Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - laklak luna

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6 ... 10
46
Kurgu İskelesi / Ynt: Ölümü Sevmek
« : 10 Mart 2010, 17:35:29 »
Neutron:
İlgin için çok teşekkrü ederim, eğer bir iki yorum daha gelirse hemen koyacağım, söz. *-*

Kızıl Gölge:

Önsözü geliştirmeyi ben de düşünüyorum ama sanırım bütün hikayeyi bitirdikten sonra bunu yaparım. Üstünden geçerken. Ve dediklerini düzeltmeyi unutmayacağım. (:

İlk bölüm hakkındaki düşüncelerin için de çok teşekkür ederim. (:
Sorularına bölümler ilerledikçe cevap bulacaksın, o yüzden tadı kaçmasın diye susuyorum bu konuda. .D
Şunu söyleyebilirim ölüm olan karakterimiz ne yaratık, ne vampir. Topladıkları kalpleri ise yaşamak için kurban ediyor diybilriiz. Onun da cevabı gelecek zaten.
Açıkçası daha nasıl bağlanacak ben bile bilmiyorum diyebilirim. Başını ve sonunu belirlememe rağmen henüz oluşmadı hikaye, yazdıkça gelişiyor, temennim sonunun bir hayal kırıklığı olmaması. .D
Okuduğun ve yorum yazdığın için çok teşekkürler. (:

47
Kurgu İskelesi / Ynt: Ölümü Sevmek
« : 09 Mart 2010, 17:15:42 »
Asjdsklşadsf, bilmiyorum ama kollarını ayaklarını tımarhanelik gibi sallayınca oynuyor oluyorsun. .d

Eğer bir iki kişi daha beğenirse koyacağım 2. bölümü de. ^.^

48
Kurgu İskelesi / Ynt: Ölümü Sevmek
« : 08 Mart 2010, 18:48:14 »
Şimdi kalkıp kolbastı yapacağım var ya. .d
Eğer yazmak istiyorsan ve yazıyorsan kimsenin ne diyeceğini düşünmeden yaz derim ben. Kendine haksızlık etme sen de o zaman, eminim ki güzel yazıyorsundur. (: Görmek isterim hani. ^-^

49
Sinema / Ynt: Johnny Depp 'Alice Harikalar Diyarı'nda
« : 08 Mart 2010, 18:07:37 »
Biri şu çevirmenlere söylesin isimleri çevirmesinler ya. Filmi izlemeden önce bas bas bağırdım afişi görünce "ALİS NE YA, DALGA MI GEÇİYORSUNUZ SİZ BENLE?!" diyerekten. Bir de çocuk filmleri bölümüne koymuşlar, onalra kocaman bir "okbay" dedim.
Ha 3d'nin sadece Türkçe gelme olayına da ayrı kıl kaptım, şaka mı yapıyorlar, dalga falan mı geçiyorlar?
Ben bu filmi adam gibi izlemek için en az 5 aydır - en az - bekliyorum abi.
Türkçe nedir ya? Willy Wonka'nın sesini kullanarak çevirmişler Mad Hatter'ın cümlelerini.
Ona da ayrı bir "okbay" dedim.

Ama filme girince her şeyi bir kenara bırakmaya çalıştım. İzlerken efektlerle ve oyunculukla süslenmiş o düyaya daldım direk hatta.
Seslendirme her ne kadar b.kum gibi olsa da, her ne kadar afişte Alice'i "Alis" diye çevirmiş olsalar da Tim amcam yine döktürmüş, akıyor filmden Tim Burton yapımı olduğu, ciddiyim onun yaptığını bilmesem bile o yapmış derdim. .d

Johnny Depp yine harikaydı. O adama zaten tapıyorum. Helena da aynı şekildeydi ama bana çok az rolleri varmış gibi geldi, doyamadım onlara. ;D Alice'i oynayan kız da çok iyi seçilmiş, uymuş role. Bana en saçma gelen Anna Hathaway'in her yerinin bembeyaz kaşlarının simsiyah olmasıydı. .d Bir kaşı boyamak bu kadar mı zor yahu? .d Yine de White Queen'e uymuş kadın şaka maka. Hele o ben-aslında-bale-eğitimi-aldım yürüyüşü falan öldürdü beni. .d Cidden hani kanında kötülük bulunan ama iyiliği seçmiş bir kraliçe gibi davranıyordu ayrıca.
Imm filmde en çok şu nargile içen tırtıla güldüm. Acaba nerden düşünmüş Tim amca, yurtdışında var mı ki böyle bir şey dedim kendi kendime. .d

