8. Bölüm
Birkaç saat uyumaya karar vermişlerdi fakat ikisini de uyku tutmuyordu. Bir süre sonra Wenona doğrulup bağdaş kurdu ve Dëwain’i de kalkması için dürtükledi.
“Yeterince beklemedik mi? Aradığım şey bir kitap ve o kütüphanede çok fazla kitap var. Bir an önce başlamam gerekiyor.”
“Bir an önce enselenmemiz gerekiyor mu demek istiyorsun?” Dëwain yine de doğrulup kızın karşısına oturdu. Wenona sabırsızca gözlerini devirdi. Ayağa kalkarak pencereden dışarıya, geceye baktı. Dëwain onun niyetini anlayarak kızın henüz sormadığı soruyu cevapladı, “Daha gece yarısı bile olmadı.” Bunun üzerine Wenona odada volta atmaya başladı. Dëwain kızın heyecanlı anına denk getirmenin sevinciyle sordu, “Aradığın şeyin tam olarak ne olduğunu söylersen işimiz kolaylaşacak, biliyorsun, değil mi? Hala benden saklayacak mısın?”
Wenona adımının ortasında durdu ve keskin gözlerle Dëwain’e baktı. “Bolkar’ın yaratılışında kullanılan bir büyü kitabını arıyorum. Mutlu oldun mu?”
“Tüy gibi hafifledim.” Dëwain aralarındaki bu sessiz savaşı kazanmanın gururuyla sırttı.
“E? Hangi raf, hangi kitap?” Alayla sordu Wenona, elfin buna cevap verebileceğini sanmıyordu. Dëwain ayağa kalkarak camdan dışarıya bakındı bir süre. Hala dışarıyı izleyerek cevapladı, “O kitabın bir raf numarası yok.” Wenona bu kaçamak cevaba burun büktü ve voltasına devam etti.
Sonunda gece ilerlediğinde ve ay zirveye vardığında Dëwain duvarın dibindeki çantasından siyah pelerinini çıkararak sırtına attı. Çantasını orada bırakarak kapıya yöneldi. “Şu ihtiyar kaçıkların dünyadan gizledikleri şeyleri öğrenelim.”
Odadan sessizce süzüldü elf. Çizmeleri sert taşta bile hiçbir ses çıkarmıyor, üzerindeki giysiler hiç hışırdamıyordu. Wenona da elinden geldiğince dikkatli ilerliyordu fakat korucunun hayli gerisinde kalıyordu. Dëwain’in her köşe başında kızı beklemesi gerekiyordu.
Sonunda kütüphanenin önüne geldiler ve Wenona, “Lütfen gıcırdama!” diye fısıldayarak kapının kulpunu tuttu. Fakat Dëwain durmamış, koridor boyunca ilerlemeye devam etmişti. Wenona’nın arkasında olmadığını hissedince dönüp eliyle gelmesini işaret etti.
“Sen nereye gittiğini sanıyorsun?” diye kızgınca fısıldadı Wenona, yanına vardığında Dëwain’in kolunu sıkarak. “Kütüphaneyi geçtin.”
“Aradığın türden bir şey orada bulunmaz, yasak kısımda bile,” diye cevapladı elf. “Fakat yolumuzun üzerinde benim aradığım şey var ve önce onu alacağız.” Sertçe çekerek kolunu kızdan kurtardı ve başını köşeden uzatıp yan koridoru incelemeye başladı. Burası gündüz ziyaret ettiği silah koleksiyonlarının ve demirci ocaklarının bulunduğu kısımdı. Her tarafın yarı duvarlarla, eşyalarla, gömme fırınlarla dolu olduğunu görerek memnuniyetle sırıttı; gerektiğinde saklanacak çok yer vardı. Eliyle kıza gelmesini işaret etti yine, geriye dönüp bakmadan koridora saptı ve hızla ilerlemeye başladı. Wenona önce kızgınlıkla geldikleri yöne baktı. Sonra dönüp çaresiz, elfi izledi. Korucunun ufak hesapları peşinde koşturmak istemese de burada dikilmek neye yarardı ki zaten.
Dëwain, gereksiz olduğu halde, adeta bir çocuğun oyun oynaması gibi, her duvarın ve tezgahın arkasına bir saniyeliğine pusarak koridoru geçti ve ocakların duvar diplerine sıralandığı büyük açıklığa vardı. Dëwain ne zaman bir şeyin dibinde çömelse sırtındaki pelerin şeffaflaşıyor gibi görünüyordu. Bu işi böyle ciddiyetsizce yaparken bile gizlenmedeki yeteneği belli oluyordu. Wenona, yüzünde küçümseyici bir ifadeyle, sanki lüks bir bulvarda gezermiş gibi yürüyerek geçti koridoru. Dëwain sabırsızca, yerinde sallanarak bekledi kızı. Wenona, elfin yanına vardığında, çevreye bakınmaya başladı. Nerede olduklarını hemen anladı ve sıkıntıyla gözlerini devirdi. Ona göre tüm bu metal yığınları zaman kaybıydı.
“Senin silah sevdandan sıkılmaya başladım,” dedi tehditkarca. “Unuttuysan hatırlatayım: emirleri ben veriyorum.”
“Emir vermek mi?” dedi Dëwain, neredeyse alayla. Sonra tekrar ağzını açtı ancak konuşmadı. Gözlerini kapayarak bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi bekledi.
Odadalar. Keşişler şüphelendi. Başkeşiş ‘sahanlığa’ gitti. Diğer keşişler Tapınak’a dağılıyorlar. Bir ses duymuş gibi kulak kabarttı. Wenona da, bir şeylerin altına girip saklanmaya hazır, bir işaret bekledi korucudan. Ancak göründüğü kadarıyla ikisinden başka kimse yoktu. Ve Wenona herhangi bir ses de duymamıştı. Sonra Dëwain heyecanla fısıldayarak kadının omzuna dokundu. “Bu taraftan.” Koşan birinden beklenmeyecek bir sessizlik içinde hızla boşluğu aştı ve doğu tarafındaki bir raf sırasına gitti. Wenona önce olduğu yerde kalıp elfi beklemeyi düşündü. Ama sonra merakına yenildi ve o da raflara doğru ilerledi. Dëwain’in uzanıp bir silahı aldığını gördü. Önceki ziyaretinde elfi adeta büyüleyen garip kılıçtı bu. Görünürde hiçbir büyülü özelliği yoktu. Nadir bulunan metallerden yapılmış da değildi. Yine de insana garip bir his verdiğini kabul ediyordu Wenona. Elf kılıcın kabzasını kavradı ve elinde nasıl durduğuna baktı. Hafifçe sallayarak, sanki böyle bir silahı anlayabilecek biriymiş gibi tarttı.
