Şu ana kadar katılan herkese teşekkür ederim. Eşzamanlı okuduğumuz bir kitabın farklı bakış açılarıyla değerlendirildiğini görmek, okurken gözden kaçırdığım noktalara dikkatimin çekilmesi bana çok keyif verdi.
Benim için kitabın ilgi çekici kısmı cinsiyet kavramının ele alınış biçimiydi. Genel olarak bunun üzerine konuşaracağım ve bir yandan da şu soruları cevaplamayı deneyeceğim.
Dolayısıyla ben özellikle bizlerin, kitapta cinsiyet/cinsellik konusunu nasıl gördüğümüz, ne düşündüğümüz, Le Guin'in işleyişine nasıl baktığımızı pek merak ediyorum.
Çift cinsiyetli (androjen) insanların yaşadığı bir gezegende olan bitenlere bir erkeğin gözünden bakarak androjenliğin toplumsal ve bireysel anlamda nasıl bir yaşayışa sebep olacağını anlamaya çalışıyoruz.
Le Guin, Kış insanlarını tasvir ederken çekik gözlü, koyu tenli ve çalı saçlı olduklarını söylüyor, böylece cinsiyetler arası fiziksel görünümde farkların az olduğu Eskimoları gözümüzde canlandırmamızı sağlayarak işimizi kolaylaştırıyor. İklim de zaten onlarınkiyle hemen hemen aynı. İklim, görünüm ve cinsiyet arasında güzel bir üçlü bağ kurulmuş bu noktada.
Bazı okuyucularda, çift cinsiyetli olmanın, cinsiyet kaynaklı tüm sorunları çözebileceğine dair bir inanç oluştuğunu düşünüyorum. Le Guin’in bunu savunmak istediğini sanmıyorum. Hatta bence sırf bu yüzden iki ayrı toplum üzerinden anlatmış gezegen halkını. Bu iki toplumun birine diğerinden daha iyi demek mümkün değil. Her ikisinin de artıları ve eksileri var. Cinsiyet konusunda da böyle bakabiliriz. Kusursuz olan anlatılmıyor, bize sunulan bir olasılık sadece.
İki ayrı toplum konusu üzerinden devam edeceğim. Arka kapakta şunlar yazıyor:
"Arkadaşlık" ve "sevgililik" arasındaki "boşluk" anlamsızlaşmış; insan düşüncesini belirleyen düalizm eğilimi azalmış; insanlığın güçlü/zayıf, koruyucu/korunan, hükmeden/hükmedilen, sahip olan/sahip olunan... ve benzeri ikiliklerini oluşturan temeller zayıflamış gibidir. Cehaletin, şimdinin, mevcudiyetin ilerlemeden daha gözde olduğu bir gezegendir Kış.
Bu görüşler aynı zamanda, kitapta 7. Kısımda, Cinsiyet Sorunu başlığı altında yer alıyor. Genli Ai’den önce Gethen’e giden ve araştırma yapan bir ekip var. Araştırmacılardan Ong Tot Oppong, Karhide’ye; Otie Nim ise Orgoreyn’e giderek bilgi topluyor ve bu bilgileri birbirleriyle paylaşıyorlar. Ong Tot Oppong, yorumlarını Gethen üzerine yapıyor, ama aslında daha çok Karhide hakkında bilgisi var. Ben onun yorumunu bütüncül bulmuyorum ve haliyle kabul edemiyorum. Okuyucu olarak kitaptaki bir karakterin söylediklerini doğru olarak kabul etmeme de gerek yok zaten.
Bana göre kurgu neredeyse tamamen düalizm üzerine kurulu. Yazarın bu tercihi yapmış olması bana çok ilginç geldi. Nedenini merak ediyorum. Eşitliği sağlamak için denge gerçekten gerekli midir? Dengeyi iki ayrı kutbun varlığı mı, yoksa kutupsuzlaşarak sıfırlanmak olarak mı tanımlayabiliriz?
