Bölüm 7: Esir
Vallentin Igualde’nin Ruhlar Salonuna getiriliş amacı yüzyıllar boyunca güncenin geri dönüşünü beklemekti. Onu buraya getirenler, tüm bu ruhların sahibiydi. Tüm satılmış ruhların sahibi… Her insanın içinde bulunan, kimse kabul edemese dahi onların kötülük meleği olmaya kendini adamış olanın, şeytanın…
Vallentin’e bu görev verildiğinde, sonsuz yaşam ve tüm Ruhlar Salonunun hakimiyeti vaat edilmişti. Aynı zamanda satılmış tüm ruhlar üzerinde kısmi bir kontrol…. Güncenin salondan çalındığı gün buraya getirilmiş, sevdiği her şeyi terk etmişti. Dünya üzerinde ele geçirilmemiş hiçbir ruh kalmadığında tekrar dünyaya inecek ve istediği ruha istediğini yaptırabilecekti.
Günce şimdi önünde duruyordu. Tek yapması gereken o yeteri kadar güçlendiğinde efendisini çağırmak ve çabalarının mükafatını almaktı. Ruhlar tenine haddinden fazla dokunup, günce ile kendisi arasında gidip gelirken Vallentin sabırsızlıkla beklemeye devam etti.
Asla sararmayan gri sayfaları şişkinleşiyor, rünleri kalınlaşıyor ve ciltleri sıkılaşıyordu. Günce halinden hiç olmadığı kadar memnundu. Çok yakında gerçek sahibi gelecek ve onu yapılış amacı için kullanacaktı. Kanını emdiği her insanın ruhu bu salona geliyor, efendisi her defasında daha da güçleniyordu.
Ve gücü tam anlamıyla açığa çıktığında, dünya üzerindeki bütün ruhlar ona bu salonda eşlik edecekti. Efendisiyse amacına ulaşmış olacaktı…
**
“Efendim uyanıyor!”
“Bu kadar uyuşturucu kullanmamalıydık, ölebilirdi.”
“Kes sesini!” dedi, sinirli bir ses. Belinden uzandığı mataranın kapağını açıp kadının suratına boşalttı. Sarsılarak uyanan Lahon, bağlanmamış bir uzvunu ararken gözlerini aralamaya çalıştı. Neler olmuş olabileceğini anlayamıyordu, son hatırladığı şeyin saatler boyunca bir tahtanın üzerinde karaya doğru kulaç attıklarıydı. Karaya oldukça yakın bir yerde kendisinden geçmiş olmalıydı. Peki neden zihni bu kadar bulanıktı? Tabii ya, uyuşturucu vermişlerdi.
Lütfen Siyon olmasın, diye düşündü. Lütfen olmasın, karşısında duran adamı iyice süzdükten sonra yanlış ellere düştüğünü anladı. Gözlerini ondan kaydırıp bağlarının el verdiği kadar çevresine bakındı. Diğerleri neredeydi?
Genel olarak karanlık bir odadaydı, görebildiği tek şey üniformalı askerlerdi. Tabii görüş alanının büyük bir kısmını karşısında duran iri kıyım adam kaplıyordu. Beline doğru baktı, silahı alınmıştı. Çizmesindeki de, ve koluna bağlamış olduğu da. Bari onu bıraksalardı, o hançeri seviyordu.
Buğulu düşünceleri çenesi tutulup kaldırılırken bölündü. “Bu görevi sana kim verdi Lahon?” diye sordu ses. Lanet olsun hangi görevi? Günceden haberleri olabilir miydi, yoksa sadece asilzadeler miydi?
“B-ben..hangi görevden bahsettiğini anlamadım,” anlamamış gibi konuşmaya çalışmıştı, inandırıcılıkta iyiydi. Ancak inandıracağı kişiler profesyonel Siyon askerleri olduğunda iş değişiyordu.
Adam suratına tükürdü. “Benimle dalga geçme! Güncenin peşinde olduğunu biliyorum!” sinirli ses sabırsızlıkla ayağını yere vururken, “Cevap vermek için üç saniyen var,” dedi.
“Bir…”
“Hangi günceden bahsettiğinizi anlamadım.”
“İki…”
“Gerçekten ne demek istediğinizi bilmiyorum.”
“Ve üç!”
Çenesini tutan eller boynuna doğru kaydı ve sıkmaya başladı. Nefes alamadığını fark ettiğinde Lahon sonunun geldiğine inanıyordu.
**
Amston gözlerini açtığında, Lahon’un karaya vurduğu sahil şeridinden çok uzak bir noktadaydı. Her tarafı buruş buruş olmuş, boğazı sızlıyordu. Deniz onu karaya sürüklerken hiç merhametli davranmamıştı. Doğrulup, üstünde saatlerce yatmış olduğu omzunu sıvazladı.
Bu sırada üç metre kadar yakınında bir beden gördü.
“Tanrım Lahon!”
