çok yakınlar, hissediyorum. Alanor, dediğimi yapın. Gidin ve geride kalanları koruyun. İksiri koruyun.”
“Aval aval bakmayın, dediğini duydunuz.” Asayı sımsıkı tutuyordu Alanor. “O halde bölgeye kalkan örüyoruz.
Başka seçeneğimiz kalmıyor.”
Açıklıktaki yaklaşık üç yüz büyücü asalarına sımsıkı sarıldı. Hepsi hırslı, kararlıydı. “Şimdi! Altekregalov.” Toprak fokurdamaya, rengi açılmaya başladı. Altıgen örgülü, buğulu, kalın bir cam gökyüzüne yükselme telaşına düşmüştü.
“Daha güçlü, çok yaklaşıyorlar.”diye bağırdı Alanor. “Tekrar, Altekregalov.” Sanki duvarı ören minik pericikler hızlanmıştı.
Arvaların birisi kalkanın üstünden içeriye zıpladı. Aremas ileri atıldı ve rüzgâr darbesiyle arvayı kalkanın dışına attı.
Diğerleri büyüye devam ediyor, daha kuvvetli bağırdıkça toprak daha çok fokurduyordu. Nihayet kalkan, arvaların aşamayacağı kadar yükselmiş, gökyüzüne doğru uzanan kavisli bir set oluşturmuştu. Hepsi soluk soluğa kaldılar. Kimilerinin ise başı dönmüş dizlerinin üstüne çökmüştü.
Kalkan örme işi tamamlandığında Alanor gözlerini hemen batıya, yeşil obruğa çevirdi. Biraz uzaktaydı ancak yüksekte olduğu için görebiliyordu. Sinirli bir şekilde bağırdı. ”Aksi şeytan! Dünya kapısını kalkanın içine alamadık.”
Aremas, Alanor’un omzuna elini koydu. “Elimizden geleni buydu, Alanor. Neyse ki iksir bizde, onsuz hiçbir şey yapamazlar.”
Alanor aldığı nefesi gürültülü şekilde burnundan verdi. Gözlerini devirdi ve sakin bir şekilde nefes almaya çalıştı. “Sanırım haklısın. Kaybetmediklerimize şükretmeye alıştık.”
Tekrar bir fısıltı duyuldu. “İksiri koruyun.”
“Halkar.”diye bağırarak ileri atıldı Aremas. Çaresizce kalakaldı. Bedeni tamamen kaybolmuştu. Aremas gözyaşlarının dökülmesine mani olamadı. “Koruyacağız.” Hıçkırıklarının arasında bu kelime duyulabilmişti sadece.
Güneşle ayın gökyüzündeki yer değiştirme vakti yaklaşıyordu. Zaman duraksamadığına göre hayat da devam etmeliydi. Geride kalan herkes sağ olarak köye geri döndü. Savaşta ağır yara alanlar tedavi altındaydı. Fiziksel olmayan yaraların iyileşmesi diğerlerinden daha uzun sürecekti.
Köyün ortalarında bir yerde iki katlı bir konak vardı. Alanor, sade mimarilerle döşenmiş konağın avlusunda yer alan altıgen çeşmenin yanında durmuş, etrafına bakınıyordu. Etrafta, akşamın gelmesini keyifle bekleyip ötmeye hazırlanan birkaç cırcır böceğinden başka bir canlı yoktu. Bu gezegende de doğanın kuralları böyle işlediği açıktı. Bir yerde filizlenen bir acı, asla onunla işi olmayan mutlulukları gölgelemiyordu. Çevresine serpiştirilmiş irili ufaklı birçok ağaç, konağın mütevazı saygınlığını taçlandırıyordu.
Alanor, alacakaranlığın belirmesiyle birlikte batıya doğru harekete geçti. Yüzünü döndüğü yolda sadece tek bir ev vardı. Uzaktan bakıldığında küçük ve basık görünüyordu. Katmerli yalnızlığı da cabasıydı. Köydeki nüfus birkaç yüz kişiyi geçmiyordu ancak yine de birbirine yakın dikilmiş evler çoğunluktaydı. Bu ev ise köy sınırının ulaşabildiği düzlüğün en batısında yer alıyordu. Daha da batısında, haşin bir diklikle yükselen kocaman bir dağ vardı. Tüm hırçın benliğini ortaya koymuş, iki ayaklılarla arasının pek de iyi olmadığını ima edercesine engellerle donanmıştı.