Aslında olay çok kısa bir sürede gerçekleşmesine rağmen sanki yıllar sonra oluyormuş gibi hissettim, filmden çıkınca "Neden döndük ki ya Wonderland'den?" dedim. .d

Sonunda Alice'in seçimine üzüldüm hani, keşke bırakmasaydı onları. :/ Ben bırakmazdım sanırım. .d
Müzikleri ise harikaydı filmin. Danny Elfman yine döktürmüş, taptım her bir müziğe ayrı ayrı. Almost Alice albümünden sonra ilaç gibi geldi. .d Gerçi o albümde de güzel müzikler vardı ama tabii orjinal soundtrack gibisi yok. (:
 
Yani eğer kısa kesecek olursam tavsiye ederim herkese ama orjinalini, bulabilirseniz eğer.

50
Kurgu İskelesi / Ynt: Ölümü Sevmek
« : 08 Mart 2010, 17:48:25 »
Yazdıkların, yorumun için çok teşekkür ederim.  :melk
Amatöre benzemiyor muyum cidden? *-* Aslında ilerde yazar olmak istediğim meslekler arasında ama birinden böyle bir şey duymayı beklemiyordum. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.  :hihi Kendimi çok ezik hissetmiştim birkaç hikayeye bakınca. .d
Tekrar çok çok çok teşekkürler. (:

Not: Başlığa mesaj geldiğini görünce pek sevindirik oldum yahu. .d

51
Kurgu İskelesi / Ynt: Unicorn
« : 17 Şubat 2010, 18:16:27 »
Biraz daha görsel olabilirdi sanki yazı, fazla düz geldi bir an öyle görünce. Bir de segraron'a da katılıyorum, imla daha düzgün olabilirdi. :) Ama içeriği, konusu, anlatım biçimin, duyguyu aktarman çok güzel olmuş. Eline sağlık. :)

52
Kurgu İskelesi / Ynt: Gece Perisi - I -
« : 17 Şubat 2010, 18:07:57 »
Ellerin dert görmesin, mükemmel. *-*
Kendimi hikayede gibi hissettim, sonunda üzüldümsü gibi oldum.
Yine de dediğim gibi, mükemmel.  :hihi

53
Çok keyifle okuduum, gerçekten çok başarılısın. Eline sağlık!  :melk

54
Kurgu İskelesi / Ölümü Sevmek
« : 16 Şubat 2010, 19:00:53 »
Pek fantastik sayılmaz sanırım hikayem. Ama paylaşmak istedim, umarım sorun olmaz ve beğenirsiniz. (:

Ölü birini sevebilmek imkânsızdır…

Peki ya ölümün kendisini seviyorsanız?

Her gece rüyalarınızda ‘ölümü’ görüyorsanız?

Yavaş yavaş ölüme çekiliyor ve bundan korkmuyorsanız?

Kasabaya taşınan yeni çocuk hakkında kimsenin bilgisi yoktur; Nereden geldi, nerede oturuyor ve neden burada… Pek de merak edilmez gerçi, çünkü Death ilgi çekmeyen bir tiptir ama korkunç bir özelliği vardır kimsenin bilmediği; O ölüdür. Hatta ölüden de ötedir; Ölümdür.

Dawn ise okuldaki en popüler tiplerdendir ve herkes onun yanında küçük bir yer alabilmek için yarışır. Ama onun da o maskesinin altına sakladığı ve kimsenin tahmin edemeyeceği bir özelliği vardır; O, ölümü hissedebilmekte, nerde, ne zaman olacağını bu sayede tahmin edebilmektedir. Aslında o yaşamdır.

Ve yaşamla ölümün yolu ise garip bir biçimde kesişmiştir; Acı dolu bir aşkla ve vahşi cinayetlerle.


Önsöz: Katil

Koşuyor, koşuyor…

Issız gecede yolunu şaşırmış bir kişi daha var önünde şimdi. Kendinden geçerken koparacağı bir gül, bir hayat daha. Ama o bunu yapmalı, bir cesetten fazlası olmak için, tekrar toprağa dönmemek için, bir gece daha rüya görebilmek için…

Kurbanının hızlı solukları onu kendinden geçiriyor adeta, düşünmesini engelliyor; Şimdi o avcı, o Azrail, o ölüm… Yaşam tehlikeli bir oyundur; Zayıflar ölür, tek güçlü yaşar... O zayıf değil… Birkaç saniye içinde ‘zayıf olanın’ solukları kesilince kendisini bir defa daha karanlık geceden kurtaracağını biliyor ve hızlanıyor.

