4.Sessiz Kule
Acı değildi kızı yıldıran, sadece yoldu. Elmayı çaldığından beri geçen süre adeta yaşlandırmıştı onu. Yol, ağaçlar ve sonbaharda dökülen yapraklar gibi saçılan anılar... Ah hayır evini özlememişti, özleyeceğini de hiç düşünmüyordu. Pamuk Prenses’in lanetli harabesini bile bir ilizyonmuşçasına dıştan güzel görünen fakat içerisi ölüm çukuru olan o eve tercih ederdi.
Yol hep aynıydı. Karanlık, naturellikten öte canlı renklere sahip bir yanıltmaca. Fakat Pamuk Prenses’in hikayesinden çıktıktan sonra ormanın niteliği de değişmişti. Tıpkı o masaldan çıktığı anda kapanan yaraları ve kendi kendine tamir olan giysileri gibi.
Burası Masallar Diyarı olsa bile belli başlı bazı kuralları vardı. Mesela bir masalın çıkışında dışarı bir şey götüremiyor veya çıktıktan sonra yine girmeden önceki haline geri dönüyordun. Küçük kız bunları bizzat deneyimlemişti. Tabi elma gibi masalın temel taşı olan nesneler zaten taşınabilme özelliğine sahipti. Her evrende olduğu gibi buranın da istisnaları vardı.
Kız bu istisnalardan sonuna kadar faydalanmış olmaktan mutluydu. Hikaye kitabını çantasında taşımak yerine kolunun altına sokuşturmuştu. Her an ihtiyacı olabileceğini düşünüyordu, çünkü gittiği masal çıktığı masaldan kat be kat daha karışık bir masaldı.
Uyuyan Güzel.
Açıkçası kızın kişisel fikrini soracak olursanız bu masalı çok daha fazla severdi Pamuk Prenses Hazretlerinden. Daha geçekçi geliyordu ona. Anne ve babadan kurtulmanın en kolay yolu: lanetlenmek. Yaratıcıydı.
Masal tamamen aynıydı. Ne bir artı sözcük ne de eksik. Tam da dedesinin ona anlattığı gibi. Doğu gün düzenlenen şenliğe çağrılmadı diye yaşlı, bunak ve egoist bir peri tarafından bebekken lanetlenen ve on altı yaşına gelince de prensi gelip onu öpene kadar yüzyıllık bir uykuya yatan güzeller güzeli bir prenses. Klasik, çok klişe.
Fakat bir zamanlar idolü olarak seçtiği bu pembe elbiseli kızı Pamuk Prenses gibi içler acısı gibi bir halde görmek onu üzerdi doğrusu. Yine de gidip görecekti. Dedesi pahasına.
Bu hikayenin sonuna da tıpkı diğeri gibi anlamının sonradan ortaya çıkacağı belli olan notlar düşülmüştü. Yine aynı iç karartıcı kırmızıyla hem de. Bu Avcı gerçek bir sadistti. Kız bu notları yüksek sesle tekrar okurken bunu düşünüyordu.
“Kanatlı sürüngenler midelerine düşkündür. Tatlı olarak yenecek ufak atıştırmalıkları kaçırmazlar. Dikkatli ol.
Bu sefer hedefin tahmininin ötesinde olacak.”
Kız sıkıntıyla iç geçirdi. Bilmeceleri hiç sevmezdi. Kanatlı sürüngenler..Çok hoş! Atıştırmalık olan küçük kızlar, daha hoş. Bir de tahmininin ötesinde aradığı şey vardı. Aslında bir tahmini bile olduğunu söyleyemezdi.
Yürürken uzun süre masal hakkında düşündü. Prenses, lanet ve periler. Hiçbiri uygun şey değildi. Uzun süre düşündü. Ta ki zaten nesnenin ne olduğunu fark edene kadar. İğne! Tabi ya. Bütün talihsizliklerin başlangıcı oydu. Bundan ala nesne mi bulunurdu.
Küçük kız aradığı cevabı bulmanın rahatlığıyla ormanın karamsar havasına tezat, neşeli bir ıslık çalarak devam etti yoluna. Kulenin doğum günü pastasındaki bir mum gibi tepesinde dikildiği kaleyi gördüğündeyse ıslığı yavaşça alçaldı ve titrek bir notayla söndü. Bu pek hoş bir manzara değildi.