“Adı neydi?” Wenona, kendisine hayret etse de, elfin bu kadar ilgilendiği bir kılıcı öğrenmek istediğini fark etti.
“Yattakan. Barttel’in anlattığına göre tüm Daetrûn’deki tek kopyaymış. Fark ettiysen keskin tarafı içeride, yani bir palanın tam tersi. Uç tarafı orta kısımdan daha ağır: zırhları balta gibi parçalayabilir. Bunların bir çiftine ‘kelle koparan’ denirmiş. Yazık, sadece bir tane var. Kullanması büyük ustalık gerektirirmiş çünkü gördüğün üzere kabzayla bıçak arasında balçak yok, yani kendi elini kesebilirsin,” diye cevapladı Dëwain kılıca büyülenmiş gibi bakarak. Wenona, kendi kendisine, “Sadece adını sordum, geveze,” diye fısıldadı sinirle. Sonra Dëwain aniden silkelenip kendisine geldi ve bir başka raftan uygun kını alarak kılıcı içine koydu. Dönüp kıza baktı ve, “Buradaki ziyaretimiz sona ermek zorunda, gidiyoruz,” dedi sert bir biçimde.
“Hayır!” Wenona’nın sesi fısıltıyı aşmıştı. “Bu keşiş cennetine silah çalmak için gelmedim ben. Kütüphanelere geri dönüp aramalıyız.”
“Bak,” dedi Dëwain. İkna etmek için sesini anlayışlı bir tonda tutuyordu, “Aradığının gerçekten de önemli bir şey olduğundan hiç şüphem yok. Ancak bir sorun var: odamızda olmadığımızı öğrendiler. Şu anda bizi arıyorlar. Yakalanırsak ne olacağını ikimiz de biliyoruz. Sana söz veriyorum: beni izlersen seni aradığın şeye götüreceğim. Sadece biraz sabret. Aradığın şey hayatından daha mı değerli?”
Wenona cevabı biliyordu. Öyleydi. Açıkçası hayatının anlamı aradığı bilgiyle eşdeğerdi. Aklında başka sorular da vardı ancak şimdi cevaplar için zamanları yoktu. Sebebini bilmiyordu ama böyle anlarda elfe güvenmemek mümkün görünmüyordu. “Tamam,” dedi ciddileşip yüzüne hesap yapan bir ifade yerleşerek, “Eşyalarını alamayacağının farkındasın, değil mi, muhtemelen orada bizi bir tuzak bekliyor olacak.”
“Sorun değil, o yayı kendim yapmıştım ve katanalar da aile yadigarıydılar gerçi ama bu kılıç tüm kaybıma değer,” dedi Dëwain. “Ya sen? O elbise pek güzeldi.”
Dëwain’in muzip gülümsemesine burnu havada bir tonla cevap verdi kız, “Elbise için üzülecek kadar basit kadınlardan değilim ben, korucu.” Fakat Dëwain yürümek için dönünce Wenona’nın gözleri sıkıntıyla kısıldı, şehrin kapısı önünde bıraktığı çanta gelmişti aklına. Pek değerli kağıtlarını geride bırakmıştı. Onca zorlukla topladığı tüm o bilgiler… Buradan çıktığında gidip hala orada mı diye bakabilmeyi ummuştu. Dëwain bir el hareketiyle gelmesini işaret ettiğinde kafasını salladı ve kaybını düşünmemeye çalıştı. Daha sonra üzülürdü, şu anda dikkatli olmalıydı.
İlerlemeye başladılar. Koridora vardıklarında Dëwain bu kez hiç de çocukça olmayan bir tavırla fırınlardan birisinin içine saklandı ve Wenona’yı da hemen yanına çekti. Sessiz olmasını işaret ederek kulağını duvara dayadı ve gözlerini kapadı. Wenona korucuların toprağı dinleyebildiklerini biliyordu fakat bir binayı dinleyebileceklerini hiç düşünmemişti.
Baca yukarıya doğru on dört metre yükseliyor. Üçüncü metrede bir yarık var. İç avluya açılıyor. Wenona, korucunun işini zorlaştırmamak için nefeslerini bile yavaşlattı. Hazırlıklı olmak adına kimonosunun kollarını sıvadı ancak sonra hüzünle hatırladı. Burada yapamazdı. Kendisini çok güçsüz ve çaresiz hissetti. İlk kez kendi güvenliğini sağlayamayacağını fark etti. Yanındaki elfe güvenmek zorundaydı. Yine de, dönüp, duvarı dinlemekte olan genç adama bakınca, hayretle fark etti: belki de bu kadar çaresiz hissetmesi gerekmezdi. Sonra Dëwain neşeyle gözlerini açtı ve başını yukarıya kaldırdı. Baca metreler boyunca yükseliyor, gece karanlığında ucu görünmüyordu.
“Buraya doğru geliyorlar. İki dakika sonra burada olacaklar.”
