http://www.youtube.com/watch?v=VFGAEd_Ujqw Yazarken tekrar tekrar dinledim, tavsiye ederim.
***
Duyduğu sesler, bir kalabalığın sesi gibi bulanık ve tekdüzeydi. Annesi, babası ve kız kardeşinin seslerini ayırt edebiliyordu ama kelimelerini ve tonlarını seçemiyordu. Başı, iki kayanın arasında sıkışmış gibi ağrıyordu.
Gözlerini açtığında televizyonun karşısındaki kanepede yatıyordu. Sesleri duyuyor, bileklerini ovuşturan ve yüzüne dokunan elleri hissediyordu ama etrafta kimse yoktu. Sağ tarafındaki balkon penceresinden baktığında bir güneş tutulması karanlığı gördü.
Bu yaşadığının bir kâbus olduğunu düşünecek kadar iyimser olamadı. Beden ötesi bir deneyim yaşadığının farkındaydı. Belki de ölüm ötesini tecrübe etmeye başlamıştı. Yaşadıklarını ancak bu hayatı boyunca inanmadığı kavramlarla açıklayabiliyordu.
Lambanın etrafındaki birikintiden damlayan siyah sıvıyı gördüğünde bir çığlık kopardı. Boğazındaki acıyı hissetti ve kendi sesini duydu ama başka kimsenin duymadığından emindi. Sıvı, damladığı yerlerde siyah, gür bir duman çıkarıyordu ve yerde biriktikçe odayı duman kaplıyordu. Kafasını kollarının arasına alıp ağlamaya başladı, ağladıkça nefesinin boğazında tıkandığını hissediyor ve umutsuzluğun korkusunu yaşıyordu.
Tırnaklarını kemirdikçe, gördüklerinin parmak derisinin dişlerindeki tadı kadar gerçek olduğunu anladı.
“Yalvarırım rahat bırak beni!” diye bir feryat kopardı “Söz bir daha o eve yaklaşmayacağım. Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Benden alabileceğin hiçbir şey yok, rahat bırak beni!”
Siyah Martı, yerdeki duman birikintisinin içinden havalanarak kanepenin üstüne kondu. Kafasını yukarı kaldırıp kanatlarını çırparak kahkaha atarcasına ötmeye başladı. Bir martı sesinden daha kalın ve boğuk bir sese sahipti.
Kendini kanepeden attığında dumanın içinde buldu. Etrafta koyu siyah bir sisten başka bir şey yoktu. Dumanı soludukça genzi bir ateş yutmuş gibi yanıyordu. Martının kahkahaları kaybolduğu bu körlükte kulaklarında yankılanıyordu.
Duman dağıldığında kendini bahçeli köşklerin peşi sıra sıralandığı bir yerde buldu. Akşam vaktiydi, sokak ahşap direklere asılan elektrikli lambalarla aydınlanıyordu. Otuzlu yılların kıyafetleri içinde iki adam bir şeyler konuşarak yürüyor, bir fayton atların ağır adımlarıyla ilerliyordu.
Bora, ne olduğunu merak ettiği bu sokakta ilerlerken yaşlı bir adam sokağın başından “Madam’ın evi yanıyor” diye bağırarak koşmaya başladı. Oldukça telaşlı görünüyordu. Sokağın ortasında durduğunda yorgunluk nefesleri içinde dizlerini ovuşturdu. Onun sesini duyan birkaç kişi pencerelere çıktı. Sokakta yürüyen bir adam, ihtiyarın karşısında durdu ve onu izlemeye başladı.
“Ne bana bakıp lakırdıyorsunuz? Madam’ın evi yanıyor diyorum! Simsiyah duman çıkıyor evden!”
“Senin Madam’ın evi de her akşam yanıyor Panayot Efendi!” diye bağırdı bir kadın “Ne hikmetse itfaiye gelmeden sönüveriyor.”