Kitaba dair ilk izlenimde sanki bu sıfırlanma yoluna gidilmiş gibi algılanıyor. Ben kutupların korunduğunu düşünüyorum, değişiklik kutuplaşmanın yerleştirildiği dinamikler üzerinde yapılmış.
İnsanlar çift cinsiyetli olduğu için bir ayrım yokmuş gibi duruyor. Oysa daha yukarıdan bakıldığında biri kadınlardan, diğeri de erkeklerden oluşan iki ülke görüyorum ben. Cinsiyet kavramı bireyden alınıp topluma verilmiş gibi.
Okuduğumuz ilk bölümler Karhide’de, kadınlar ülkesinde, geçiyor. Karhide insanları edilgen ve içe dönükler. Yazarın kişilerden bahsederken, insan veya muadili olabilecek başka bir kelime kullanmak yerine
adam kelimesini kullanmasını da buna bağlıyorum. Anlatımına kadınlarla başladığı için dengeleyici bir tedbir almış.
Orgoreyn insanları ise hem etken, hem de dışa dönük ve rasyoneller. Çift cinsiyetli insanlardan oluşan bu eril toplum, bana biraz günümüz Batı Ülkeleri’ni hatırlattı.
Karhide’den Orgoreyn’e ilk geçişte sanki Karhide yeriliyor ve Orgoreyn övülüyor gibiydi. İlerleyen sayfalarda bu durum değişti ve aralarından birinin diğerinden üstün olamayacağını anladık.
Işık karanlığın sol elidir
karanlık da ışığın sağ eli.
ikisi birdir, yaşam ve ölüm, yan yana
yatarlar kemerdeki sevgililer gibi,
tutuşmuş eller gibi,
sonuçla yol gibi.
s. 198
İki ülke arasındaki farklara karşın pek çok ortak nokta da bulunuyor. Çocuklar konusundaki benzer tutum beni biraz düşündürdü. İki toplumda da, farklı şekillerde olsa bile çocuklar sahiplenilmiyor ve ortak bakımla sürü halinde büyüyor. Bu bana biraz kolaya kaçmak gibi geldi. Çocuk ve doğum konuları önemliydi, en az cinsel evreler gibi ciddiye alınarak işlenmeliydi bana göre.
Cinsiyet ayrımını konuşacaksak eğer doğurganlık kilit bir nokta olmalı. Bizim dünyamızda, binlerce yıl boyunca kadının lanetlenmesi de, kutsallaştırılması da temelde doğurganlığı nedeniyle oldu. Dolayısıyla kadın ve erkek arasındaki fark ortadan kaldırılırken doğurganlığın ya tüm bireyler için mümkün kılınması, ya da dünyaya gelme hali için insan bedeni dışında bir yol bulunması zorunluluk olarak görünüyor. Le Guin birincisini seçmiş, ama bu handikapları olan bir seçim. Ben böyle bir varoluş halinde, kadınlık ve erkeklik önemli olmasa da anne-babalığın önemli olduğunu ve kişiye bu doğrultuda bir kimlik kazandırabileceğini düşünüyorum.
Gethen insanları birden fazla kez bebek sahibi olabiliyor, bir kez anne olup, bir sonrakinde baba olmaları ya da tam tersi mümkün. Çocuk sahibi oldukları halde hiç anne veya baba olmamış olanlar da var elbette aralarında. Aynı anda hem anne hem de baba olmanın birbirlerini sıfırlayamayacağına inanıyorum. Anne ve baba olmak birbirlerine denk deneyimler değiller. Dölleme anı iki kişi için bir paylaşım olsa da, takip eden gebeliği sadece bir kişi yaşıyor. Doğurmak, öldürmekten daha ciddi bir karar, bunu bir üstünlük olarak görmüyorum ama gebelik esnasında bir bedeni iki ayrı ruh paylaştığı için çok güçlü bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Bir insan hem anne, hem de babaysa annelik yanı ağır basarmış gibi geliyor bana.
