Hep onların suçu. Şu, ‘öncekiler’in.
İkinci milenyumun hemen ardından, -21. yüzyılın başlarına tekabül eden zamanlarda- insanoğlu kendini evriminin en kötü evresine soktu. Düşüş evresi. Birden, besin zincirinin tepelerinden, en aşağılara düşüvermiştik. Her anlamda.
Bugün, ineklerin ve koyunların ve diğer canlıların koparıp da yedikleri bir çimenden daha zayıf olmamızın sebebi, o ikinci milenyum neslidir. En hafif öksürükte korkup yuttukları haplar. Vücut sıcaklığı yarım derece yükselir gibi olduğu an çiğneyerek tükettikleri, reçetesiz erişimlerinin olduğu antibiyotikler. Cinsel güç artırıcı küçük, mavi kristaller. Estetik ameliyat. Radyasyon yüklü elektronik cihazlar ve antidepresanlar.
Güneşin değişen ışınlarının tenimizi her an yakıp tüm ırkımızı yok etme ihtimalinin suçlusu deodorantlar, fabrikalar. Makyajın, kozmetiğin bıraktığı kalıcı hasarlardan, yaşlı yüzlerle doğan bebeklerden bahsetmek dahi istemiyorum.
İlkel televizyonlar ve piller ve daha yüzlerce şey.
Yüzyıllar geçti ve bir noktada umudumuz vardı. Bir şeyler başarıyorduk ve çok şey değişmişti. Bizi birbirimizden ayrıştıran şeyleri hayatımızdan çıkarmayı öğrenmiştik çünkü. Bizler, nefretle hayatta kalmayı başarmış bir neslin çocuklarıydık ve dersimizi almamız yüzlerce yıl sürmüş olsa bile, sonunda başarmıştık.
Irk diye bir kavram kalmamış olduğundan, o problem biraz kendi kendini çözdü aslında. Biz de silahları yok ettik. Dillerimiz bile artık farklı. Daha doğrusu bütün gezegen tek bir dil kullanıyoruz. Benim gibi tarihle, eski dillerle ilgilenen insanlar dışında bu yazdıklarımı kimse anlayamaz bile örneğin.
Teknolojinin ilerlemesini durdurmuştuk ve tek bir yenilik dahi getirmemiştik. İnsanoğlu teknolojiyi hak etmiyordu çünkü. 21. yüzyıl bunu kanıtlamıştı.
Dünyayı her şeye rağmen daha iyi bir yere getirmeye çalışmıştık ve elimiz tamamen boş değildi, ama ‘öncekiler’in tahribatları artık kalıtımımıza kodlanmıştı bile.
21. yüzyıl için, insanoğlunun altın çağı deniliyordu. Cinsel açlığın, safsata dinlerin imparatorluğu. Türümüzün en parlak dönemi. Pop müziğin, uyuşturucunun, insanların birbirleriyle tanışıp evlendirildikleri televizyon programlarının hükmettiği bir kaos. Medeniyetin doruğu... İnsanoğlunun ne istediğini bilmeyişinin en güzide örneği.
Onlardan bize kalan, yalnızca kırıntılar oldu. Bebeklerin cinsel hastalıklarla doğmalarının normal kabul edilişi oldu. Son televizyonu, son modemi ateşe verdiğimizde elimizde kalan tüketilmiş bir gezegen oldu. Son sigarayı söndürdüğümüzde, son alkol şişesini kırdığımızda, dünyamız sonuna kadar sıkılmış bir tüp olan Dünya oldu.
Bize kalan artıklardı. Kazanın dibindeki zehirli, yanık, yağlı kısım. Bizler arta kalanlardık.
Bakıldığında, belki de en aptal nesli değildi milenyum nesli. En zayıfı da değillerdi. Hatta oldukça zekilerdi. Tanklarıyla, kitle imha silahlarıyla, biber gazları ve soğuk savaşlarıyla da gayet güçlülerdi. Ama onları, bizi bitiren bunların hiçbiri değildi zaten. Bizi, insan denen yaratığı ve medeniyetimizi bu hale getiren; yani bir insanın ortalama yaşam süresinin otuz sekiz yıl olacağı noktaya getiren şey, tembellikleriydi.