Kapana kısıldıklarını belirtmiş birisine göre Dëwain hiç de sıkıntılanmış görünmüyordu. Bacadan çıkmayı düşünüyor olamazdı, değil mi? Elf, Wenona’nın ne düşündüğünü anlamış gibi kıza muzipçe göz kırptı ve “Saçmalama,” dedi. Sonra sürünerek dışarıya süzüldü ve sergilenen miğferlerden birini alarak kafasına geçirdi. Geri dönüp Yattakanı kının içinde Wenona’ya uzattı. Sonra çizmelerini çıkardı ve içlerinde gizli iki hançeri çekti. Wenona’ya kurnazca göz kırptığında kız somurttu. Kendisi çantasını tümden bırakmak zorunda kalmıştı ve elf içeriye silah mı sokmuştu! Dëwain ayağa kalkarak hançerleri sıkıca kavradı ve zıplayıp içlerinden birini baca duvarına sapladı. Sonra kendisini yukarıya çekerek diğerini bir kaya çatlağına soktu. Bu şekilde bir süre tırmandı. Wenona telaşla koridora bakındı. Elf çok fazla ses yapıyordu. İleriden gelen telaşlı ayak seslerini duyabiliyordu. Dönüp panikle Dëwain’e baktı. Seslenmeye cesaret edemeyerek sıçrayıp zorlukla ayağına dokundu dikkatini çekmek için. Dëwain aşağıya baktı ve Wenona anladı. Göz göze geldikleri bir saniye içinde sessizce beklemesi ve elfe güvenmesi gerektiği kızın aklında belirdi. Bunun Dëwain’in yaptığı bir çeşit akıl etkileme olduğundan şüphelenmesi gerektiği mantığının kenarlarında dolaşıyordu ama kız bunu yok saydı. İçgüdüleri elfin bakışı ile aynı şeyi söylüyordu.
Sonunda Dëwain, elf gözlerinin seçtiği o boşluğa gelince durdu. Tırmanmaktan yorgun düşmüştü ve tek eliyle tutunamayacağının farkındaydı. Bu yüzden kafasını boşluğa doğru uzattı ve deli gibi sallamaya başladı. Miğfer biraz sonra elfin sivri kulaklarından kurtuldu ve bir şangırtıyla boşluktan içeriye yuvarlandı. Metrelerce döne döne inerken çıkardığı ses baca sistemi boyunca yankılandı ve sonunda birkaç saniyelik sessizliğin ardından son bir şangırtıyla son buldu. Dëwain hançerleri sökmekle zaman kaybetmedi ve aşağıya atladı. Hızla çizmelerini giydi ve Wenona’nın elini yakalayıp onu da peşinden sürükleyerek koridorda deli gibi koşmaya başladı. Wenona ne yaptıklarından emin değildi ama elfe uydu ve yavaşlatmamak için bacaklarının elverdiğince hızlı koştu. Kimseyle karşılaşmadılar. Keşişler gitmişti.
Birkaç köşeyi döndükten sonra ikisi ayrı yönlere gidecek oldular ve neredeyse yere düşeceklerdi. Wenona dönüp kızgınlıkla, “Çıkış bu tarafta şapşal herif!” dedi. Dëwain ise sadece gülümsedi ve “Henüz çıkmıyoruz, sen daha aradığını bulamadın,” diye karşılık verdi. Wenona sinirle bir nefes verdi ve daha önce hiç gitmedikleri bir merdivenden yukarı katlara çıktılar. Issız, yıllardır kullanılmamış gibi görünen bir sahanlığa vardılar. Önlerinde bir kapı falan yoktu. Merdivenler bir duvarla bitiyordu.
“Cidden cinnetliksin.”
Wenona, bu kadar sinirli olmasa, durumla alay edip gülebilirdi. Fakat Dëwain onu umursamadı ve duvarı omuzlamaya başladı. Wenona tamamen şaşkına dönmüş bir halde, dönüp kendi başının çaresine bakmayı düşünürken, “Gel de yardım et!” dedi elf. Wenona tam da asla böyle aptalca bir şeye bulaşmayacağını ve geri döneceğini söyleyecekti ki duvar kaymaya başladı. Dëwain yorgun bir nefes verip dinlenmek için dizlerine doğru eğilirken duvar kaymaya devam etti ve sonunda bir geçidi gözler önüne serdi. Dëwain dönüp kendini beğenmiş bir yüzle Wenona’ya önden gitmesi için reverans yaptı ve alayla sırıttı. Wenona da sanki başından beri bunun olmasını beklemiş gibi azametle yürüdü. Dëwain de peşinden geldiğinde duvar tekrar yerine oturdu.
Wenona çevresine bakınmaya başladı. Yıllardır kullanılmayan bir yer için hayret verecek şekilde az ileride, yanan bir meşale duvara asılmıştı. Dëwain ilerleyip meşaleyi aldı ve yukarıya kaldırarak ışığı genişletti. İçeride ne olduğunu başta anlayamadı Wenona. Havada bir sis vardı ve her şeyin üzeri örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Meşale hariç; o, yeni görünüyordu. Sonra fark etti zar zor, ileride bir sıra raf ve üzerlerinde kitaplar vardı.
“Eğer aradığın burada da değilse,” dedi Dëwain küçük mağarada gezinerek, “hiçbir yerde değildir.”
Wenona mutlulukla kitaplara doğru yürüdü ve rastgele birini çekerek incelemeye başladı.
“Söylesene, o kılıçta bu kadar ilgini çeken nedir?”
Dëwain’in sesi bir yığın şangırtının arkasından cevapladı, “İçbükey tarafı keskin.” Bu açıklamayla Wenona’nın bir kaşı şüpheyle kalktı. Dëwain bir saniyeliğine dönüp Wenona’ya baktıktan sonra tekrar yığına dönerek eşelemeye başladı. “Hep böyle bir kılıç istemiştim. Ve tabii bunu tamamlayacak bir pala… Ah, işte bir tane var –vay, hem de mithril!” Wenona elindeki kitabı öylece yere bıraktı ve başka bir tane alarak, hızla sayfalarını çevirmeye başladı. Dëwain elinde meşaleyle yaklaşarak ışığı Wenona’nın incelediği kitaba doğru tuttu ve sanki rahat bir sohbet ediyorlarmış gibi devam etti, “Küçükken bana da köyümdeki herkese verildiği gibi bir takım katana verdiler. Büyük olanı gayet iyi kullanabiliyordum ancak kısa olan sorun oluyordu. Zamanla sol elimdeki kılıcın keskin tarafının içte olmasını istediğimi fark ettim. Bir keresinde gizlice demircinin dükkanına girip içini bileylemiştim. Güzelim katana ziyan olmuştu, babam çok kızmıştı. O kılıcı kınından hiç çıkarmıyorum farkındaysan, cidden berbat durumda. Dün bu Yattakanı görünce aradığımın bu olduğunu anladım. Elime çok iyi oturacağından eminim. Ya sen?” Merakla kıza baktı, “Aradığın burada mı?”
