Bölüm 6 - SınırMüzik: https://www.youtube.com/watch?v=lmc21V-zBq0Saatler süren yürüyüşün ardından, nihayet ağaçlık bitmişti ve yukarı tarafta, tepenin üstünde bulunan şehir sınırına bakıyordu. Kısa yolculuğu sırasında şehrin nasıl olacağını tahmin etmeye çalışmıştı. İlk gördüğü şey kaosun içinde kaçışan insanlar mı olacaktı, yoksa tam gaz devam eden bir çatışma ya da bomboş, terk edilmiş bir bölge mi? Her ne idiyse, beklediği kesinlikle bu değildi.
Kısa çimenlik araziyle binaların birleşiyor olması gereken yerde, parlak mor bir enerji bariyeri boylu boyunca uzanıyordu. Diğer tarafın görünmesini engelleyen, yaklaşık beş metre yüksekliğinde olan yapıdan bir insanın yardım almadan geçebilmesinin hiç bir yolu yok gibiydi. Dahası, bu enerji alanını oluşturabilecek bir şey de yoktu ortalıkta. Sanki kendi kendine havadan peydahlanmış, büyülü bir varlıktı.
Hayra alamet olmayan garip yapıyı incelediği sırada, kuşun birisi hattın üstüne konmak için inişe geçti fakat vücudu mor enerjiye değer değmez ölü gibi, diğer tarafa düşerek gözden yitti. Ömründe ne böyle bir teknoloji görmüş ne de duymuş olan kıza, içinden bir şey, birisi onu görmeden hemen oradan uzaklaşmasını söyledi.
Bu hisse uyarak geriye dönmüştü ki kulağına bir ses çalındı. Vücudu kendiliğinden hareket ediyormuşcasına en yakın ağaç gövdesinin arkasına atılırken, ses yaklaşmaya başladı. Neydi bu? Ayak altında ezilen kuru otların neden olduğu çıtırtıya benziyordu, ancak koşan ya da yürüyen birinin çıkaracağının aksine ritimsizdi. Kalın kabuklu çamın ardından kafasını hafifçe uzatıp olan biteni anlamaya çalıştığında, ağaçlar arasında saniyelik olarak belirip kaybolan bir karaltıyı gördü. İki gün öncesinin anıları aklına hücum ederken, gömleği kana bulanan gencin görüntüsü zihnini işgal etti ve adrenalin vücudunu esir alarak ona savaşmasını ya da kaçmasını söyledi.
Tabii ki de kaçmayı seçti.
Paniğin pençesinde, doğru düzgün düşünemez biçimde tepeden yukarı koştururken arkasına bakmıyor ve açıkçası bariyeri nasıl aşacağını bilmiyordu. O an aklından geçen tek şey, ölmek istemediğiydi. Kan oturmuş karnı ve yaralı bacağı acıyla ona isyan ederken gözlerine yaşlar doldu fakat umursamamaya, görmezden gelmeye çalışarak elinden geldiğince hızlıca yukarı çıktı.
Şansı şimdilik yaver giden kız, bariyerin önüne ulaştığında, derin bir oksijen ihtiyacı içinde, nefes nefese etrafına bakındı. Giriş yolu göremeyince bariyerin yanı sıra, bu sefer yalpalayarak koşmaya başladı. Bir delik, zayıflık, içeri girmesini sağlayabilecek herhangi bir şey arıyordu. Bu esnada aşağı baktığında tekrar karaltıyı gördü. Aradaki mesafeyi inanılmaz bir hızla kapatarak ona doğru geliyordu, hatta arkasına bir tane daha eklenmişti.
Tekrar o anormal çıtırtı sesini duyarken, seçeneği kalmayarak bariyere çevirdi yüzünü. Biraz önceki kuşun akıbetinden dolayı bu ne idüğü belirsiz şeye dokunmak istemiyordu fakat çareler tükenmişti. Gözlerini kapadı ve ölmeyi bekleyerek ileri fırladı.