Temkinli adımlarla kalenin duvarlarının hemen yanında son bulan ormanın sınırına kadar yürüdü. Kalenin duvarları da tıpkı Pamuk Prenses’in kulübesi gibi aynı eskilik semptomlarına sahipti. Eskiden üç kulesi olmasına rağmen artık sadece bir tanesi ayaktaydı.
Küçük kız Uyuyan Güzel’in bu yıkılmamış kulede uyuduğunu umarak, kalenin yarı aralık, zincirlerle donatılmış kapısını oynatmaya bile gerek duymadan içeriye süzüldü.
Tek bir meşalenin bile yanmadığı uzun koridorlarda ne idüğü belirsiz gölgeler cirit atıyordu. Soğuk bir ayaz süzülüyordu yüzüne doğru. Kız adımını atığı anda takırtı sesi koridor boyunca sessizliği kovaladı. Sessiz ve hüzünlüydü. Ufaklık derin bir nefes alıp adımlarını daha temkinli atmaya başladı. Ses çıkarmamak için neredeyse parmak ucunda yürüyordu.
Koridorlar uzun, soğuk ve gölgelerle doluydu. İşin güzel yanıysa bu gölgelerin bedenlerinin olmamasıydı. Küçük kız sırf meraktan bir kez bu gölgelerden birinin önüne geçip kolunu sallamış, kendi gölgesinin önünde durduğu gölge tarafından parçalandığını gördüğündeyse korkuyla ardına bakmış fakat kimseyi görememişti.
Masallar Diyarında olduğundan bu kadar şaşkınlık yaşaması sonradan kendisi eğlendirmişti.
Sonunda birbirine bağlı milyonlarca koridorun içinde kaybolmuş gibi hissettiği bir anda haşin, devasa boyutlarda, meşeden yapılma bir kapının önünde bulmuştu kendisini. Bu devasa yapının üzerindeki koyu sadizm içeren ölüm sahneleri, arkasında karşılaşacağı şeyle ilgili büyük oranda fikir veriyordu kıza.
Kapının kulpu, kızın küçük ellerinin arasında dev bir yılanın boynu gibi görünmüştü. Hafifçe çevrildiğinde ise büyük bir toz kaldırarak açılan kapının yardakçılığını yaptı. Kız, kalkan tozun ardından kendisine bakan iki kan kırmızısı göze aynı vahşilikle karşılık verdi. Korktuğu hiçbir şey yoktu . Bilmiyordu ki cehaletin en sağlam kalkandan bile daha güçlü bir koruyucu olduğunu. Onu da cehaleti koruyordu.
Kız önündeki yaratığın pullu kızıl gövdesine, kalın deriden, uçları dikenlerle çevrili kanatlarına, jilet keskinliğindeki pençelerine ve kana susamış dişlerine sadece iki saniyeliğine göz attı, sonra da tereddütsüz bir adımla dev ejderhanın içine ancak sığdığı görkemli salona giriş yaptı.
Ejderha da şaşırmıştı kızın bu umarsızlığına. Bir iki saniye alık alık baktıktan sonra, ne kadar görkemli ve zeki bir yaratık olduğunu hatırlayıp kendine geldi. Salonu titreten ve tavandaki tozlarının her tarafı beyaz bir örtüyle kaplamasına neden olan sağır edici bir kükreme yükseldi pullu boğazının derinliklerinden.
Kızın sadece kafasını kaldırıp bugüne kadar hiçbir ölümlüden görmediği küçümseyici bakışları göndermesi, kükreyişinin yarıda boğazına takılmasına neden oldu. Ufaklık sakince karşısına dikildi.
Kızın da görebildiği kadarıyla tek sağlam kuleye giden merdivenler ejderhanın koca gövdesinin ardında saklıydı. Kendinin bile şaşırdığı bir cesaretle konuşmaya başladı.
“Bak Ejderhacığım eğer çekilir ve yukarıya çıkıp o iğneyi bulmama izin verirsen seninle kavga etmemize gerek kalmaz. Söz o zaman sana bir zarar vermem.”
Kızın çınlayan sesi kesildiğinde ejderha öyle bir gülmeye başladı ki burnundan önce dumanlar sonra da küçük kıvılcımlar fışkırdı. Bu insan yavrusunun, küçük böceğin, kendisi gibi şanlı, görkemli ve nice kahramanların katili olmuş bir ejderha karşısında ne kadar şansı olabilirdi ki?