Devlet diye bir şey vardı o zamanlar mesela. Bu ‘devlet’ten geçinerek yaşamaya çalışırdı herkes. Yatarak, kolay para kazanmak için; geceleri bacaklarına, kollarına kemerlerini, serum lastiklerini bağlayıp birbirlerinin uzuvlarını testerelerle kesenler... ‘Sakat yardımı’ tabiri o zamanlardan gelir.
Bugün doğan üç kişiden biri ya kolsuz ya da bacaksız doğar. Ortalama yaşam süreleri birkaç yıl. ‘Engelli’ kelimesi artık kullanımda değil çünkü yeryüzünde ‘engel’siz kimse kalmayınca, bir gün sözlüklerden silinmesine karar verilmişti.
Sorun tüm bunları bilmek de değildi zaten. Ağızları, burunları kanayarak bize bunları tarih dersinde anlatan öğretmenlerimiz de biliyorlardı sonuçta geçmişimizi. Ve onların öğretmenleri. Ve onların da öğretmenleri. Koca bir tür olarak yüzlerce yıl önce başarısız oluşumuzu bilmek bizi ne yazık ki çok etkileyememişti.
Bu yüzden, günümüz insanını öyle kolay şaşırtamazsınız. Korkuysa; yüzyıllar önce, sosyal medyanın dünyayı ele geçirmesiyle kaybolmuştu bile. Son insani dürtülerimiz, merhametimizle beraber. İşkence görmüş hayvanları seyrede seyrede, en çok kimin intiharı izlenecek diye, insanlık kendini öldürmüştü.
Bu yüzden bu sabah uyandığımda annemin, babamın, kardeşimin, köpeğimin halsizlikten zar zor hareket ettiklerini gördüğümde o kadar da sorun etmedim. Ateşleri vardı ve kusmaktan nefes alamıyorlardı. Problem değil.
Kahvaltımı hazırlayıp çantamı aldım ve okula gitmek için evden çıktım. Otobüse bindim. Şoförün gözleri yolu zar zor görüyor diye endişelenmedim, olabilirdi. Arada bir direksiyonun hakimiyetini yitirse de; ben ve bir otobüs dolusu ayakta uyuyan, öksüren, kusan, bayılan yolcuyu bir şekilde gideceğimiz yere kadar götürebildiğine göre...
Sorun yok.
Öğretmenlerimin ders anlatırken her gün giderek çürüyen bedenleri, kopup yere düşen uzuvları dikkatimi pek dağıtmadı.
Öğle yemeği arasında, sınıfımdan bir çocuk aniden fenalaştı sonra. Daha doğrusu, oracıkta ölüverdi. Sonrasında yemeğine yanlışlıkla birkaç damla fazladan yağ konduğunu öğrendik. Tabağından bir kaşık alması yetmişti. Sadece seyrettik. Hayatlarımızın herhangi bir gününden farksız.
Böyle şeyler çok normal artık.
O kadar normal ki, hastane diye bir kurum toplumumuzda artık yok. Gereksiz çünkü. En ufak bir hastalığın, veya hastalığı boş verin, birkaç öksürüğün bile ölümünüze sebep olacağı bir zamanda; ilaç kavramı da yok edilmişti. Morglar kalmıştı sadece. Yollarda yürürken düşüp ölen insanlar için seyyarları bile vardı.
...
Akşam olduğunda, sarı mavi parlayan güneş batıyordu. Eve dönüş yolculuğum boyunca camdan dışarıyı seyrettim. Ağızlarından iç organları dökülen yaşlılar; kaldırımlara böbrekleri, dalakları, bağırsaklarıyla birlikte kalan kuvvetlerini de damla damla bırakıyorlardı. Ölüyorlardı ve kimsenin umrunda değildi. Otuz beşinden sonra zaten yürüyen ölülerdi, kimse gözünü bile kırpmazdı o bunaklar için.