Faytoncu, arabasını durdurdu ve “Cinler yakıyor cinler!” diye bağırdı “Evvelden yakıyorlar babalık kızınca söndürüyorlar. Alimallah İhtiyar Panayot olmasa bütün mahalleyi yakacaklar!”
Panayot, kendisini bir komedi izler gibi izleyen bu kalabalığı görünce şapkasını yere attı ve yumruğunu evlere sallayarak bağırmaya başladı. Öfkesi yüzünden okunuyordu.
“İnşallah eviniz yanar, ben de karşınıza geçip gülerim!”
Bora, Panayot’u takip etti ve tarihi kahvehaneyi görünce Kızıltoprak’ta olduğunu anladı. Panayot, kahvenin önünde oturup nargile içen bir adama bağırıp çağırıyordu. Yan masada oturan birkaç adam onu alaylı gözlerle süzüyordu. Panayot’un yüzü öfkeden ve korkudan kıpkırmızı olmuştu ama evin yandığına kimseyi inandıramıyordu.
“More bir haftadır yanamadı gitti şu ev!” diye söylendi nargile içen adam “İtfaiyeciler üç kere geldi, onlar bile gelmiyorlar artık. Ya palavra sıkıyorsun ya da şuurunu kaybetmişsin!”
“Yahu Arnavut görmüyor musun? Kapkara duman çıkıyor evden!”
“İyi Panayot Efendi, telefon senin git ara.”
Panayot, hızlı adımlarla kahvehaneye girerken Bora sokağın sonuna doğru yürümeye başladı. Siyah duman, devasa bir çınar ağacının arkasından yükseliyordu. Köşkün çatısı dumanla kaplıydı ve bir kadın çığlığı yükseliyordu. Dönüp kahvehaneye baktı, Arnavut nargilesini içiyor, diğerleri de Panayot’un dedikodusunu yapıyordu. Dumandan ve çığlıklardan bir ihtiyar ve bir zaman gezgini dışında kimsenin haberi yoktu.
İnsanların kendisini görmediğini ve bulunduğu yerde etkisiz olduğunu fark etse de yardım edebileceğini düşünerek çığlığın geldiği yere koştu.
Köşkün bahçesinde bir kadın, boynundan kanlar akarak yerde yatıyordu. Kadının etrafında üç çocuk vardı. Kanlar içinde çığlıklar atan kadına bakarken yüzlerinde hiçbir ifade yoktu. Bora, kalbinin hızla attığını hissetti, bahçeye girip yerde kanlar içinde yatan bu kadına yardım etmeye karar verdiğinde bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.
Bora bahçeye adım atacakken, siyah martı kadının yüzüne kondu ve gagasıyla boynunu deşmeye başladı. Çocuklar martıyı görünce gülümsediler, kadının acı çekmesinden aldıkları zevk yüzlerinden okunuyordu. Bora, gözlerini kapattı ve bütün bu gördüklerinin bir hayal olduğunu kendine söyleyip durdu. Gözlerini açtığında kadının çığlıkları kesilmişti, cansız bedeni yerde yatıyor ve martı onun yüzünü pençeleriyle deşiyordu.
Kafasını kadından kaldırınca, bahçesinde bir kadının can verdiği köşkün “o ev” olduğunu fark etti. İkinci katın pencerelerinden dumanlar çıkıyor ve göğe yükseliyordu. Çocuklar evin açık kapısından içeri girdiklerinde martı havalanarak dumana karıştı.
Bora bir hırıltı duydu ve sesin geldiği yere baktığında o gece kaçtığı köpeğin üstüne atladığını fark etti. Kaçmaya çalıştıysa da hareket edemedi. Panayot ise arkasında kendisiyle alay eden insanlara aldırmadan, iki kova su taşıyarak köşke doğru koşuyordu.