Gülmesi geçtiğinde kıza ilgi ve acımayla dolu bir bakış attıktan sonra saldırıya geçti. Önce yeterli olacağını düşündüğü pençelerini savurdu. Fakat ufaklığın gayet çevik hareketlerle saldırısından kaçtığını gördüğündeyse önce şaşırdı, sonra da sinirlenip ağır silahları çıkarma vaktinin geldiği kanaatine vardı.
Ağzından püsküren kızıl ateş bir ışık seli olup, bir anlığına soluklanmak için durmuş kızın üzerine yağdı. Alevlerin içinde görünmez olan kızın iyice kızardığını ve geride külleri nasıl temizleyeceğini düşünen ejderha alev fırtınasını bitirdi.
Normalde bu küçük kızı kızartmayı düşünmüyordu. Yüzyıllardır midesine adam gibi bir şey girmemişti. Fakat bu kızın çelimsizliğini görüp dişinin kovuğuna bile yetmeyeceğini anladığında uğraşmayıp işin kolayına kaçmıştı.
Ejderha alevler ortadan yok olduğunda hiçbir şey olmamış gibi ona gülümseyen kızı görünce tıkandı. Tepesinden gelen çok tanıdık bir kadın kahkahası dev canavarın o tarafa bakması için yeterli bir sebepti. Boşlukta parlayan kendisininkine benzer iki rimelli kızıl göz alaycılıkla ona bakıyordu. Bu Avcı’ydı. Baş belası kız kardeşiydi.
Bu küçük veledin o cadolozla iş birliği yaptığını anlayınca içi, kendisi kadar kudretli bir hiddetle doldu. Ne olduğunu anlamayan kızı göz açıp kapayıncaya kadar bir kuyruk darbesiyle devirdi ve üzerine çullandı. Kız hala korkusuzca ona bakıyordu. Tam koca dişleriyle işini bitireceği anda burnuna meleklerin çağrısı doldu.
Bu öylesine leziz ve kutsal bir kokuydu ki kızı unutup salonun öbür köşesinde yere bırakılmış şekerlemelere bir hayaldeymişçesine yürüdü. Ağzına aldığında çenesini birbirine yapıştıran bu enfes tatlılar onu uzun bir süre dünya dışına götürecekti anlaşılan.
----------------------------
Küçük kız yarı yarıya çürümüş merdivenleri tırmanarak kulenin tepesine ulaşmaya çalışırken kendi kendisine gülümsüyordu. Ateş fırtınasının içerisindeyken Avcı’nın kulağına fısıldadıklarını harfiyen uygulamıştı. Ve sonuç voila! Ejderha tuzağa düşmüştü.
Bu zaferinin verdiği keyfi yeni yeni hissediyordu ki merdivenler son buldu. Önünde durduğu, eski evinin salonu boyutlarındaki oda baştan aşağıya taş döşeliydi. Köşede bir şömine, yılların verdiği yorgunluk içerisinde son gücüyle alevleri besliyordu. Odada fazla eşya yoktu. Ortasındaki görkemli yatak zaten odanın büyük bölümünü kapladığından pek anormal değildi bu durum.
Yatakta kürklerin ortasında yatan genç kız odadaki bütün ışığı üzerine toplayacak kadar güzeldi. Onun da Pamuk Prense’le aynı kaderi paylaşmaması küçük kızın sevindirmişti. Tam da gözleriyle odayı taramaya başlamışken Uyuyan Güzel’in menekşe renkli gözleri aniden açıldı. Yatağında doğrulan genç kız sitemkar bir sesle “ Kimsin sen? Beni tatlı rüyalarımdan niye ayırdın?” diye sordu.
Küçük kız ilk önce saygıyla reverans yaptı sonra da prensesin kendisinden hiç beklemediği olgun sözcüklerle konuşmaya başladı.
“Sizi rahatsız ettiğim içi üzgünüm majesteleri. Buraya sadece görevimin ufak bir parçasını halletmek için geldim. "
Sözlerini bitirdiğinde Prenses onu soğuk gözlerle süzdü. "İstediğini alabilirsin şekerim ve unutma ne istediğinden haberim var. Masallar Diyarında dedikodular hızlı yayılır. Sevgili dostum Külkedisi'nin peri annesi bana son dedikoduları anlattığından beri gelmeni bekliyordum."
Küçük kız bir an afalladı. "Ama sizin derin bir uykuda olmanız gerekmiyor muydu?"
Prenses gözlerini devirdi. "Evet olmalıydım, ta ki prens gelip beni öpene kadar. Ama ben onunla gitmemeyi seçtim. O devirden bu devre çok şey değişti. Benim tercihlerim de öyle."