Bu konuda kitap bize şunları söylüyor:
Çocuklarına, onları hemen hiç sahiplenmeksizin büyük ve etkili bir şefkatle davrandıklarına tanık oldum. Herhalde “analık içgüdüsü” dediğimiz içgüdüden farklı olan, bir tek bu sahiplenmeme tavrı. Analık ve babalık içgüdüsü arasında sözünü etmeye değer bir fark olduğundan kuşkuluyum: Anababalık içgüdüsü, koruma, kollama isteği cinsiyete bağlı bir özellik değil…
s.92
Bu açıklama beni tatmin etmedi. Kadın ve anne kavramları arasındaki ilişki daha fazla irdelenmeliydi. Anneliğin ne olduğu, nasıl algılandığı ve annelikle birlikte gelen kadınsı özelliklerden onları neyin koruduğu konusunda daha çok şey bilmek isterdim. Kitabı bu yönden eksik buldum.
İkinci değinmek istediğim nokta cinsiyet ayrımının olmadığı bir sistemi ne kadar iyi anlatırsa anlatsın bizim bunu algılama şeklimizin hiç de kitaptaki karakterler gibi olmadığı. Tamam, Ai'nin olaylara bakış açısı bizim bakış açımıza oldukça yakın, fakat bir noktadan sonra (doğal bir süreç içerisinde) o bu duruma ayak uydurmaya başlıyor. Peki biz de onunla birlikte bu çift cinsiyetli topluluğa alışabiliyor muyuz? Estraven'i kitabın son sayfalarına kadar bir kadın ya da erkek olarak düşünmeye devam ettiniz mi? Yoksa Le Guin'in anlatımı, fikirleri ve dünyası sizi içine çekerek tıpkı Ai gibi Kış halkını sadece insan kimlikleriyle görmenizi sağladı mı?
Kitap boyunca Estraven benim için kadındı. Onu öyle algılamaktan kendimi alamadım.
Okuduğum karakterleri gözümde canlandırırken fiziksel olarak onlara cinsiyet atamadım ama davranış bazında ya kadın, ya da erkektiler. Bu seçimleri de yukarıda değindiğim gibi, baskınlığı değişen cinsel durumlarına göre değil doğdukları ülkeye göre yaptım.
Ben de şunu sormak istiyorum:
Estraven'i benden başka kadın olarak gören var mı?
KoyuBeyaz'ın sorusuna şu ana kadar cevap vermiş kişiler insan olarak gördüğünü söylediği için gerçekten şaşkınım.
"Sanatçıların özel bir görme gücüne sahip olamayacaklarını, esinle dolup ötelere uzanamayacaklarını, Tanrı'nın onlar aracılığıyla konuşamayacağını söylemiyorum. Bütün bunların olduğuna inanmasalardı, kim sanatçı olurdu ki? Tanrı'nın kendi dillerini, kendi ellerini kullandığını hissettikleri için bunların olduğunu bilmeselerdi? Belki sadece bir kere, bütün hayatları içinde bir kere yapar Tanrı bunu. Ama bir kere yeter." diyor Le Guin ve üstünde çok fazla düşünülmesi gereken bir cümleye imza atıyor. Nitekim düşündüm de.
Le Guin burada sizce ne demek istiyor? Eğer bu cümle bir çeviri kurbanı değilse, Le Guin tam olarak "bir" yazarı işaret ediyor. Bu güce sahip tek bir yazar olduğunu söylüyor. Düşündüm ve ben bu sonuca vardım. Bu yazar kim peki? Le Guin kendini mi işaret ediyor? Le Guin gibi büyük bir yazar, kendini herkesten üstün olarak görebilir mi gerçekten? Kendini kast etmiyorsa kimi kast ediyor peki? Kim bu yazar?
Bu noktada bir yanlış anlama olmuş. Tek bir yazar işaret edilmiyor, her bir yazar bunu yaşayabilir ama sadece bir kez diyor.
Bu olayı tek bir yazar yaşayabilir, o da benim dese buna da inananilirdim gerçi, Le Guin'i biraz kibirli buluyorum.