“Evet.” Wenona tam da elf sorduğu anda aradığı başlığı bulmuştu. Fakat gümüş rengi bir parlaklık dikkatini dağıttı. Başını çevirdiğinde parlaklığın elfin yeni palasından geldiğini fark etti. Bıçağı mithrildendi, üzerinde bilmediği çeşitte rünler kazılıydı, parlaklık da bu rünlerden geliyordu. Kabzanın altında ve tutulduğunda elin üzerinde kalan kısımda birer küçük bıçak daha vardı. Neden sonra gözünü silahtan alarak yere oturdu ve okumaya başladı. Gözlerini sayfadan ayırmadan, aynı anda okumaya da devam ederek sordu, “Burayı nasıl bildin? Çıkışın tutulduğunu söylüyordun ama kimse yoktu. O miğferi attığın yere mi gittiler yani? Bu çok ezik bir numaraydı, yemelerine şaştım doğrusu.”
“Ben de,” dedi Dëwain kızın yanına oturarak, “Keşişleri zeki sanırdım. Esas amacım buranın girişindeki sahanlığı temizlemekti; bu meşaleyi burada nöbet tutan keşiş yakmış olmalı. Bizi bulamadıklarında ilk önce burayı korumak isteyeceklerini düşündüm. Aslında pek umudum yoktu ama aklıma da başka bir yol gelmedi. Her neyse, sonuçta yakalanmadık.”
“Diğer sorudan kaçıyorsun,” dedi kız kurnazca, “Burayı nasıl bu kadar iyi biliyorsun? Seni tanıyora benzeyen tek bir keşiş bile yoktu. Daha önce buraya gelip de kimseye görünmemiş olman imkansız.”
“Sen benim sorularıma hemencecik cevap vermemiştin, değil mi, hanımım?” dedi Dëwain aynı kurnazlıkla. “Bırak bu da benim sırrım olsun.” Tekrar yeni bulduğu pala ile ilgilenmeye başlamıştı bile.
“Sen bilirsin,” diye umursamazca cevapladı kız. Konuşmayı bıraktı. Yazanlar ilgisini çekmeye başlamış gibiydi. Hızlıca sayfayı çevirdi. Bu hareket Dëwain’in kitaba bakmasına sebep oldu. Kızın gözlerinin kayarcasına eski harflerin üzerinde dolaştığını gördü. Dëwain okuyamıyordu fakat Wenona’nın okuyabildiğine de emin olamamıştı. Sonra Wenona pervasızca sayfayı çekip kopardı ve kitabı öylece yana bıraktı. Sayfayı katlayıp belindeki kuşağa sıkıştırdı ve gülümseyerek Dëwain’e baktı. Kızın gözlerinde yeşil ışıklar dans ediyor gibiydi. Anlaşılan gerçekten de önemli bir şey bulmuştu. Artık her neydiyse.
“Demek muradına erdin,” dedi elf. “Neyse. Buradan gitmeliyiz.”
“Hayır,” dedi Wenona bıçak gibi bir sesle. “Önce bir şeye daha cevap vermen gerekiyor. Odamızda olmadığımızı nasıl anladılar? Durduk yere gece vakti neden gelmişler ki? Daha da önemlisi sen bunu nasıl anladın?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Abbot’u önlem olarak odada bırakmıştım, o söyledi,” diye cevapladı. “O kuşla aramda zihinsel bir bağlantı var.” Wenona’nın şüpheli bakışlarını fark edince de “Hey, unuttun galiba, ben korucuyum,” dedi. Başını sıkıntıyla sallayarak ayağa kalktı ve geldikleri tarafa doğru ilerledi. Wenona da peşinden koştu ve duvarla arasına girerek elfi durdurdu.
“Yine sorudan kaçıyorsun,” dedi artık sabrı kalmadığını belirten bir sesle, “Odamıza neden geldiler? Dëwain! Cevap ver!”
Elf teslim olmuş bir şekilde kızın yüzüne baktı ve “Birisi seni arıyormuş,” dedi. “Geç saatte gelmiş ve ortalığı birbirine katmış. Keşişlerle dövüşmüş ve yakalanmış. Sorduklarında da senin adını vermiş. Seni görmek istiyormuş. Bütün bildiğim bu.”
Wenona duygularının yüzüne yansımaması için büyük bir çaba göstermek zorunda kaldı. Danita mı gelmişti? Hayır. Bu olanaksızdı. O kadın buraya giremezdi. Bu yüzden bu iş Wenona’ya kalmamış mıydı zaten? Kız emindi; gelen başkasıydı. Yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi.
“Yine senin köylüler olmasın?” Alayla adamın omzuna vurdu.
“Hayır.” Dëwain çok ciddi görünüyordu. “Dedim ya, seni arıyormuş.”
“Adı!?” Wenona bu kez kontrolü bir kenara bıraktı ve ellerini Dëwain’in omuzlarına koyup adamın gözlerine bakarak sordu, “Kimmiş? Kuş, adını öğrenememiş mi?”
“Üzgünüm,” dedi Dëwain, “Bütün bildiğimi söyledim Wenona.” Meşaleyi yere attı ve çizmesinin topuğuyla basıp söndürdü.
Wenona elfin doğru söylediğini biliyordu. Öyleyse kimdi? Başka kim Wenona’yı arıyor olabilirdi ki? Onu tanıyan ve hala nefes alan başka kimse yoktu. Bu durum sinirini bozuyordu. Bunun iyi bir şey olamayacağını hissetmeye başlamıştı. Üzerindeki tozu silkeledi ve sertçe duvarı omuzladı. Koca taş deminkinden çok daha hızlıca kayıp çekildi ve Wenona yine önden gitti. Birbiri ardına koridorları geçti ve az önceki kavşağa vardıklarında sollarındaki koridordan keşişlerin bağırışlarını işittiler. Durup düşünmeden sağdaki koridorda koşmaya başladılar. Dëwain hızlanarak Wenona’nın önüne geçti ve palasını önünde tutarak ilerlemeye başladı. Diğer elinde hala sönmüş meşaleyi taşımaktaydı. Wenona sıvanmış kollarına baktı. Sonra da elinde tutuğu garip kılıca. Bir kez daha elfe güvenmekle kendisini aciz hissetmek arasında gidip geldi. Ne var ki bu konuda çok uzun düşünemedi. Dëwain ani bir dönüşle bir kapıyı açtı ve Wenona’yı da kolundan tutarak içeriye çekti. Kapıyı çarparak kapadı ve keşişleri durduracağını umduğundan değil de alışkanlıkla kilidi çevirdi.