Alanor, temkinli adımlarla iki tarafı çalılarla dolu yoldan aşağı doğru inmeye başladı. Zihni, Halkar’ın ölümüyle yaralanmıştı. Şu an yapmak istediği tek şey uzanıp boş boş tavanı ya da yıldızları seyredip acısının nasırlaşmasını beklemekti. Ancak, ayaklarının emir tanımazlığı ve haşarılığı yüzünden yol almaya devam ediyordu. Yolun ucundaki eve gelince durdu. Gerginliğini üstünden atıp rahat bir nefes almaya çalıştı. Gözlerini usulca kapadı ve kapıyı tıklattı.
Kapıyı, göz torbaları burun kanatlarına kadar sarkmış, dudak kenarları doğuştan yukarıda konumlanmış yaşlı bir kadın açtı. Alt dudağını hafifçe yukarı kaldırıp, gözlerini uzun boylu adama dikti. Neredeyse ifadesiz bakışları Alanor’un işini kolaylaştırıyor olmalıydı.
“Enoluin. Ben-ben ne diyeceğimi bilemiyorum.“
Enoluin, eliyle Alanor’un ağzını kapadı. Boğuk bir sesle “İçeriye geç.”dedi. Dokunuşu Alanor’un kalp atışlarını da yavaşlatmıştı.
Alanor, duvarları birbirinden renkli ötücü kuş motifleriyle dolu olan koridorun girişinde ayakkabısını çıkardı ve Enoluin’in peşinden salona girdi. Odanın arka köşesinde en son ne zaman düzenlendiğini tahmin etmesi güç, minik bir kitaplık vardı.
Enoluin gülümsedi. Sevecen bir tavırla bir ucu dışarıya fırlamış kitaplardan birisini aldı. Üzerini sildi. “Kitaplarını çok severdi.”
Alanor yutkundukça yerine yenisi gelen düğümlerden kurtulma çabasındaydı. “Biliyordun değil mi?”
Enoluin gözünü zemindeki tahta döşemeye dikti. Uzun uzun boşluğa baktı. Alanor’a dönüp yüzüne anlamsız bir ifade takındı. “Bilip de elin kolun bağlı oturmanın ne demek olduğunu tahmin edebilir misin?” İstifini bozmadan devam etti. “Peki ya, ölümü görüp hiçbir şey olmayacak gibi bir tavırla yaşamak zorunda oluşun anlamını?” Derin bir nefes aldı, seğiren yüzü gülümsüyormuş gibi bir ifade takınmasına neden oluyordu. Yüz kasları ya hastalıktan ya da üzüntüden titriyor olmalıydı. İkisinin birlikte olması ihtimali ise hepsinden kuvvetliydi.
“Kurtarmayı deneyebilirdin.”
“Hayır, Alanor. Yanılıyorsun. Ölüm kapına kadar geldiyse, sen kapıyı açana kadar bekleyecektir. Azrail o kadar yolu sırf sen hazır değilsin diye geriye dönmez.” Boş bakışlarının ardında çok eskiye dair anıları bir yanıp bir sönüyordu. “O hatayı bir kere yaptım, Alanor. Kaderi değiştirmeye çalıştım. Peki, sizi bekleyen ölümden, gerçek kıyametten kaçırabildik mi? Üstelik kapana kısılmış fareler gibiyiz. Kayığa zincirle vurulmuş, her geçen saniye şelalenin çığlığını daha çok duyan tutsaklar gibi akıntıyla yol alıyoruz.”
Alanor, Enoluin’in neyden bahsettiğini iyi biliyordu. Kahır ve pişmanlıklardan peyda olan sıkıntıyı dağıtmaya çabaladı. “Cenazeye katılacaksın değil mi?”