Gözlerini bir hastane odasında açtı. Sesler hâlâ bulanıktı ama onları seçebiliyor ve anlayabiliyordu. Başındaki ağrı geçmemişti. Gördüklerinin birer sanrı mı yoksa gerçek mi olduğuna da karar veremedi ama onlardan kurtulduğu için seviniyordu. Nurgül bir yandan oğlunun elini tutuyor, diğer yandan doktorla konuşuyordu.
“Korkmanız gereken bir durum yok” dedi Doktor “Baygınlık geçirmiş sadece.”
“Dün gece içkiyi abarttı biraz, ondan mı acaba?”
“Yok yok, bir şok geçirmiş. Bir şeyden korkmuş, öfkelenmiş, üzüntü duymuş ve aniden duyunca vücudu kaldıramamış.”
“Ama böyle bir şey olmadı ki Taner Bey. Sabah kahvaltı ediyorduk, normal konuşuyorduk, şok geçireceği bir şey olmadı. Kalktığından beri bir tuhaftı.”
“Çok sık oluyor mu bu?”
“Hayır, ilk defa oluyor.”
“Neden kaynaklandığını bilemeyiz. Bir kâbus görmüş olabilir, bir şey hatırlamış olabilir. Telaşlanmanız gereken bir durum yok, bir saate taburcu edilir.”
Bora, uyandığını belli etmek için annesinin elini sıktı. Vücudunda dayanılmaz bir ağırlık hissediyordu. Nurgül, elini Bora’nın elinin üstüne koydu ve gözlerine bakmaya başladı. Sevinçli olmasına rağmen telaşı geçmemişti. Taner “Geçmiş olsun” dedi ve başka bir hastayla ilgilenmek için odadan çıktı.
“İyi misin oğlum?”
“İyiyim. Ne zamandır buradayız?”
“İki üç saat oluyor. Durumun iyiymiş.”
“Evet, duydum konuştuklarınızı…”
“Sınav stresi seni çok yordu, ondan böyle oldun. Ne zamandır iyi görünmüyordun zaten. Neyse, Ayvalık’a gideceğiz bir hafta sonra dinlenirsin biraz.”
Bora, annesinin söylediklerini duyunca gülümsedi. Bir hafta öncesine kadar hayatındaki en önemli meselenin sınavlar olduğunu düşünüyor ve gecelerini onları düşünerek harcıyordu. Bir sınavı kötü geçtiği zaman morali bozulur ve nasıl kurtaracağını düşünmeye başlardı. Şimdi ise bir sonraki sınav dönemine kadar hayatta kalacağından emin değildi.
Eşyalarını toplamayı bitirdiğinde balkona çıkıp bir sigara yaktı. Hastanedeki küçük zaman yolculuğundan beri siyah dumanla ve martıyla karşılaşmıyordu. Zaman zaman martının kahkahası çınlıyordu kulaklarında ve bu sesi kafasının içinden gelmediğini anlayacak kadar net işitiyordu. Korkusu geçmemişti, geceleri yatarken ışıkları kapatamıyor ve odasındaki küçük televizyon açık olmadan uyuyamıyordu. Hissettiği korkuyu ailesine belli etmemeye çalışsa da her şeyden ürker hâle gelmişti. Aniden duyduğu bir ses onu ürpertiyor, gece yarısı duyduğu bir insan ve ya araba sesiyle yataktan sıçrıyordu.
Ertesi akşam gideceklerdi. Olcay giyeceği kıyafetleri hazırlarken Erdinç kalacakları evin detaylarına tekrar tekrar bakıyordu. Nurgül ise Kamuran’ın davetli olduğu kahvaltı sofrasını hazırlıyordu. Evde bunlar olurken Bora, balkondan aşağı baktı ve bir an kendini bırakmayı düşündü. Yaşadığı korkuların ölünce biteceğinden emin olsaydı, arkasından yas tutacak insanları umursamadan öldürebilirdi kendini.