Ve elini uzatıp saçlarından tutuyor onu. Yere düşerken duyduğu çığlık içindeki vahşi arzuyu körüklüyor. Yerde debelenen kişinin birazdan sona erişeceğini bilerek gülüyor acımasızca ve aradığı şeyin ne olduğunu düşünüyor birden. Kulak verince sessiz geceye duyuyor yükselen ritmi… Ellerini hızlıca çarpan o şeyin bulunduğu yere koyuyor hiç düşünmeden, parmaklarını bastırıyor, kurban çığlık çığlığa debelendikçe vuruşların sesi hızlanıyor…

Elleri insanın vücudunu delip geçiyor ve sıcak kanın dışarıya akışını seyrediyor. Parçalıyor alması gereken şeye ulaşmak için bütün bölgeyi, elleri değiyor sıcaklığa, dışarı çıkartıyor, taparcasına başının üstünde kaldırıyor ve sevgiliye sarılırcasına kollarının arasına alıyor. Kalbi öpüyor ve dudaklarına bulaşan topraklı kanı temizliyor diliyle. Kokuyu içine çekince kendine geliyor biraz…

Zavallı kurbanına bakıyor, sonra da kalbe… Buna değdiğini düşünürken kızdan uzaklaşıyor ve ona hayatını tekrar verecek olan, yeni bir günü görmesini sağlayacak olan şeyi sıkı sıkı tutarak koşuyor. Bahtsız kişinin ruhunun kendine aktığını hissederken ve lanetini tekrar anımsarken birinin yaşamını daha söndürse de güneş ışıklarının tekrar tepede parladığını görebildiği için şükrediyor.



1.

“Bir ölü daha... Bu hafta içindeki üçüncü cinayet.”

Bunu söylemesine gerek yoktu; En azından benim yanımda. Garip bir şekilde kâbuslarımın ertesi günü gazetelerde sapkın bir delinin yaptığı düşünülen cinayet haberleri yer alıyordu. Her kurban kalbi çıkarılmış bulunuyordu ve otopsilerde herhangi kesici bir aletin kullanıldığına dair ipucu da bulamamışlardı. Parmak izinden yola çıkmışlardı ki kayıtlarda o şekilde bir izin olmadığını görmüşlerdi. Peki, ben nasıl mı bu kadar çok şey biliyorum bu konuda? Cevap: Doktor bir babaya sahip olmam. Hem de bizzat bu konuyla ilgilenen, otopsileri gerçekleştiren ve eve gelip hepimize anlatıp midemizi bulandıran doktor bir babaya.

Babam gazeteyi masaya fırlattı ve sinirle ayağa kalktı. “Yine bir ceset inceleyeceğim yani!” diyerek aynanın karşısına gidip gömleğinin yakasını ve kollarını düzeltmeye başladı. Tamam, bu işte cerrahideki kadar iyi olduğunu söyleyemem. Annem de benimle aynı fikirde olacaktı ki, ellerini kağıt havluya silip koşaraktan 3 adım atıp mesafeyi kapattı ve babamı azarlayarak yakasını silip düzeltmeye koyuldu.

“Ah,Charles, ben olmasam gömlek de giyemeyeceksin, ne yapacağım seninle?..”

Babam gözlerini devirirken kendi kendine bir şeyler mırıldandı ve ceketine uzandı. İkisinin bu haline sırıta sırıta bakıyordum ki küçük kardeşim topuklarını vura vura, koşarak merdivenlerden inip atladı. Kendisi hiperaktiftir ve inanılmaz inatçıdır. Sanırım kardeşimi en iyi bu kelimelerle tanımlayabilirim.

“Daaaaaaaawn!!! Mısır gevreği bitmiş! Anneeeeee!”

Mısır gevreğimin sonunu da kaşıkladım ve yalandan kötü bir kahkaha attım.
“Üzgünüm, hiper-deli ama bugün okula gidecek olan benim. Annemle markete gider alırsınız on paket.”
Sandalyemi geriye ittirip gerindikten sonra yavaşça kalktım, çantamı ve montumu aldım, babamın yanına gittim.
“Hadi gidelim, ben hazırım!”