“Ah Alanor.” Enoluin’in boğazı düğümlendi. Anlamsızca kesik kesik güldü. “Her gece Halkar’ın ölümünü rüyamda görmek dayanılmazdı. Daha fazla yan yana duramazdım Alanor. Bir şekilde, beni bir daha görmemesini sağlamanın, onu benden uzaklaştırmanın yolunu bulmalıydım.” Öksürdü. “Ortada gömecek bir beden olmasa bile-” Enoluin’in cümleyi tamamlarken zorlandığı ayan beyan seçilebiliyordu. “Geleceğim.”
Alanor usulca yerinden kalktı. “Altıgen çeşmenin orada olacağız.”diyerek kapıdan dışarı çıktı. Ayakları bu sefer fevri davranmıyor tam aksine beyinden gelen emirleri eksiksiz uyguluyordu. Bu da neden koşar adımlarla arkasına bakmaksızın uzaklaştığının ispatıydı. Geldiği yolu yürüyerek çeşmenin bulunduğu bölgeye geri geldi. Savaştan sağ çıkan ve ayakta durabilen herkes birer birer meydanda toplanıyordu. Çaresizlik ve korku meydanda kol geziyor, hüzün ve kederse havayı ağırlaştırıyordu.
“Heronin’in iyi olacağı söyleniyor.” Aremas, Alanor’un hemen ardında belirivermişti.
Alanor rahatlamışçasına gülümsedi. Çoğunlukla gerili duran yüz hatları gülümsemesini yapmacık bir ifadeyle perdeliyordu. “Zaten o inatçının ölümle arası pek yoktur.”
Aremas, toprağın bazıları için bugünlük de olsa yasaklamış olduğu kelimeyi duyunca irkildi. Başını öne eğdi. “Öyleyse ölüm kendisine tapanların peşinde de değil. Sahi kimleri seçiyor dersin?”
Alanor vakur bir tavır takındı. “Nefret ve ihtiras kıskacında bir seçim yaptığını sanmıyorum.”Halkar’ın ölüm anı aklına geldi. “Belki de sadece ayağına takıldığımız içindir. Bizim her gün önümüze bakmadan yürüyüp ezdiğimiz sayısız karınca gibi…”
Aremas düşünceli gözlerle Alanor’u süzdü. “Ölümü benden daha iyi tanıdığın kesin. Tüm ailemi elimden çekip aldığında hep haklı gerekçeler aradım. Sanırım, bilirsin, umursamıyor.” Ağlamaklı hali gitmişti. Hatırlamak istemediği anılara bir yenisi eklenmişti. Bereket ki, bunlarla baş etmek konusunda eskiye göre daha iyiydi. “Az kalsın unutuyordum. Selden sonraki siste bir gariplik olduğunu sezmiş olmalısın. Birileri, birbirimizi bulmamızı zorlaştırmak istedi.”
Alanor’un hafif şaşkınlığıyla kaşları biraz olsun kımıldadı. “Haklısın, o hiç de doğal değildi. Üstündeki büyü izinden şüphelenmiştim.”
“Aynı ihtimali mi düşünüyorsun?”. Aremas’ın yüzüne vuran mum ışığı gittikçe titrek bir hal alıyordu.
Alanor başıyla onayladı. “Evet, aykırılar yapmış olmalı. Bunu yapabilecek büyücüleri var nasıl olsa. Halkar’ın ölümünü istemeleri için kendilerince sebepleri var.”
Enoluin’in gelmesiyle beraber kalabalıktan yükselen uğultular yerini sessizliğe bıraktı. Sade bir tören eşliğinde dualar okundu ve Halkar için temsili bir mezar inşa edildi. En çok giydiği hırkaların biri uzatılıp toprağın altına gömüldü. Başı belli olsun diye ufak bir fidan dikildi. Mezarın başına dikilen ağaçların, ölünün ruhu ve gökyüzü arasında köprü olduğuna inanılırdı. Herkes ziyadesiyle hüzünlü ve suskundu. Ay, halesiyle beraber gökyüzündeki yerini almaya başladı. Bir günde iki güneş birden batmıştı.