KISA, KARA VE ISLAK ÖYKÜ
Ne kadar zaman geçmişti aradan, kimse bilmiyordu. Televizyonlar, radyolar kendi aralarında çetele tutuyorlardı ama gerçek rakam hakkında kimse bir fikir öne süremiyordu. Varolan ve değişmeyecek tek gerçek havanın uzun süredir böyle olduğu ve düzeleceği konusunda bir işaret bulunmayışıydı. Yaşlı kadın, başını kaldırdı, yüksekte duran pencerenin perdesini araladı. Küçük bir kısmını görebildiği sokağa bir kere daha baktı. Akşamın alaca karanlığında yukarıdan aşağıya düşen damlalar, sokak lambasının soluk ve hüzünlü ışığında ışıldamaya başlamıştı. Gökyüzünde düşen her kadife damla korkunç bir ordunun askerlerinden biri olarak görevini yerine getiriyordu. Dışarıdan gelen sesler hiç bitmeyen, çıldırtıcı bir senfoni gibi sürüyordu. Günlerden, haftalardan hatta aylardan beridir bitmeyen bir şarkıydı bu.
Kapının zili çaldı, gelen eşi hayat arkadaşı olmalıydı. Merdivenden aşağıya bodrum katına doğru gelen sesleri dinledi, yorgun ayaklar basamakları ağır ağır iniyordu. Gideli onca zaman geçtiğine, eşi henüz geldiğine göre beklediği vakit bir hayli uzun olmalıydı. Bir an göz göze geldiler yaşlı adamla kapının eşiğinde. Yıllar öncesinin genç, yakışıklı delikanlısı geride yıpranmış bir beden bırakıp gitmişti. Buruşuk yüz, kır saçlar torbalanmış gözler ve adamın umutsuz bakışları ciğerini delmişti. Gözleri biraz aşağıya kayınca koltuğunun altındaki kağıda sarılı küçük paketi gördü. Hayat arkadaşı başarmıştı, başarmıştı ama getirdiği paket bir hayli küçüktü.
Çekmecede dura dura sararmaya yüz tutmuş dantelli örtünün gizledi eski masa üzerinde minik bir mum yanıyordu. Karşılıklı yerleştirilmiş iki tabak içerisinde son kalan, bu gün için sakladıkları konserveden yapılmış yemek vardı. Evlilik alyansları karşılığında alabilmişlerdi bu küçük konserveyi. Tabakların yanında çeyizinden kalan gümüş çatal bıçak takımı görgü kurallarına uygun olarak dizilmişti. Sevgilisi, eşi, kocası içeri girince yaktı mumu. Adamda, her centilmen erkeğin yapacağı gibi sandalyesini düzeltti eşinin.
Karşılıklı oturdular bir süre sessizce yaşadıkları anın tadına varmak ister gibi. Bakışları nasıl bu hale geldikleri konusunda birbirlerine soru sormuyordu artık. Gezegen, kendisine yapılan kötülükleri böyle yanıtlıyor ya da kendisini savunuyor olmalıydı. Çoğalan baca gazları, yükselen sıcaklıklar, hiç bitmeyen savaşlar ve ardından eriyen buzullar. Her yaz sonunda olabilecek bulutlar gökyüzünü kaplamış ve ardından bir ekim akşamüzeri başlayan romantik yağmur, ılık bir sonbahar akşamı başlayan ve hala süren yağmur. Dünyanın ısısını düşürmeye çalışan yağmur, kirlenen her yeri, her şeyi temizlemek isteyen yağmur, yumuşak sevimli damlalar halinde düşmeye başlamıştı. O narin sevimli damlalar günler haftalar geçtikçe önünde durulamaz selle olup yıkmıştı aktığı yerleri. Irmaklar taşmış, önünde ne var ne yoksa silip götürmüştü, ne setler ne de barajlar durduramamıştı kendilerini. Teknoloji harikası devasa barajlar bile dayanamamış, yıkılmıştı. Yeryüzünde kuru bir yer kalmamış, her taraf sular altında kalmıştı.
Bir ara ne kadar çok dinlemişlerdi felaket haberlerini, televizyondan ve radyodan. Asya’nın, Afrika’nın yoksul ülkelerinde başlayan açlığın etkileri yavaş yavaş gelişmiş ülkeleri de kapsamaya başlamıştı. Artık zengin, gelişmiş devletlerde anlıyordu çaresizliğin ne demek olduğunu. Ellerindekileri tükettikçe nasıl bir duruma neden olduklarını anlamışlardı. Yetinmeyen, hepsi benim olsun diyen insanoğlu yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları gezegenden aldıklarını da var oldukları, barındıkları yaşlı gezegeninin toprağına geri vermeğe başlamıştı. Komşu devletler arasında savaşlar, istilalar, yağmalar çıkmıştı. Yağan yağmur çıkan yangınları söndürüyor, akan kanları da yıkıyordu artık.
Adam, karşısında oturan, hala güzelliğini taşıyan yüze baktı. Açlık, bakımsızlık özellikle de umutsuzluk derin çizgiler bırakmıştı aşık olduğu o güzel yüzde. Yüreği iyilik dolu eş, zor da olsa gülümsemeye devam ediyordu. Bir son vardı ve o son iyice yaklaşmıştı. Masada duran koyu renkli şişeden şaraplarını doldurdular yavaşça. Şerefe kadeh kaldırdılar birlikte, "Doğacak güneşe" dediler, aylardır bulutların arkasında saklanan küs güneşin şerefine içtiler. Kendini kurtarmaya çalışan gezegenin sağlığına, mutluluğuna içtiler. Koca Dünya, yaşlı gezegen kendisine zarar verenleri daha yumuşak bir şekilde nasıl temizleyebilirdi ki başka türlü.
Bir sabah, komşuların şikayeti üzerine gelen görevliler bodrum katının kapısını kırarak açtılar. Kendilerine verilen adres doğruydu ve içeride karşılaşacakları manzarayı biliyorlardı. Daha genç ama bir o kadar daha soluk yüzlü olanı, diğerine
-"Bunlarda diğerleri gibi" dedi.
-"Umut tükenince yaşam tükeniyor" dedi diğeri bilmişçesine ve kendi duyacağı sesle devam etti. "Sanki bizi başka bir son bekliyor da..."