Havanın soğuğuna aldırmadan kaldırıma oturan bir genç vardı. Kaldırım taşının tam karşısında diğer Nizip apartmanları gibi, vakti geldiğinde damından salçası, balkon demirlerinden kuru dolmalıkları eksik olmayan bir bina ve bu binanın dördüncü katında, şu bahsi geçen kaldırım taşının soğuğuna katlanılmasının tek sebebi yer alıyordu.
Bu binanın dördüncü katında, her sabah saat yediyi dört geçe okul servisinin dördüncü koltuğuna oturan, lise dördüncü sınıfa giden bir kız vardı.
Beşinci kaldırım taşının, beş derece soğuğunda, beş adam boyu gölgesi olan, dördüncü kattaki kıza beş yıldır yanık olan genç oturuyordu.
Doksanlı yıllardan kalma ir adet sokak lambası, birkaç sokak köpeği vardı. Sokak lambası göz mü kırpıyordu, oğlanın gitmesi için küfür mü ediyordu bilinmez ama konu aşk olunca, sokak köpeği insana sevgi kelebeği gibi görünürdü. Oğlanın oturduğu kaldırımdan dört, bilemedin beş metre ötede bir fırın vardı ki bu saatlerde ahali eline tepsisini alır, yemeğini fırında pişirtmeye gelirdi. Lahmacunların, tepsi yemeklerinin kokusu rüzgarda birbirine karışa karışa oğlanın burnundan girip, midesindeki boşluğu bir levyeyle ikiye ayırırcasına guruldatıyordu.
Hiçbir şeye aldırmadan, üşümüş, kızarmış ellerini ceplerinden çıkardı. Bir elinde kalem, bir elinde de buruşuk bir not defteri vardı. Tükenmez kalemle süslenmiş karton kapağında, zamanla yıpranan "Şiir Defteri" sözcükleri zar zor seçiliyordu. Özensizce yazılmış, hata yapılan yerleri hunharca karalanmış sayfaları birer birer geçti boş bir sayfa bulana kadar. Kalemini çenesine dayadı uygun sözcük aklına gelene kadar ve gözlerini dördüncü kata dikti sevdiği balkona çıkana kadar. Onu sevmeyen sevdiği, gölgesine bile muhtaç olduğu sevdiği. Gölge... Gölgeler... Sokaktan geçenlerin gölgeleri... İşte bu! İlham denilen şey bu kadar basitti aslında, çenesinden çekti kalemi, deftere dökmeye başladı içindeki bütün elemi.
Her köşe başında cisimsiz gölgeler,
Sahibinden çekinilen, senden düşmeyen gölgeler
Anlamaya cesaretim yok, sahibini gölgenin,
Ne diye kafamı kaldırıp yerden, başkalarını göreyim,
Bu, senin gölgeni izliyor olma ihtimalim...
Şiirine başlık koymamıştı. Hiçbir şiirinde de başlık olmazdı. "Başlığı aha karşımda!" derdi kendi kendine. Bütün şiirlerini bu kendisine kin güttüğü besbelli olan sokak lambasının altında; balkona, pencereye bir kez olsun çıkmayan sevdiğinin evinin önünde yazardı. Fırın, gencin sağ tarafında kalıyordu, sol tarafında ise belediyenin çöp tenekelerinden bir çift duruyordu. Meçhul birisi, meçhul bir sebepten ateşe vermişti onları; rüzgar vurdukça küller uçuşuyordu. Genç hiçbirine aldırmadı, ne rüzgara ne soğuğa ne de lambaya.
Lamba, lamba, lamba... Bu gece kafasına neden bu kadar takılmıştı bu huysuz ışık? Etrafında uçuşan böcekler bile daha dikkat çekiciydi sanki. Bu lambanın ışığı altında olan olayları düşündü. İhtimal, direğinin dibinde bu kadar uzun oturan tek kişi kendisiydi. Hiç ilginç bir olaya rastlamamıştı, sadece mahalle sesleri.
Evet, mahalle sesleri. O kaldırım taşında uzun süre oturduğu zaman duyduğu sesleri böyle adlandırıyordu işte. Genelde de bir kadına, muhtemelen evin annesine ait olurdu bu sesler. Şu sıralarda evin beyi ya da oğlu fırından yemeği alıp eve gelmiş olurdu.
"Ayşe, sofrayı silkele kızım!"
"Arif, balkondan turşu çıkarıver!"
"Akşam ezanı okunmadan evvel evde olacaksın demedim mi sana? Nerede benim terliğim!"
İkindi vakti yağmur yağmıştı, toprak hâlâ o aşk kokusunu kaybetmemişti. Gözlerini mahalle sesleri eşliğinde balkona dikti. Küçük bir çocuk balkona çıktı, elinde plastik bir su şişesi vardı. 'Kardeşi...' diye düşündü. "Elif'in kardeşi."