İkili birkaç saniye durup soluklandılar. Geldikleri yer bir yatak odasıydı. Tam da bir keşişin yaşayacağı şekilde, dekoratif olmaktan alabildiğine uzak, mobilyasız, soğuk bir tarzdaydı. Yerde bir halı, duvarda bir tablo yoktu. Odadaki yegane eşyalar yerde duran bir döşek ve köşedeki ayaklı şamdandı. Taş duvarları bölen bir şömine ve hemen üzerindeki pencere dışında her tarafı aynı görünüyordu. Bir kutunun içindeymiş hissi veriyordu. Kendi yattıkları odadan bir farkı yoktu. Wenona Tapınak’ın ne tarafında olduğunu bilmediğini fark etti; tek başına buradan çıkamazdı. Dëwain koşup pencereyi açtı ve sarkıp iki kat aşağıdaki avluya baktı. Wenona da yanına gelip sıkışarak son umutlarının da kayıp gittiğini gördü.
Aşağıda, taş döşeli iç avluda altı keşiş vardı. Başkeşiş de aralarındaydı ve elinde Dëwain’in şaşırtma için kullandığı miğfer vardı. Adam miğferi yukarıya kaldırdı ve yaşından beklenmeyecek gür bir sesle, “Buradan çıkış yok, hırsızlar!” diye bağırdı, “Bizleri bu basit numarayla kandıracağınızı sandınız ancak yanıldınız. ‘Dingin bir aklın kurnaz bir zekadan daha üstündür.’ O demirci kanadından pek çok çıkış vardır, orada izinizi kaybettirebilirdiniz ancak bulunduğunuz odanın hiç çıkışı yok. Günahlarınızın bedelini ödeyecek–!”
Dëwain keşişin lafını bitirmesini beklemedi. Elindeki sönmüş meşaleyi avluya fırlattı ve Wenona’yı geri iterek pencereyi hızla kapattı. Koşup ayaklı şamdanı aldı ve ters olarak kapının koluna dayadı.
“Çıkış olup olmadığını göreceğiz, dingil akıllı!”
“Faydası yok. Bizi kapana kıstırdılar. İşimiz bitti.”
Dëwain Wenona’yı dinlemedi. Gözlerini kapadı ve yine sadece kendisinin duyduğu bir sesi dinliyor ya da bir şeyleri hatırlamaya çalışıyor gibi göründü. Wenona bu kez bir faydası olacağını sanmıyordu. Yine de elfin konsantrasyonunu bozmadı. Fakat sonra koridorda birbiri ardına kapıların açıldığını duydu. Sıra birazdan bu odaya gelecekti. Sıradan, ahşap bir kapıya dayanmış dandik bir şamdan hiçbir keşişi uzun süre tutamazdı. Wenona panikle Dëwain’i sarsmaya başladı. Artık elfin bir şey yapması lazımdı. Bu durumda her ne yapılabilirse.
Odaların hepsi şömine bacalarıyla bağlı. Koridor boyunca karşılıklı dizilmiş on sekiz oda var. Koridorun batı ucu güney ve kuzey koridorlarına bölünüyor. Her birinde on ikişer oda var. Her bir koridor aşağı katlara inen merdivenlerle bitiyor… Dışarıda, koridorda, dört keşiş var. Geceleri tapınakta sadece on beş keşiş oluyor. Üçünü kadın yaraladı. Beşi hala iç avluda, Başkeşiş ‘sahanlığa’ dönüyor… Muhafızlar güney kapısının dışındaki surlarda bekliyor. Dëwain aniden gözlerini açtı ve şömineye seğirtti. “Biraz üstün başın pislenecek saygıdeğer hanımım, idare edeceksin artık.” Sesini, içinde oldukları duruma göre akıl almaz bir şekilde yüksek tutmuştu. Yere eğilip emekleyerek şömineye girdi.
Wenona inanamayarak elfin poposuna baktı bir süre. “Cidden, baca numarasını tekrar yiyeceklerini sanmıyorsun herhalde.” Dëwain cevap vermedi. “Dëwain, bu işe yaramayacak,” içgüdüsel olarak fısıldamıştı, “Hey! Sana diyorum.” Ayağıyla Dëwain’i sertçe dürttü.
Elf, kızgın, gecikmeden dolayı memnuniyetsiz bir yüzle geri çıktı ve, “Eğer sen kapıdan girecek olan dört keşişle dövüşmeyi tercih ediyorsan diyecek bir şeyim yok,” dedi. Sonra da tekrar bacaya girerek duvardaki çatakları yoklamaya başladı. Wenona, çaresiz, peşi sıra şömineye girdi.