Babam aynaya son bir bakış daha attıktan sonra silah zoru kullanmama ramak kala kapıya döndü. Ben de aynaya geçip kendime bakabildim en sonunda. Pekala, üstümdeki krem rengi Lacoste marka kazak bayağı iyi duruyordu cidden. Tabii dar paça pantolonum da bir o kadar mükemmeldi. Bense… Kendimi aşırı beğenmememle birlikte çevremdeki çoğu kişi beni taparcasına seviyor. Her gün azından iki kişiden kıvırcık, turunç, kabarık saçlarıma bir iltifat alıyorum. Ya da mavi ve yeşil arasında karar kılamamış turkuazımsı renkteki gözlerime. Aynada kendime bir kez daha baktıktan sonra topuklarımın üstünde döndüm. Babam ayakkabılarını giyerken annemi öptüm ve hiper-delimin saçlarını karıştırdım. İthal yılan derisi Gucci çizmelerimi ayağıma geçirip fermuarlarını çektim ve babamın peşinden koştum. Arabaya atladığımda aniden ürperdim çünkü dışarıda hava sıcaklığı – 10 derece civarındaydı. Yani hava soğukluğu demek daha doğru olurdu aslında. Her neyse işte, montuma iyice sarınıp arabanın ısınmasını bekledim. Babam ise araba aynasına bakıyordu, Tanrı’m, bu adam neden bu kadar takıntılıydı ki? O aynaya bakınca elimde olamadan ön koltuğun ayna bölmeli gölgeliği açtım. Tamam, sanırım ben de onun kadar iyiyim bu konuda.
Beş dakika kadar bir süre motorun ısınmasını bekledik ve en sonunda babam anahtarı çevirdi. ‘Vırnn’ sesiyle araba kalkarken hemen klimayı açıp en sıcağa getirdim. Kısa bir süre içinde okulda olacaktım gerçi ama önümde ısıtıcı bir alet dururken soğuktan donmak stilim değildir.

Araba yolda sessizce ilerliyordu ve babamla konuşmuyorduk. Eğilip radyoyu açtım bu sefer. İçeriyi klasik müzik tınıları doldururken biraz ısınmış olmanın verdiği rahatlamayla kafamı koltuğa yaslayıp gözlerimi kapadım. Sıcak hava dalgasıyla uykum gelmişti açıkçası. Babam bunu fark etmiş gibi “Dün kaçta yattın, tatlım?” dedi.
Aslında bu soru pek uygun değildi. Bugün kaçta kalktın ve sonra niye uyuyamadın demeliydi. Gece gördüğüm kâbustan sonra kimse benden kafayı vurup uyumamı bekleyemezdi. Hele ben o rüyayı psikopat bir katilin gözlerinden görmüşsem ve onun hissettiği hayvani duyguyu hissetmişsem uyumamı bekleyen ancak o deli olabilirdi – ya da onun kadar deli biri. Hele hele, o ölen kızcağızın – ki sanırım bizim okuldandı korkusunu da yaşamışsam bu sırada, o psikopat – ya da onun kadar psikopat biri bile benim uyumamı bekleyemezdi. Son iki aydır gördüğüm dehşet rüyaları başkası görse büyük ihtimalle tımarhaneye falan kapatılırdı. Rüyaların korkunçluğu dışında bunların sadece birer rüya olmadığını da biliyordum ki bu daha beterdi. Yani demek istediğim; Kabuslarda aynı şekilde gerçekleştirilen ölümleri görüyorsunuz ve bunu yapanın aynı kişi olduğunu bir şekilde biliyorsunuz, kurbanları öyle ya da böyle tanıyorsunuz, onların yalvarışlarını duyuyorsunuz – bu sizi daha da acımazsızlaştırıyor – ve en sonunda iki tarafın hislerini de yaşarken bir can alıyorsunuz. Sonuç olarak şehirdeki katili durdurabilecek tek kişinin ben olduğumu biliyorum, onun hakkında tek kanıt bulabilecek olanın da. Ama ben bunu yapmak yerine, kırılan tırnağıma üzülüyorum ve bu kendimi insan gibi hissettiren tek şey, ucube bir deli olmamı engelleyen tek şey. Bunun beni kötü bir insan yapıp yapmadığını düşünüyorum sık sık. Kendimle çatışıyorum. Ama geldiğim nokta her zaman olmayı istediğim insan olmam gerektiği. İşte her rüyadan sonra da bunları düşünüyorum. Şimdi biri bana söylesin, bu psikolojiyle kim uyuyabilir ki? Babamın sorusunu “İki buçuk gibi uyuyabildim ancak, özür dilerim, bir daha olmayacak.” diyerek cevapladım. Babam “Hmm…” dedi ve bu kısa konuşmamız arabanın okulun önüne gelip durmasıyla bitti.