Ben, neslim, türüm; çok da kolay şaşırmıyoruz artık. Ayağını masanın kenarına çarpıp düşen, öyle ölen insanlara şaşırmıyoruz. Beş defadan fazla hapşırdığı için kalbi yavaş yavaş atmayı bırakan bile ölürken şaşırmıyordu, üzülmüyordu. Sitem ediyordu yalnızca. Günde iki defa alması gereken ilacın tüm kutusunu birkaç günde bitiren atalarına; yakıcı, kazan dolusu kaynayan bir öfke duyuyordu.
Yüzyıllar önce yaşamış, birkaç günlüğüne bile yatakta yatıp uyumaktan korkan pısırık büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-dedelerimiz yüzünden; kalplerimiz artık birkaç öksürükten sonra pes ediyordu ve bunu dert etmiyorduk. Birkaç şınav çekmeye çalışan ve oracıkta kollarını kıran aptallarınsa, vay haline!
Araçtan indim ve evimin ön bahçesine serilmiş cesetlerin üzerilerinden dikkatle geçtim. Kapıyı açtım ve odama girdim, bilgisayarıma açılması için komut verdim.
Hazır evde kime yokken müzik dinlemek istiyordum. Ailem müzik dinlememden çok korkardı, çünkü sesini doğru ayarlamazsam kulak zarlarım patlayabilir ve kalıcı olarak sağır kalabilirdim. Eskiden devasa kulaklıklarla otobüste, evde, yolda yürürken son ses müzik dinleyenlerin mirası. Onlara, ve gece kulüplerine giden ahmaklara selam olsun.
Sorun, hiçbir zaman beklediğin bir şeyin olmasıyla ortaya çıkmaz. Yani demem o ki, canınızı en çok sıkacak şeyler hep beklenmeyenlerdir. Sizi hazırlıksız yakalayandır.
Mutfağa gittim ve bir bardağa ılık su doldurdum. Süzgeçle içindeki pislikleri topladım. Önceki nesiller içilebilen suyla saatler süren duşlar, banyolar almamış; tuvalet sifonlarına içme suyu doldurup boşa harcamamış olsalardı, belki şu an birilerinin arıtılmış sidiğini içiyor olmazdım. Ama buna da sevinebilmeyi öğrenmiştim. Benden sonrakileri çok daha kötüsü bekliyor olacaktı.
Hep onların suçuydu, şu ‘öncekiler’in. Aldığımız her nefesin ayrı bir işkence olmasının sebebi insanoğluydu. Yedi katlı cehennem gerçekten vardı ve zemin katı Dünya’ydı.
Mutfak tezgahının önünde elimde tozlu bir su bardağıyla duruyor; bir yandan düşünüyordum. Dışarıda yürürken ayağı takılanları, kalp krizi geçirenleri, yanlışlıkla birbirlerine çarpınca oracıkta bütün kemikleri kırılan yabancıları...
Alışmıştım artık, sıkıntı değildi hiçbir şey.
Kendimi tutamayıp sert bir şekilde hapşırdığımda kendimi öldürebileceğim ihtimali sorun değildi.
Bunların hepsi olağandı ve normaldi.
Dedim ya; sorun, hazırlıksız yakalandığınızla başlar. Beklenmeyenin gerçekleşmesiyle başlar.
Sorun sokaklarda can çekişerek ölen insanlar, seyyar morgların onları kaldırıp yakmalarını sessizce bekleyen cesetler değildi. Bunu bekliyorduk zaten.
Beklemediğimiz şey ise, ölülerin ayağa kalkmaya başlamasıydı.
Sentetik Distopya kitabım an itibariyle yayımlanmıştır. Bu hikayeyi sizinle şahsen paylaşmak istedim, ilgilenirseniz kitabı tüm kitap sitelerinden temin edebilirsiniz.
Sevgiler ve saygılarla.