İçerisi beklediğinden daha genişti. İkisi ayakta, her ne kadar vücutları fazlaca yakın olsa da, eğilip bükülmeden durabiliyorlardı. Dëwain zorlanarak pelerinini çıkardı ve Wenona’nın sırtına attı. “Bunu giy. Gizlenmene yardımcı olacaktır.” Palasını da uzatınca Wenona’nın iki eli de dolmuş oldu. Dëwain kafasını kaldırıp bir süre inceledikten sonra kollarını uzatıp bir yerlere tutundu ve tırmandı. Bacakları Wenona’nın kafasıyla aynı hizaya gelince durdu. Ayaklarını açarak iki yana dayadı ve öyle dengede durdu. Aşağıya eğilip ellerini Wenona’ya uzattı. Kılıçları kimonosunun belindeki kuşağa sıkıştıran kız, nasıl olup da bu şekilde saçma sapan saklanarak kurtulabileceklerini bilemese de elfe uydu ve uzatılan elleri kavradı. Dëwain kızı çok zorlanmadan çekti. Gücü narin vücudundan beklenmeyecek kadar çoksa da göründüğü kadar hafifti. Kızı kendi seviyesine kadar çıkardı ve ellerini koyabileceği yerleri gösterdi. Uygun olan yerler Dëwain’in arkasında kalıyordu. Wenona iç çekerek adama sımsıkı sarıldı ve ucu ucuna duvardaki oyukları bulup tutundu. “Ayaklarını belime sarmalısın. Ellerimle de tutunmadan ikimizi uzun süre taşıyamam.” Wenona fazlaca yakın olduğu yüze sinirle baktı. Bu kadarı da fazlaydı. Fakat sonra kapının kırılma sesi geldi. Dëwain elleriyle Wenona’nın kalçasını kavradı ve kızı yukarıya itti. Wenona da elfin istediği şekilde durdu. Şimdi pelerin Wenona’dan daha uzundu, Dëwain’in ayaklarına kadar geliyordu. Dëwain, ellerindeki son saniyede, zar zor duyulan bir fısıltıyla, kıza bacaklarını gerçekten sıkı sarmasını söyledi. Wenona bu isteğe uydu ve tatsızlık verici bir sertlik hissetmemeyi umdu. İkili, kalplerinin atışlarını boğazlarında hissederek ve Zakamura’nın geleneksel kimonolarının ne kadar ince kumaştan yapıldığını düşünmemeye çalışarak, iki keşişin kafalarını uzatıp baktıklarını duydular. Keşişlerden birisi bacadan tırmanmış olabileceklerini söyledi. Diğeri bu kadar da salak olamayacaklarını belirtti. Sonra başka bir keşiş, odanın dışından seslenir gibi boğuk gelen bir sesle, hırsızların her zaman salak olduklarını, hep aynı bayat numaraları kullandıklarını söyledi. Son keşişin içeriye koşan ayak sesleri geldi. Adamın camı açıp aşağıya, avludaki keşişlere bağırdığını duydular, “Yukarı gelmelisiniz, hırsızlar bu kez sahiden bacaya girdiler! Dördümüz tüm odaları tutamayız!”
Ardından karışık ayak sesleri duydular. Wenona anlayamadı ancak Dëwain ayırt edebildi. Üç keşiş odadan çıkmışlar, koridor boyunca koşmuşlardı. Bir tanesi kuzeydeki, diğeri de güneydeki merdivenleri tutmuştu. Üçüncüsü doğuya yönelmiş, Dëwain ve Wenona’nın bu koridora geldikleri tarafı tutmuştu. Ve dördüncüsü de odanın önünde, yüzü karşı kapıya dönük bekliyordu. Dëwain bir kez daha emin oldu ki o çok şanslı birisiydi. Yüzüne kurnaz bir gülümseme yerleşti. Wenona bu gülümsemeyi yanlış yorumlamış olmalıydı ki elfe onu boğazlayacakmış gibi bakıyordu. Dëwain de hemen Wenona’nın boynundaki pelerini çözdü. Pelerin aşağıya düştüğünde hiç de umulmayacak şekilde dümdüz açıldı ve tek bir toz dahi havalandırmadı. Wenona’nın şaşkın bakışlarına gözleriyle aşağıyı işaret ederek karşılık verdi Dëwain. Wenona, artık işin mantık sınırlarından çoktan çıktığını düşünerek, pervasızca elfi bıraktı ve pelerinin üzerine indi. Şaşırarak çizmelerinin hiç ses çıkarmadığını fark etti. Hemen bir saniye sonra da Dëwain indi ve Wenona’yı yere çekerek pelerini üzerlerine battaniye gibi örttü.
Şimdi, şöminenin karanlığında, normal gözlere görünmeleri mümkün değildi. Wenona neden beklediklerini anlamıyordu. Beklemekle ne elde edeceklerdi ki? İşte, kapıda tek bir keşiş vardı. Bu koftiden savaşçı bile tek bir keşişi alt edebilirdi herhalde. Fakat Dëwain’in bakışları Wenona’nın gözlerini yakaladı ve kız bir kez daha sadece gözlerine bakarak ne yapmaları gerektiğini anladı. Öyle, kucak kucağa, pelerinin altında oturarak ve birbirlerinin gözlerinden başka hiçbir şey göremeyerek birkaç dakika beklediler. Sonunda koridorda yaklaşan pek çok ayağın sesi yankılandı. Dëwain yavaşça hareket etmeye başladı. Wenona da elfi şaşırtarak ona uymayı başardı. Birlikte, birbirlerinin hareketlerini tamamlayarak, şömineden dışarı süzüldüler. Açık pencerenin önünde, Dëwain arkada Wenona önde, durdular. İkisi de derin bir nefes çektiler ve tek bir an sonra kendilerini gerisingeri şöminenin üzerindeki pencereden aşağıya bırakmışlardı.
Daha düşmeye başlamadan Dëwain ellerini uzatıp Wenona’nın kuşağındaki palayı çekti ve alt katın penceresinin önündelerken ahşap pervaza sapladı. Diğer eli Wenona’nın elini yakaladı ve yakına çekti. Elbette bu şekilde havada asılı kalamadılar, pervaz çatırtıyla kırıldı ve kılıç ahşaptan kurtularak Dëwain’in elinden fırladı. Ancak hızlarını yeterince kesmelerini sağlamıştı. Sertçe de olsa yere bacaklarının üzerinde konmayı başardılar.
Dëwain yerden palayı kaptı. Wenona üzerlerinden uçup gitmiş kıymetli pelerini almayı düşündü ancak pelerin gece rüzgarına kapılmış, uzak tarafa savrulmuştu. Dëwain de pelerini umursayamayacağını belirtircesine hala tutmakta olduğu Wenona’nın elini sıktı ve koşmaya başladı. Dış avluya açılan kapıları ittiler ve serin gece havasına çıktılar. Kuzeye doğru uçsuz bucaksız uzanan dağlar ve her yönde birkaç yüz metre aşağılarında başlayan yemyeşil orman parlak ay ışığında özgürlüklerinin müjdecisi gibiydi.
“O pelerini nereden buldun? Postumuzu ona borçluyuz.”
“Dağılış öncesinden kalma, her korucuda bulabileceğin bir şey değildir.” Elfin sesi sıkıntılı geliyordu. Wenona da daha fazla soru sormadı.