  Arabanın kapısını istemeye istemeye açtım ve soğuk sabah havası ciğerlerime dolup uykumu alırken montuma iyicene sarındım. Babama dönüp “Akşam evde görüşürüz.” dedim ve gülümsedim. O da bana “Görüşürüz, iyi dersler.” diye karşılık verdi gülümseyerek. Ne kadar takıntılı olursa olsun bu adamı seviyorum.
Arabadan inip kapıyı ittirdim. Sesli bir şekilde kapandı ve arkamı dönüp okuluma yürüdüm. Okulum ve evim Washington’ın küçük bir kasabası olan Darrington’da – ne uyumlu değil mi? – . Ailemle iki katlı bir evde, sakin bir mahallede yaşıyoruz. Buralarda genelde çok olay olmaz ve sıradan bir yerdir. Babam Charles Hill hastanede cerrah, annem Susanne Beatrice Hill ise yazar. Buraya iki sene önce Wetherby’dan annemin romanını tamamlaması için taşındık. – Yerleri daha yakından tanımak istiyormuş kendisi. Ne büyük saçmalık, babam bile oradan buraya taşımak zorunda kaldı işlerini… – Ve işte kardeşim Ryan Ethan’la bendeniz Dawn Beatrice – Annem ikinci adını zorla bana da koydurmuş, gelenek gibi bir şey(miş). Zavallı ben… – onların peşinde bu kasabaya geldik. Ben Darrington Lisesi’ne gidiyorum, kardeşim ise henüz okula gidecek yaşa gelmedi. Altı yaşında bir hiperaktif. Annem ondan zaman bulursa bu kasabayı geziyor ve edindiği bilgilerle kitabını yazıyor.

Merdivenleri çıkıp dolabımın olduğu koridora geldiğimde gözlerim Erin ve Matthew’u arıyordu. Bulmak çok da zor olmadı aslında; Kapağı açılmış bir dolabın önünde dört bacak gördüm ve sessiz adımlarla yanlarına gittim. Beni fark etmelerini beklemiyordum çünkü birbirlerini yercesine öpüşüyorlardı; Alışık olduğum bir manzara.
Boğazımı temizler gibi sesler çıkarttım ve ellerimi göğsümde kavuşturdum. Matt Erin’i bırakıp bana yaklaştı ve yanağıma bir öpücük kondurup sarıldı. Erin ise biraz memnuniyetsiz biz şekilde gülümseyip “Hoş geldin Dawny.” dedi. Birbirimize sarıldıktan sonra Matt kollarını ikimizin omzuma attı. Tam o sırada futbol takım kaptanı Josh yanımızda bitti. Evet, şunu söyleyebilirim ki bu okulda popülerim. Josh eğilip belime sarılınca parmak ucumda yükseldim ve ellerimi boynuna doladım. Kur yapar gibi “Seni özledim. Bir gün bile görmeyince özlüyorum, nesin sen ha?” dedi. Güldüm karşılık olarak. Bu çocuğun benden bir senedir hoşlandığını zaten biliyordum – çıkma teklif etmişti – ama her gün bunu bu kadar belli etmesi de saçmaydı hani. Her neyse işte. Orada durup bir süre konuştuk. Gelen geçen selam veriyordu, inekler aramızda yer almak istediklerini, gruplaşmış olanlar ise bizi kıskandıklarını bağırıyorlardı sanki.