Bir an sonra, kendisini şehrin içinde yerde yatarken bulmuştu. Kalbi güp güp atarken, toz toprağın içinden kafasını kaldırdığında, bariyerin dibinde dizilmiş sürüyle ceset gözler önüne serildi.
Bölüm 7 - ŞehirHala şokta olan kız, ilk başta neye baktığını anlayamadı. Nereye gelmişti, bir çeşit fantastik boyutlar arası kapıdan falan mı geçmişti? Hayır, burası cidden kendi şehrine benziyordu. Hatta, burayı tanıyordu, kendi evine bir kaç yüz metre uzaklıktaki bir yerdi. Çıtır çıtır simit çıkaran bir fırın bile vardı.
Şimdiyse, pencereleri patlamış ve betonu çatlayarak, yer yer kırılmış binalardan oluşuyordu. Şehrin parçalanmasından dolayı çıkan gri toz ise her yere çökerek etrafı iyice mezarlığa benzetmişti. Yerden bir el çıkıp o anda kızı çekse, hiç şaşırmazdı. Tabii, bu düşünce sayesinde gerçekliğe dönüş yaptı. Enerji bariyerinin dibinde dizilmiş olan cesetlerin yüzüne bakamadı. Hiç bir yararı da olmazdı böyle bir şey yapmasının. Peki onları ne öldürmüştü? Bir dakika, biraz önce bir şeylerden kaçmıyor muydu o?
Hemencecik, yakınlardaki hırpalanmış bir binanın kapısını açarak içeri attı kendini, ve en üst kata çıktıktan sonra, apartman koridorunda endişeyle beklemeye koyuldu fakat şansına, hiç kimse ya da hiç bir şey bariyeri aşıp gelmedi. Kırılmış pencereden aşağıyı gözetlerken, bedenlerin düzenli bir şekilde dizildiğini fark etti. Sanki dışarı çıkmaya çalışmış da çarpılarak ölmüşler gibi. Dikkatini çeken ikinci şeyse, yeterli yükseklikte olsa da mor ışığın ötesini göremediğiydi. Görüşü bulanıklaşmıyor ya da başka türlü çarpılmıyordu, ancak beş metrelik bariyerin üst tarafına her bakmaya çalıştığında, kendisini, gözünün kenarında asla yakalayamadığı fakat orada olduğunu bildiği bölgeye odaklanmaya çalışıyormuş gibi hissediyordu. Kovalamaca anından dolayı unutmuştu fakat dışarıdan şehre bakarken, bir sürü olmasına rağmen hiç bir gökdelen göremediğini de hatırladı. Kendisi tepenin aşağısında olsa da, o kadar da büyük bir fark değildi oysa bu.
Edindiği her bilgiyle birlikte, kendisini bir çıkmazın içine attığı hissi kuvvetlenmişti. Buraya gelmekle hata etmişti, cesetlerin tek bir anlamı olabilirdi; dışarıya çıkmaya çalışanları öldürüyordu. Kendisi içeri girebilmişti fakat hafif bir yorgunluk haricinde bir şeyi yoktu. Neden içeri girişi engellemediğini bir an merak ettikten sonra içinde bulunduğu duruma odaklanmayı seçti. Neyse ki, durum çok ciddileştiğinde -çoğu zaman- ortamdan soyutlaşabilme gibi bir yeteneği vardı. Daha önce -doğru bir şekilde- ormana kaçmasını sağlayan da bu düşünme tarzı olmuştu.
Öncelikle, etrafta görünmeseler de, kendisinden başka yaşayanlar da olmalıydı fakat böyle bir ortamda insanların nasıl davranacaklarını bilemezdi. Gördüğü her kişiye düşman olarak yaklaşmalıydı.
İkinci olarak, yaralarını temizlemesi ve kolundaki kesiğe dikiş atması gerekiyordu.
Üçüncü olarak ise, yiyecek ve içecek bir şeyler bulmalıydı. Hemen herkesin öldüğü düşünülürse bu pek de zor olmazdı.
Son olarak ise, kendisini korumaya yarayacak bir şeyler bulmalıydı.