Dëwain öne geçerek Wenona’nın belindeki kından Yattakanı çekti. Hızlıca bir taşın üzerine çıktı ve gidebilecekleri bir yol bakınmaya başladı. Bu sırada Wenona da elfin sırtına dayandı ve Dëwain’e kız kendisini koruyormuş gibi geldi. Şaşkınlığının dikkatini dağıtmasına izin vermese de aklından geçirmeden edemedi, kız onu nasıl korumayı düşünüyordu ki? Basit bir araştırmacı, sıradan bir gezgin… Kılıç tutmayı bile bilmiyordu, değil mi, öyle söylemişti. Bir rahibe değildi, bir büyücü değildi. Peki bu cesaret nedendi? Elinde boş bir kınla orada dikilip gelecek olanı karşılamak?
Wenona sırtını elfe yasladı ve gözlerini kapılara dikerek göğü yeniden hissedebildiğini fark etti. Evet. Oradaydı. Uzaktı. Üzeri örtülmüştü. Ama yine de tekrar oradaydı ve kızın içine akıyor, damarlarında geziyor, parmak uçlarını karıncalandırıyordu. Sıvanmış kollarına baktı. Yüzünde kendinden emin bir ifadeyle parmaklarını esnetti, hareketini engellememesi için boş kını yere bıraktı ve ellerini kapılara doğru uzattı. Neden hala ortaya çıkmamıştı? Lanet olsun! Kim gelmişti? Kim olursa olsun; Wenona burada daha fazla kalamazdı. Gitmesi lazımdı. Omzunun üzerinden gözünün kenarıyla Dëwain’e baktı. Dudaklarında tehlikeli bir gülümseme vardı.
“Buradan ayrıldıktan sonra batı diyarına gitmeyi düşünüyorum elf. Tekrar rehberlik etmek ister misin?”
“Neden olmasın, altın varsa ben varım.”
Wenona neşeyle kıkırdadı. “Çabuk ol. Birazdan burası senin altından kalkamayacağın kadar kalabalık olacak. Beni koruyamayacaksın.”
“Gerçekten bu kadar çabuk mu gitmek istiyorsun?” Dëwain yolu belirlemişti. Taştan aşağıya atladı ve Wenona’nın yanında durarak yeni kılıçlarını, dengelerini hesaplamaya çalışarak sağa sola savurdu. Tavırları rahattı. Kapılardan çıkacak keşişlerden artık korkmadığı belli oluyordu. Burası dışarısı, korucunun doğal alanıydı. “Daha seni arayanın kim olduğunu öğrenmedin.” Kılıçları çaprazlayarak önünde tuttu. Bir şekilde gerçekten de eline oturuyorlardı.
“Bence kuşunun kafası karışmış, beni arayan kimse yok.”
Dëwain cevap vermedi. Kapılardan hala kimse çıkmamıştı. Dönüp koşmaya başladı. Wenona da arkasını kontrol ederek yavaşça takip etti. Elf hızlı ilerledi ve sonunda bir patikanın başına vardı. Patika bile değildi aslında. Sadece taşlar yamaç boyunca çoğunlukla iki yandaydı ve ortada da hızlıca yürünebilecek bir aralık vardı. Yamacın aşağısı ormanla birleşiyor, ağaçların gölgesinde yitip gidiyordu. Ağaçlara bir varabilirlerse tamamen kurtulmuş olacaklardı. Dëwain bir ormanda asla yakalanmayacağını biliyordu. Sonra, tam Wenona’ya bakmak için dönmüşken bir ses duydu. Bir kadın sesiydi. Dëwain’e oldukça kaba gelen bir aksanla, elfin anlayamadığı bir şey bağırmıştı, “Wenoryn!”
Wenona adımının ortasında dondu kaldı. Titreyen bakışlarını zorlukla omzunun üzerinden geriye çevirdi.
Oydu; Wenona’nın şu hayatta görmeyi umduğu en son kişi.
Wenona ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez bir halde öylece durdu. Kapılardan birkaç keşiş koşup çıktılar. Oluk oluk kan akan karınlarını tutarak yere yığıldılar. Bir genç kız, sarı saçları ay ışığında parlayarak ve üzerinde kendisine ait olmayan kan lekeleriyle, elinde kocaman, kanlı bir balta taşıyarak Wenona’ya doğru koştu. Yüzünde ve mavi gözlerinde pek çok ifade vardı kızın. Mutluydu. Üzgündü. Heyecanlıydı. Korkmuştu. Üzgündü. Çok üzgündü. Pişmandı.
“Gerden isher karu Wen. Fer kera goren misat! Mihorna.”
Wenona cevap vermedi. Kız sonunda yanına vardı. Önünde durdu. Baltasının kenarından damlayan kan Wenona’nın çizmelerini kirletiyordu ama Wenona farkında değil gibiydi.
Dëwain Wenona’nın bu konuşmayı daha sonra kendisine tercüme edeceğinden şüpheliydi. Hemen zihniyle Abbot’a uzandı. Kuş daha elf bağlantıyı kurduğu anda cevap verdi: yedi metre üzerlerinde aniden ortaya çıkmıştı. Neredeyse aynı anda da kuşun ve korucunun zihinleri bağlandı. Dëwain, dikkatle, aklında yanan kelimeleri dinledi:
Her yerde seni aradım Wen. Ben sana haksızlık etmişim! Affet. İki genç kadın, derin nefeslerle göğüsleri şişip inerken, gözlerinde acı ile birbirlerine bakarken aynı görünüyorlardı. Dëwain ikisinde de aynı yüz hatlarının olduğunu fark etti. İfadeleri farklıydı ancak parça parça bakıldığında aynı kalıptan çıkmış gibilerdi. Bedenleri çok farklıydı. Wenona’nın sıska sayılabilecek bedenine karşılık bu yeni kız oldukça kaslıydı. Bir kadın için fazla kaslıydı. Ancak kadın olmaktan önce savaşçı olan kadınlarda görülebilecek bir şeydi. Ancak barbar kadınlarda görülen bir şey. Wenona’nın umursamadan geride bıraktığı elbiseleri bir Eirilën düşesinin giyeceği türdendi. Diğer kızın üzerindeyse kaba bir kurt kürkünden ve delik deşik bir deri etekten başka bir şey yoktu. İki kız gece ile gündüz gibi farklıydılar. Ama bir şekilde benziyorlardı. Sonra, hayretle, bir şeyi daha fark etti elf; barbar olduğunu düşündüğü kızın sağ bileğinde bir ip, üzerinde de aralarına boncuklar dizilmiş üç trol dişi vardı.