Sonunda zil çaldı ve Matt Erin’le yiyişmeyi kesti. Ben de derin bir nefes alarak bu kalabalıktan ve kafası boş insanlardan kurtulacağım bir yere doğru gitmenin verdiği mutlulukla hızlıca İngilizce sınıfa yöneldim. Popüler olmak sıkıcı ve zor bir şeydi gerçekten. Sınıfa girdik ve herkes sırasına geçti. En arka dört sıra; Matt & Erin, Ben & Bliss. Diğerleri gibi derslerde sıkılmıyordum. Ya da öğretmenleri çekiştirmiyordum. Evet, okulun tek sevdiğim tarafı derslerdi. Ama onlar da çabucak bitiyordu işte. Tıpkı bu ders gibi. Zil çalınca yine sahte dostlarımla dışarı çıktım. Kimin eli kimin cebinde olayları dönüyordu çoğunlukla olduğu gibi. Bu ortamdan bir şekilde uzaklaşmalıydım. Bu yüzden canım sıkkınmış gibi yaptım ve futbol takımının yanından ayrılıp tuvalete yürümeye başladım.
Neden bilmiyorum ama kendimi kötü hissediyordum gerçekten. Belki rüyanın etkisi, belki de bu konuyu normalden daha uzun düşünmem belki de…

“AH! Önüne baksana sersem!” O ana kadar ne kadar hırsla yürüdüğümü ve ağladığımı fark edememiştim işte. Ve budalanın teki gelip bana toslamıştı. Kafamı sinirle kaldırdım ve bağırmaya hazırlandım ki gördüğüm… Gördüğüm kesinlikle beklediğim şey değildi. Şaşkın şaşkın bakan iki göz... Kumral saçlarıyla uyumlu, menekşe renginde… İnsanın kendini güvende hissedebileceği – O afetin karşısından biraz daha kilit halinde kalamazdım. Ben kendimi toparlamaya çalışırken beni omuzlarından tutup kendinden uzaklaştırdı. Tek bir söz söylemeden, sanki biraz önce hiç karşılaşmamışız gibi beni orada bıraktı ve kalabalığın içinde gözden kayboldu.

“Vay be…” Benle eş zamanlı olarak yanımdan gelen sesle ürktüm ve “Ay!” dedim ama bu kişi Erin’di. Her zaman olduğu gibi sessizce yaklaşmıştı.
“O kimdi Dawny? Futbol takımında olduğunu söyle lütfen.”
Hala şaşkınlığım geçmemişti, bu yüzden kafamı kaşıyarak “Bilmem ki…” diyebildim.


***

Öğle yemeği zili çaldığında gerinerek Biyoloji sınıfından çıktım. Erin ve Matthew ve diğerleriyle yemekhanenin girişinde buluşacaktık. Günüm garip bir şekilde sessiz geçiyordu. Yani sessiz derken mecazi değil. Okul gerçekten sessizdi. Herkes kendi işine bakıyordu, kimse yeni çocuğu fark etmemişti… Yeni mi, değil mi onu da anlamamıştım ya gerçi! Öğrenciden çok öğretmene benziyordu ama öğretmen olmak için fazlasıyla genç görünüyordu. Çarpıştığımız – ya da bana tosladığı – anı tekrar tekrar aklımdan geçiriyordum. Bir şeyi unutmuş gibiydim… Sanki bir duyum o an saf dışı bırakılmıştı… Sanırım…

“Sonunda! Nerede kaldın Betsy?”

Matthew bana yarım ağızla sırıtıyordu. Tanıdığım insanlar arasında bana en sık Betsy diyen kişiliktir kendisi. Onun için Dawn veya Beatrice değil, Betsy vardır ve bu saçma bir şekilde de olsa hoşuma gidiyor.
Matt burada ne halt olduğunu tek belli edendir. Tüm kızlara askıntılık yapar ve bunu saklama gereği duymaz. Yani neyse odur. Diğerlerinden daha gerçek olması hoşuma gidebilirdi aslında, tabii bana da sarkmasaydı. Ve o kadar her şeyi kurcalamaz. Kendine yaramayacak her bilgiyi de öğrenmek istemez. Şimdiki gibi;

“Geldim ya işte.”

Konuşmadı ve yarım ağız sırıttı. Ben de karşılık olarak sırıttım ve sırada yanlarına geçtim. Sıra derken de hani en öne geçtik demek istiyorum. Eh, popüler olmanın yararları Madde 5; Her zaman yemek sırasından kurtulursun.
Erin’le kol kola girmiş birazdan boşalacak masaya doğru yürümeye başladık. Ve Erin bana şu menekşe-rengi-gözleri-olan-çocuk hakkında hiçbir soru sormamıştı henüz. Evet, lafım ağzımda kaldı.

“Dawn, şu çocuk, bugün çarptığın, adı ne söylesene?”