Kamuran, kahvaltı sofrasına oturduğunda her zamanki gibi neşeli görünüyordu. Anlattığı her şeyde masadan bir kahkaha kopuyor, Bora eskiden katılarak güldüğü bu iş anılarına zoraki bir gülümsemeyle karşılık veriyordu.
“…sonra patron beni çağırmış odasına. Bu Fransa’dan gelen Mösyö dö Şansuva kılıklı Nusret yok mu, o işte. ‘Kamurancığım’ dedi ‘İyi bir aşçısın ama burası elit bir yer, seçkin müşterileri var. Böyle bir yerde senin yaptığın gibi paldır küldür konuşulmaz. Biraz adabına, kelimelerine dikkat et! Bir restoranda yemek kadar prestij de önemlidir. Eğer bu konuda bir şikâyet daha gelirse kendini kapının önünde bulursun.’ Ben de ‘Valla ben evimde de böyle konuşurum, sokakta da işyerinde de’ dedim ‘İsterseniz kovun.’ Herif hâlâ bik bik ötüyor şöyle kibar ol, böyle edepli ol diye. Ben de dedim ki ‘Nusret Bey, ben müşterilere yemek yapıyorum sonuçta koyunlarına girmiyorum.’ Herifin yüz kıpkırmızı oldu.”
“Sonra ne oldu?” diye sordu Erdinç. Kamuran’ı büyük bir keyifle dinliyordu.
“Ne olacak kovuldum şimdi iş arıyorum!”
“E ne yapacaksın şimdi?”
“Bu tazminat bitene kadar iş bulurum ben. Kadıköy’de benim gibi aşçıyı zor bulurlar.”
Kamuran, kahvaltısını yapıp iş anılarını anlatırken bir yandan Bora’yı süzüyordu. Onun ne kadar korktuğunu ve bu korkusunu içine gömdüğünü anlaması zor olmuyordu. Birkaç gün önce sert çıkıştığı için pişmanlık duydu bir an ama yıllar önce bitmesi gereken lanetin hortlamasından korkuyordu.
“Bora bir baksana” dedi Kamuran “Benim yeğene hocası ödev vermiş, yaz tatilinde üç tarihi roman okuyacak. Oğuzhan’ı da biliyorsun, keratanın Fotomaç dışında bir şey okuduğu yok. Kahvaltıdan sonra Kadıköy’e inip kitapçılara bakalım mı? Anlarsın sen.”
“Olur…” diye isteksizce karşılık verdi Bora. Kamuran’ın onu kitap önerisi için çağırmadığının farkındaydı ama artık hiçbir şeyi merak etmiyordu.
Kahvaltı bitince Bağdat Caddesi’ndeki bir kafeteryaya gittiler. Bora bir limonata istedi, sıcak hava boğazını kurutmuştu. Klimanın soğuğunu hissettikçe kendini hasta gibi hissediyordu. Gözlerini ne zaman kapatsa köşk, martı, duman, ihtiyar Panayot ve yerde kanlar içinde yatan kadın geçiyordu karanlığından.
Kamuran “Bir şey oldu mu son zamanlarda?” diye sorunca, hastanede uyandığı, sanrı ya da yolculuk hangisi olduğuna karar veremediği deneyimini anlattı. Kamuran üzgün görünüyordu, buna rağmen şaşırmış ve ya telaşlı değildi.
“Seyfi Abi babam gibiydi biliyorsun” dedi Kamuran “Beni kendi evlatlarından ayırmadı. Babam ben ufakken öldü, Seyfi Abi annemle bana kol kanat gerdi. Hasanpaşa’da bakkal dükkânı vardı, beş parasız kaldığımızda oradan beslenirdik. Böyle esaslı bir adamdı deden.