Hedeflerini belirledikten sonra içinde bulunduğu yapıyı araştırmaya koyuldu. Kapılardan birisinin açık olduğunu fark edince, ihtiyatlı şekilde onu açıp içerisini bir kolaçan etti. Kimsenin bulunmadığını anlayınca, hala çalışan su sistemi sağ olsun, yaralarını yıkadı. Buz dolabını açtığında ise elektriklerin gittiğini gördü. Olayın olduğu günden beri gidik olmalıydılar çünkü dolaptaki tavuk eti şimdiden bozulmuştu. Yenilebilecek durumdaki tek şey patates çorbasıydı. Aceleyle karnını doyurduktan sonra mutfaktan çıktı ve banyoya yöneldi.
Açık ecza dolabındaki malzemeler yere fırlatılmıştı. Yağmalanmış gibi duruyordu. Eğilip, daha fazla bakındığında hiç bir ağrı kesici olmadığı fark etti, ancak bulduğu anti-septikler sayesinde yaralarını dezenfekte edebilirdi. Doğrulduktan sonra dolabın kapağını çektiğinde, aynadaki yansımasıyla karşı karşıya kaldı.
İki günde ne kadar da değişmişti. Arkada topladığı uzun saçları kabararak kahverengi bir yumağa dönmüştü. Toz toprakla kaplı yüzünün sağ tarafı ise morarmıştı. Dokunduğunda sıcacık derisi acıyla sızladı. Aynı zamanda şekilli, ne çok büyük ne de çok küçük, kavisli ya da kemerli olmayan, düz burnunun altında kurumuş bir kan öbeği bulunuyordu.
Yüzüne soğuk suyu uzun uzun çarptıktan sonra, gri gözleriyle tekrar kendine baktı. Temizlenen yüzü, normal, açık ten rengine dönmüştü. Kendini daha iyi hissederek saçına attı elini. En kolayı kesmekti, zaten hiç bir zaman onunla uğraşmayı sevmemişti.
Bir makas bularak işe girişti. Bir süre sonra orta uzunluğa getirdiği saçına baktığında memnun kaldı. Hala ensesine dökülecek uzunluğa sahip kahverengi dalgalar, yüzünün iki yanına doğru uzanıyordu ve absürt şekilde kısa değildi. O sırada fark etti ki, iki günde acayip pislenen vücudu onu rahatsız eder olmuştu. Kendisini ödüllendirmeye karar vererek duşa girdi ve ona bir çağ gibi gelen koşuşturmanın ardından sıcak suyun keyfini çıkardı. İçinden bir his, bunun rahatlamak için son şansı olduğunu söylüyordu.
Vücudunu kuruladıktan sonra, yaralarını dezenfekte edip, sargı beziyle sardı. Ardından evde yeni giysiler buldu. Kendine uyan sütyen yoktu ve eskisi pislenmişti, bu yüzden sargı bezini göğsünün etrafına doladı. Siyah bir svetşörtü giydi ve garip bir şekilde serin olan şehirde sıcak tutacağını umarak, kahverengi bir yuları boynunun etrafında dolayıp, bağladı.
Kendine biraz bol gelen siyah bir pantolon ve pofuduk başlıklı, petrol yeşili bir montu giydikten sonra son bir kontrol yaptı.
Evde bulduğu uzun, tırtıklı bir ekmek bıçağını montun iç cebine yerleştirmişti. Su, bir kaç konserve ve dezenfektanlar ile bandajları, bulduğu bir sırt çantasına tıkıştırmıştı.
Yola çıkmaya hazırdı; sıradaki hedefi bir hastahane bulmaktı. Pansuman yaptığı sırada kolundaki yaranın iyice kötüye gittiğini fark etmişti. Bir an önce dikmezse başına büyük bela olabilirdi.
Binadan çıkıp, adımını gri şehrin içine atarken içini tekrar bir gerginlik kapladı. Geçici tatili bitmiş ve hayatta kalma savaşı tekrar başlamıştı.