“Sanki ben biliyorum da Erin. Unuttun mu, burada sen araştırıp öğrenensin. Yani işi şanslar.”
Bana bir an bozulmuş bir şekilde baktı ve hemen sonra yüzüne maskesini yerleştirdi, benim yaptığım gibi. Ve masaya ulaştığımızda aynı anda “Kim güzel hanımlara yer vermek istiyor tatlılar?” dedik. Bir anda iki kişiden fazlasına yetecek yer oluşmuştu tabii ki. Biz oturunca Matthew, Josh, Bliss, Mike ve diğerleri de geldi. Ve görev tamam. Masa bizimdi.

Otururken bir anda muhabbet başladı, Erin, ben ve Bliss parfümlerden konuşuyorduk ve erkekler de arabalarla kızların bacakları arasında gidip gelen sohbetlerine dalmışlardı. Hiçbir şey anormal görünmüyordu, normaldi. Ama bir anda beynime giren bir iğne varmış gibi, hayır, “bin” iğne varmış gibi bir ağrı başladı. Elmam elimden düştü ve bu acıya son verecekmiş gibi ellerimi başıma bastırdım. Gözlerim bir anda bulanıklaştı, şimdi çift görüyordum… Bir gölge… bir –

Tam yanımdan o çocuk geçiyordu, elimde olmadan ona baktım ve… Ağrı dindi. Çocuk bana bir an baktıktan sonra yürümeye devam etti. Ve düştü. Ve benim oturduğum masadakiler dahil herkes ona gülmeye başladı. Ve, ben ona yardım edemiyordum. Her ne kadar koşarak onu yerden kaldırmak istesem de bunu yapamıyordum. Peki ne yapabilirdim? Diğerleri gibi gülebilirdim. Güldüm de.

Ve o an kendimden gerçekten nefret ettiğim, ucubeliğin esas bu olduğunu düşündüğüm ilk sefer oldu.

 
Beğenenler olursa diğer bölümleri de ekleyeceğim.
Okuyanların yorumlarını bekliyorum olumlu ya da olumsuz lütfen. (:

55
Çizgi / Ynt: Karakalem Çizimler
« : 15 Şubat 2010, 19:47:29 »
Merlin ve Unicorn güzel imza.

Teşekkürler. (:

56
Mitolojiler / Ynt: 666 Korkusu
« : 15 Şubat 2010, 18:47:49 »
Hurafe bunlaaar, hurafeee. .d 666 benden korksun. .d

57
Sinema / Ynt: Yeni Ay | Film
« : 13 Şubat 2010, 03:31:24 »
Öyle bile olsa tüylerine kadar efekttiler. Yani daha başarılı yapabilirlerdi o efekti. (:

58
Diğer Fantastik Eserler / Ynt: Gece Evi Serisi
« : 13 Şubat 2010, 03:09:27 »
Şu anda 6. kitabı okuyorum. Of, hayatımın kitabı dememekle beraber çok aşırı bkötü bir seri olduğunu da düşünmüyorum. Konunun gelişimi, cinselliği, vampirleri çıkart Harry Potter'a çok benziyor bence. Okul olayı vs. Yine de bir süre sonra olaylar farklılaşıyor, zaten dili çok farklı. Bir günlük okuyor gibi oluyorsunuz. En rahatsız olduğum şey şu aşırı cinsellik olayı. Okurken tiksiniyorum... Vampirliği çok sıradan ve bayağılaştırmışlar.
 
Her şeye rağmen içindeki fedekarlık olsun, dostluk olsun, iyi - kötü mücadelesi olsun kurtarıyor seriyi.

Kısaca, eğer boş zamanınız varsa okuyun derim ben.

59
Sinema / Ynt: Rose Red Konağı..Stephen King
« : 29 Ocak 2010, 00:13:54 »
Hatırlıyorum, VCD'sini almıştı annemler, ben korkup izleyememiştim. Zaten onlar da bitirememişti filmi korkudan. ;D Sonra bir arkadaşıma verdim filmi de kurtulduk. ;D

60
Sinema / Ynt: Beetlejuice~Beterböcek
« : 29 Ocak 2010, 00:10:27 »
Pek severek izlemiştim, bayağı gülmüştüm de. Canım sıkıldıkça izleyemek istiyorum. DVD'sini bulurum umarım. İnternetten izleyince zevki çıkmıyor çok. :/

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6 ... 10