On yaşında ya vardım ya yoktum, o evin oralarda top oynuyorduk. Bizdeki de akıllılık ya her yer çayır, sazlık dolu o yıllarda, daracık sokakta top oynuyoruz. Neyse, baban topa bir güzel vurdu, top da evin bahçesine kaçtı. Deden kahvede oturuyordu. Ben girip alayım dedim, birden bire yerinden kalktı ‘Sakın girmeyin o köşke!’ diye bağırdı. Biz de kalakaldık, ilk defa böyle bağırdığını, bu kadar korktuğunu gördük. Birkaç kuruş saydı elime ‘Top kaç paraysa gidin yenisini alın’ dedi. Sonra da o eve asla girmememizi, nedenini de sormamamızı istedi. Biz de ne girdik ne de sorduk. Bana çok mantıklı da gelmiyordu işin doğrusu ama Seyfi Abi’yi de kırmak, kızdırmak istemedim.
Yetmiş üç senesinde herifin biri o evi üstüne geçirdi. Şükrü’ydü adı hiç unutmam. O zamanlar mesken hukukunda bir bokluk vardı, bir evin sahibi yoksa vergilerini ödeyip üstüne konabiliyordun. Biraz tadilat madilat yaptı evde, sonra öğretmenler için bir pansiyona çevirdi. Öğretmenevi lojmanında yer olmuyordu, olsa bile öğretmenlerin tayini çabuk değişiyordu bazen, kira paraları ellerinde patlıyordu. Orası fiyat olarak da uygundu, cazip geldi hâliyle. Rağbet gördü ama çok uzun sürmedi.
Bir öğretmen, kaldığı ilk gecede kendini evin çatısından attı. Biri bileklerini kesti. Biri gece yarısı delirip kafasını duvarlara vurdu. Hepsi üç-dört gecede oldu bunların ha! Evden her gece feryatlar geliyordu. Böyle böyle evin müşterileri azaldı, zamanla kimse kalmadı. Şükrü de kafayı yiyip kendini trenin önüne attı diyorlar, doğru mu bilmiyorum.
Bir gün işten eve dönerken o evin önünden geçtim. Bir çığlık duydum, ulan bir yandan eve girmeye korkuyorum e yardım da etmem lâzım... Ne yapayım ne edeyim derken bahçenin kapısını kırdım daldım içeri. Sonra senin baygınken gördüğünü gördüm. Kadının biri yerde yatıyor, martı da konmuş yüzüne kadıncağızın boğazını parça parça ediyordu. Üç tane de velet vardı etrafında, bakıp bakıp sırıtıyorlardı.
Vallahi ondan sonra ne oldu, ne yaptım ne ettim hatırlamıyorum ama kendimi Kuşdili Çayırı’nda yatarken buldum. Gece bekçisi uyandırdı, öyle döndüm eve.
Burada kalmaya g*tüm yemedi. Bir gemi için kamarot arandığını duymuştum, gittim başvurdum. Kabul edildim. Buralardan uzaklaşınca kurtulacağımı zannettim ama olmadı.
Cebelitarık’ın Atlantik’e döküldüğü bir yer vardır, gemiler orada sallana sallana gider. Akıntısı çok pistir. Orada ilerliyoruz, ben işleri bitirip kamarama çekilmişim ama uyuyamıyorum. Gördüklerim kafamdan çıkmıyor. Tavandan da şıp şıp bir şey damlıyor. Önemsemedim, güverteden yağ akmıştır bir şey olmuştur dedim.
Bir baktım kamara duman olmuş. Yangın söndürme tüpünü aldım, sağa sola sıkmaya başladım fayda etmedi. Dışarı da çıkamıyorum, kapı açılmıyor. O siyah martı, kamaramın içinde bir oraya bir buraya uçmaya başladı. Ulan dışarıdan gelse görürdüm. Ötüşü de korkunçtu. Ben elimdeki yangın tüpüyle vurmaya çalıştım, mahlûk resmen kahkaha attı.