Kalkması gerekenden hızlı kalktığından dolayı dizlerinin bağı çözülüp tekrar kavuştu zemine. Bu kez dizlerinin üzerinde sürünerek ilerlemeye başladı bedene. Bedenin Lahon olmadığını yarım metre kala anladı. Maystrile olmalıydı. Yüzünü kendisine çevirip nabzını yokladığında yaşadığını görüp rahatladı.
Harcadığı enerjiden ötürü bir müddet soluklandıktan sonra, Maystrile’yi –nazikçe- tokatlayarak uyandırmaya çalıştı. Yanakları buz gibi olmuştu, kolay kolay uyanmayacağını anladığında kucaklayıp daha az rüzgar alan bir yere taşıdı.
Leen Adası kumsalı hatırladığı kadarıyla bu kadar ıssız değildi. Kumsalın bitiminde bir patika başlıyordu, üzerinde ot bile bürümemiş bir patika. Güneş doğmuştu ve hatta saat öğle vaktine yaklaşıyor olmalıydı. İliklerini ısıtan güneş ışığına doğru dönerek, Maystrile’yi nazikçe yere bıraktı.
Yüzünün bu kadar sevimli olduğunu fark etmemişti daha önceden. Kumral saçları, gri gözleri ve alımlı dudaklarıyla daha önce ilgisini çekmiş olmalıydı. Karnından rahatsız edici sesler gelmeye başladığında, son yediği öğünün dün akşamdan kalmış olduğunu hatırladı.
Kararsız bakışlarla Maystrile’ye baktı, ancak uyandığında hoş bir sürpriz olacağını düşünerek ufak bir avın zarar vermeyeceğini düşündü.
Dakikalar sonra hançerine geçirilmiş bir tavşanla geri döndüğünde, Maystrili’nin bıraktığı yerde hala uyuyor olduğunu görünce rahatladı. Tavşanın derisini yüzüp, ufak bir ateş yaktı. Şişe takabileceği herhangi bir dal parçası bulamadığı için, kılıcına takmak zorunda olduğu tavşanı pişirmeye başladı.
Maystrile uyanır gibi olduğunda, Amston’un yüreği ağzına geldi. İyice pişirmiş olduğu tavşanı bir kenara bırakarak kızın yanına gitti, başını dikleştirip matarasındaki son suyu kıza ikram etti.
Gülümseyerek kabul etti suyu Maystrile. Son damlasına kadar içtikten sonra, “Neredeyiz?” diye sordu.
“Leen Adası, karaya vurmuş olmalıyız.” Sonra pişmanlıkla bir şey hatırladı. Lahon! Onu nasıl unutmuştu! Tanrım aklım neredeydi benim?! Oysaki Maystrile’nin güvenliğini sağlamaya çalışırken, Lahon’a uzanmamıştı ki hiç düşünceleri.
“Lahon nerede?” dedi Maystrile, ve işte beklenen soru, diye düşündü Amston.
“Bilmiyorum, Leen’in başka bir kıyısına vurmuş olmalı,” dedi. Ve ekleme zorunluluğu hissetti, “Şimdi öğle yemeği zamanı.”
Tekrar gülümsedi Maystrile. Teşekkür ederek kendisi için ayrılmış kısmı aldı. Hızlı bir şekilde yemeklerini yedikten sonra Amston, “İyice dinlendiysen onu bulmak için bütün sahili aramayı planlıyorum,” dedi.
“Ah evet, dinlendim,” kısa bir süre geçmiş olsa dahi Lahon’u çok seviyordu. “Amston?” dedi.
“Evet?”
“Teşekkür ederim, her şey için. Beni burada bırakıp gitmedin ve büyük ihtimalle hayatımı da kurtardın,” dedi minnet dolu bir sesle. Bu yaşadığı şeyler, yeniydi. Denizdeki yaşamında asla böyle olmazdı, ikinci kaptandı –evet. Emir verirdi ve emirler yerine getirilirdi. Oysa arkasını döndüğünde, ölmesi için onlarca plan yapılırdı.
Orada minnet duyacağı tek şey, planlarını hiçbir zaman gerçekleştirmeye cesaret edememiş olmalarınaydı.
“Hiç önemli değil,” dedi Amston mutlu bir sesle. Sanki içi ısınmıştı bir anda.
Maystrile, Amstonu’u süzerken gözleri arkadaşının arka tarafındaki hafif hafif kalınlaşmaya başlayan sise baktı. Aklında şimşekler çaktı ve ürkek bir sesle “Kaptanın bu adaya yaklaşmak istememesinin bir sebebi de, Leen’de son üç yıldır hüküm süren sisti,” dedi.
Amston’da onun baktığı yöne doğru baktı. “Bu siste tekin olmayan bir şeyler var,” dedi, tüyleri istem dışı olurken.
“Sisin oradan geldiği söyleniyor… Ruhlar Salonundan…”
Devam edecek...