Çarpık bir gülümsemeyle baktı kıza. Konuşmasına bile izin vermeden devam etti. "Sana aradığın şeyin yerini gösterebilirim ama tek bir şartım var ben de seninle gleceğim. Bu lanet şatodan sıkıldım artık. Anladın mı şekerim?"
Kız giderek daha az hoşlanıyordu bu prenses bozuntusundan. Yine de gıgını çıkarmadan kabul etti teklifini. O koridorlarda kaybettiği zamanı şatodan çıkarken yine kaybedemezdi. Emindi ki prenses bütün yolları biliyordu.
Kızın onayını alan prenses azametle, doğal olarak bir prenses edasıyla doğruldu. Hemen yatağının yanında duran aynasının başına gitti. Önünü döndüğündeyse elinde siyah küçük bir kutu vardı. Küçük kız bu kutunun içinde iğnenin yattığına adı gibi emindi. Bu yüzden gülümseyerek aldığı kutuyu elinde evirip çevirdi fakat çantasına atmadı. İçinden her şeyin ne kadar rahat düşebildiğini gördükten sonra bunu da oraya yollayamazdı.
Prenses ve küçük kız dik merdivenleri inerken sessizdiler. İkisi de düşünüyorlardı. Tek bir farkları vardı. Birisi hırs içinde diğeri de özlem içindeydi. Merdivenlerin sona erdiği yerde ejderhanın horultularını duydular.
Şekerlemeler onu uyuşturmuş olmalıydı.
Prenses taktir dolu bir sesle " Şekerlemeler. Akıllıca." dedi. Kız ise hiçbir şey söylemedi.
Ejderhanın kuyruğunun üzerinden atlayıp kolayca geniş salondan çıktılar. Fakat bir sorun vardı. Duvardaki gölgeler kabuslardan fırlarmışçasına duvardan gerçekliğe uzanıyor ve dumanla vücut buluyorlardı.
Prenses gayet endişeli bir sesle bağırdı. " Benim kulemi terk ettiğimi anlamış olmalılar. Saray ahalisi uyanıyor. Hemen buradan çıkmalıyız. Koş! "
İkisi de tempolu bir koşu tutturdular. Uyuyan Güzel bir prensese göre gayet iyi bir koşucuydu. Bitmek bilmez koridorları onun öncülüğü sayesinde bir kaç dakikada aştılar. Fakat onları kovalayanlar da en az onlar kadar hızlılardı. Şimdiden arkalarında kalabalık bir hayalet grubu onları takip ediyordu.
Son koridoru da koştuktan sonra şatonun kapısından dışarı fırladılar. Orman tam karşılarındaydı, oraya varabilirlerse kurtulacaklardı. Canlarını dişlerine takıp süratlerini arttırdılar.
Tam ormanın girişinde, güvenliğe kavuştukları noktada küçük kızın kolu bir ipe dolanmış gibi gerildi. Ufaklık bu darbenin şiddetle yere yuvarlandı. Gözlerini açtığında önünde uzanan saydam duvarı fark etti. Bu masalın sınırlarıydı ve elindeki kutu bu sınırların dışında kalmış bir türlü içeri giremiyordu. Ne kadar çektiyse de alabildiği tek sonuç elinin kopacak gibi gerilmesiydi. Hayaletler kutuya ulaştığı anda kız elindeki kutuyu bıraktı ve elini duvarın içine geçirip güvenli alanın içine aldı.
Hayaletlerin boş suratları sadece bir milim ötesindeydi fakat aralarındaki duvar füze geçirmez güçteydi. Bütün bunların üzerine kız prensesi şaşırtıp hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bir yandan da "Başaramadım! " diye sayıklıyordu.
Prenses garip bir alaycılıkla kızın yanına çömeldi. "Söyle bakalım neyi başaramamışsın?" diye sordu.
Kız hıçkırıklarını bir anlığına dizginleyip "İğneyi almayı başaramadım. Başarısız oldum. Nesneye ulaşamadım." diye haykırdı bir solukta.
Prenses bu sefer güzelliğinde beklenmeyecek bir bilgelikle gülümsedi. " Hayır başardın. Nesneyi almayı başardın."
Kızın hıçkırıkları aniden kesildi. Kızarmış gözlerini prensese dikip devam etmesini bekledi. Prenses kibirle konuştu.
Başardın çünkü nesne daha doğrusu kişi yanında. Bu hikayenin odak noktası benim. Yani nesne de benim aptal kız."