Wenona tıslayarak konuştu, Dëwain kızın sözlerini işitemedi fakat yine zihninde anlamlar belirdi:
Beni nasıl buldun?“Nas parnar birendar hurrer a magikan.”
Büyücü cesetlerini takip etmek zor değildi. Sonra yumuşak, şefkatli bir sesle konuştu barbar kız, “Mihorne karu rohi, Wen?”
Beni zaten affetmedin mi, Wen? Ardından bilekliğini kopardı ve dişlerden birini Wenona’ya uzattı. Uzatılan dişin tam ortasında çentikli bir çatlak olduğunu gördü Dëwain. Wenona’nın yüzünde acımasız bir ifade belirdi. Trol dişini koparırcasına aldı kızın elinden. Yüzünde tiksintiyle yere çarptı ve çizmesinin topuğuyla ezip zaten çatlak olan dişi ikiye ayırdı. Başını kaldırıp zehir yeşili gözlerini kızınkilere dikti. Yüzünde merhamet yoktu.
“Lazenbeth lazrender karu–gore!? İsher korsudmer!”
Sen haktan ne anlarsın!? Senden nefret ediyorum! Wenona’nın sözleri üzerine sarışın kız baltasını düşürdü ve diz çökerek başını eğdi. Wenona kızın tepesinde kızgın bir dağ gibi dikildi. Barbar kızın dudakları sessizce bir kelimeyi şekillendirdi. Abbot, ses çıkmadığından, anlayamamıştı. Dëwain ise sadece bir tek ses duydu, Wenona’nın alaycı bir tonla tekrarlar gibi söylediği tek bir kelime: “Hempa”. Ardından Wenona’nın gözleri irileşti ve avucunu açarak yerdeki baltaya baktı bir anlığına. Dëwain geri dönmeye yeltendi. Fakat tam o anda kapılardan keşişler ve arkalarında da muhafızlar çıkıverdi. Başkeşişin emriyle ellerindeki kısa yaylara oklar gerdiler.
“Wenona! Okçular!” Wenona uyarıyla birlikte başını kaldırıp baktı. Ellerini yukarıya, göğe uzattı ancak bakışları baltaya geri döndü. Kız bir konuda tereddüt içindeydi. Sonra yerde diz çökmüş olan kız Wenona’nın hareketini fark etti ve dönüp arkasına baktı.
Yaylar serbest kaldı.
Dëwain yere çekmek için Wenona’ya doğru atıldı.
Kız yerden kalkarak geniş bedeniyle Wenona’nın önünde dikildi.
Wenona’nın elleri yanlarına düştü. Hiçbir tepki vermedi. Kaçmadı. Oklar etraflarında vızıldarken Dëwain’in çekmesiyle geriye, elfin kollarına devrildi. Göğsüne saplanmış altı okla bir çığlık atarak sarışın kız da Wenona’nın üzerine düştü. Üçü, her biri ayrı bir inanmazlıkla yerde kaldılar. Wenona titremeye başlamıştı. Aniden haşin bir çığlık attı. Seste bıkmışlık, usanmışlık vardı. Kız, üzerindeki taze cesedi tekmeleyerek yana fırlattı. Kalkarak yamaçtan aşağıya takıla tökezleye koşmaya başladı. Dëwain ona eğilmesi için bağırdı. Oklar üzerlerine yağmur gibi iniyordu. Wenona, tamamen şans eseri, aralarından koşuyordu. Sonra Dëwain, Wenona’nın dinlemediğini anlayarak, okçulara döndü ve telaşla, içinden işe yaraması için yalvararak büyüyü söyledi. Çok denemişti. Abbot’u, kutsal yoldaşını bulduğunda umudunu tazeleyerek tekrar denemişti. İşe yaramamıştı. Hiç başaramamıştı. Şimdiye dek… Yerden hızla kökler fırladı ve okçuların arasında rastgele savrulmaya başladı. Bazıları okçulara çarparak düşmelerine sebep oldu. Diğerleri adamların dikkatlerini dağıttı. Oklar kesildi. Dëwain neredeyse işe yaramadığının farkındaydı. Her bir okçu için bir kök çıkması, her kökün bir okçuyu sarıp sıkması gerekiyordu. Yine de elf şu anda minnettardı. Kalkarak Wenona’nın peşinden koşmaya başladı.
Yamaç ağaçlarla bezenip de gür yapraklar Zakamura’yı gözden gizlediğinde Dëwain bir ağacın gövdesine yaslandı ve yorgunluktan boğazı acıyarak kalan son nefesiyle, testere gibi bir sesle bağırdı, “Wenona!”
Kız durdu. Fakat elfin yanına gelmedi. Biraz sonra arkasını döndü ve Dëwain’in yüzüne baktı. Yüzü yaşlarla sırılsıklamdı. Saçları Zakamura’ya gelmeden önce olduğu gibi kıpkızıldı. Tüm bedeni, Dëwain’in ne olduğunu öğrenmek için yanıp tutuştuğu bir hisle, zangır zangır titriyordu.
“Ne oldu? Wenona, o kimdi? Seni arayan, keşişlere saldıran oydu, değil mi?”
Wenona cevap vermedi. Yüzündeki ifade aniden değişti. Dëwain kim oluyordu ki Wenona ona cevap verecekti? Dëwain ona Zakamura’da eşlik etmek için tutulmuş basit bir rehber değil miydi? Eh, Zakamura’da değillerdi. Belindeki kuşağa uzandı Wenona. Bir kese çıkardı. İçinden altın paraların şangırtıları duyuldu. Keseyi Dëwain’e fırlattı kız. Kese elfin göğsüne çarpıp ayaklarının dibine düştü.
“İşte ücretin korucu.” Ses duygudan yoksundu. “Yollarımız burada ayrılıyor.” Dönüp ormanın içinde koştu.
Gecenin kendisiymişçesine gölgeden yapılmışa benzeyen ve aynı zamanda rengarenk bir kuş, Abbot, gelip korucunun omzuna kondu. Korucu fark etmiş görünmedi. Bakışlarını o pembe-kızıl parıltının kaybolduğu noktadan ayırmadı.