Sabah güvertede uyandım. Bütün mürettebat başımda. Sabaha karşı çığlıklar ata ata güvertede koşmuşum, sonra kendimi denize atmaya çalışmışım. Denize düşsem kurtarma ihtimâlleri de yok ha, o dalgalarda boğulur giderim. Kamaramda yangın çıktı, her yer dumandı dedim, gidip baktılar, tertemiz. Üstelik dumanı gören, yanık kokusu duyan da olmamış.
Artık kâbus mudur ne halttır bilmiyorum boyuna görmeye başladım. Mahmud diye Cezayirli bir aşçıbaşı vardı. Aramız çok iyiydi. Zaten kendimi denize attım atacağım adam deli olduğumu zannetse ne olur etmese ne olur diye ne var ne yok anlattım. Dinledi, anlamaya çalıştı sonra ‘Oğlum balatayı sıyırmışsın sen’i kibar kibar, lafı dolandıra dolandıra anlattı. ‘Gel aynı kamarada yatalım’ dedi ‘Belki yalnız uyumazsan kâbus görmezsin’. Kabul ettim. Gemide adımız da çıktı bir güzel, ama doğrusunu istersen umurumda değildi. Mahmud da beni yüzüstü bırakmadı. Kâbus gördüğüm gecelerde ben korkmayayım diye uyanık kaldı.
Brezilya’ya vardığımızda zar zor uluslar arası arama yapan bir yer bulup Seyfi Abi’yi aradım. Ne var ne yok anlattım. Eve girdiğimi duyunca sağlam bir azar çekti, sonra ‘Sakın üstüne gitme bunların’ dedi ‘Bir kalede olduğunu tasavvur et. Düşman kalenin burçlarını zorluyor, içeri girmeye uğraşıyor, sen zafiyet gösterip kapıları açtığın anda girecek. Bulunduğun vaziyet bu.’ Böyle yaptım ben de. Kâbusları hâlâ görüyorum, ebesini kovaladığımın kuşu hâlâ ötüyor. Dolunaylı gecelerde artıyor bu. Yirmi senede bir daha çok artıyor. Artık alıştım, takmıyorum, önemsemiyorum diyemem ama bir şekilde hayatıma devam ediyorum.
Anlatacaklarım bu kadar. Bunları anlattım, çünkü sen fazla meraklı bir çocuksun, her durumda kafanın dikine gidiyorsun. Eğer o eve girecek olursan, bahçesine bakmakla ya da girmekle kurtulduğun gibi kurtulamazsın. O eve giren sağ çıkmadı.
Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama bir şekilde rahatsız ettin. Seni ele geçirmeye çalışacak, zorlayacak, elinde sonunda ya başaracak ya da kafanın içinde bir parazit olarak kalacak. O yüzden bu meseleyi burada kapat, normalde ne yapıyorsan, neyle uğraşıyorsan devam et ve kimseye de anlatma. Anlaştık mı paşam?”
“Anlaştık…”
“Bir de ortada böyle ruh gibi dolaşma. Biri niye bu hâlde olduğunu merak eder, boş bulunup anlatırsın sonra yayılır. Bir kere bulaştın madem başkasını bulaştırma.”
Kamuran, bir telefon konuşmasından sonra kalktığında Bora hayatı boyunca bir lâneti taşıyacak olmanın derin üzüntüsü ve korkusu içindeydi. Sanki etrafındaki bütün renkler soluklaşıyor ve sesler baritonlaşıyordu.
Caddede amaçsızca yürümeye başladı. Nereye gittiğine dair bir fikri yoktu. Arabalar ve insanlar yanından geçerken kalabalığın bir dekor gibi göründüğünü düşündü. Bir lanetin tohumu kafasının içinde yerleşince dış dünya önemsizleşiyordu. Bir gün bu korku dışında her şeyin önemsizleşeceğinden korktu. Ailesi, sevgilisi, dostları, bu lanetle savaşırken geri kalan ve bugüne kadar önem taşıyan her şeyin önemsizleşmesi onu korkutuyordu.