Gencin bir kulağında bir kulaklık vardı. Cebindeki müzikçalarında her türlü şarkı kayıtlıydı. Sarı Gelin türküsünden, Metallica albümlerine kadar çok geniş yelpazede şarkılarla doluydu. 'Karışık Çal' seçeneği her daim aktif olduğundan, kulaklık kendisine hangi müziği sunarsa onu dinliyordu. O sırada bir şarkı bitmiş, diğeri başlıyordu. Yusuf Islam/Cat Stevens - Thinking 'Bout You.Şu an dinlediği kısmın, şarkının başının Türkçesi 'Ellerini tuttuğumda, seninle birlikte milyarlarca mil öteye gidebilirim..." gibi bir şeydi. Onun ellerini hiç tutmamıştı.
When I hold your hand I could fly a zillion miles with you.
Küçük kız, nereden aklına estiyse, bu saatte balkondaki çiçekleri sulamaya çıkmıştı. Elindeki şişeyi saksıların üzerinde dolaştırıyor, hızla döktüğü suyun etrafa çamurlar saçmasını umursamıyordu. Sonra bir ses duyuldu, fakat sesin sahibi görünmüyordu.Genç, kulaklığı kulağından çıkarmayı akıl etse de, müziğin bu ana çok uygun olacağını düşündü. Bu saatte sesleri duymak çok kolaydı, herkes evine çekilmiş akşam çaylarını içiyor, yahut yemek yiyorken, bütün arabalar park etmiş, herkes evindeyken ortalıkta fazla gürültü olması düşünülemezdi.
"Sümeyye!" diye bir ses duyuldu önce. Sonra balkona bir melek çıktı sanki. Esmerliği akşam karanlığında daha anlamlı, siyah saçlar toplanmış, koyu renk bir hırka almış sırtına...
Kaldırımda oturan genç, ağzı bir karış açık bakarken, kulağındaki şarkı devam ediyordu. Sözleri anlamıyordu, sadece birkaç cümlenin anlamından haberdardı ama melodi hoşuna gittiği için dinliyordu.
Elif'i anlamıyordu, gözleri büyüleyiciydi ve onu ne için sevdiğini kendisi de bilmiyordu.
"Bu soğukta balkonda ne işin var! Üşüteceksin yine yataklara düşeceksin de sana kim bakacak sonra? Ben mi? Geç içeri hadi geç ablacım geç güzelim..."
Sümeyye sarı saçlı, küçük, şeker bir kızdı. Balkon demirlerine yapıştı. "Gitmiycem işte, hepsini sulamadan olmaz!" diye diretmeye başladı. Ablası tatlı sözle yola gelmeyeceğini anlayan kardeşine bağırmaya hazırlanıyordu ki sokak lambası sönük kalmaktan sıkıldı, ışık verdi. Sümeyye "Aaaa... Abla bak!.." dedi. Kaldırımda oturan çocuğa bakıyordu. "O deli yine gelmiş!"
Deli mi? Elif şimdiye kadar hiç balkona çıkmamıştı. Gencin aşağıda, beş yıldır her fırsatta gelip oturduğu kaldırım taşında bekleyen gözleri bir kez olsun balkonda görmemişti onu. Fakat Sümeyye kah sofra silkelemek, kâh can sıkıntısından, geçen arabaları izlemek için hep çıkardı balkona. Bazen uzun uzun gence bakar, sonra içeri girerdi. Böyle durumlarda genç, kalkar giderdi. Bunca yıllık göz göze gelmişliğin ardından, tahminen sekiz yaşında olan bu çocuk tarafından, hayatının aşkına "Deli" olarak tanıtılmak adalet miydi şimdi?
Elif, bir elinde defter, bir elinde kalemle, uzun bir mont giymiş, yolun karşısında duran kıvırcık saçlı çocuğa baktı. Deli değil, Yusuf'tu bu.
Sümeyye, arkasında duran ablasından bulduğu güçle bağırdı. "Deliii, deliii, kulakları küpeli!"
Yusuf yerin dibine girmişti.
"Aaablaa gitsin buradan bu! Pis deli!" Elif daha ne olduğunu bile anlayamadan, Sümeyye balkondaki patates çuvalından bir patates alıp Yusuf'a doğru fırlattı. Çelimsiz çocuğun attığı patates yolun ortasına bile ulaşamadı. Bu akşam sessizliğinde komşu kızının bağırdığını duyan ahali balkonlara, pencerelere çıkmış, 'mahalle sesleri' kesilmişti. Yusuf daha fazla rezil olmayı göze alamayacaktı, üstelik Elif de Sümeyye'yi kucağına alıp içeri girmişti. Böyle mi olacaktı aşkını bu balkonda görüşü? Ayağa kalktı,elindeki defter-kalemi cebine özensizce koydu, fırına doğru yürümeye başladı. Bir kulağı hâlâ boştu ve balkonlardaki fısıltıları duyuyordu. "Kimmiş bu çocuk, ne demiş? Deli miymiş? Geçen de gördüydüm ben bunu, yine orda oturmuş bir şeyler karalıyordu, deli galiba." fısıltılarını daha fazla duymak istemiyordu. Boynundan sarkan, boştaki kulaklığı da kulağına taktı. Şimdi ikisini birden takmış, dışarıdaki sesleri kesmişti. Sadece, artık sonu gelen şarkıyı duyuyordu.
Whatever they say, whatever they do
I'll always love you...
Sıradaki şarkıya geçmeden önce yalnızca birkaç saniyelik sessizlik oldu.
Muhammed Alperen İmamoğulları