Bölüm 11:[*]Bu bölümü okumadan önce "Seraphim" ve "Obilu" adlı iki öykümün sıra ile okunması kavrayış açısından önemlidir[/*]
“Hadros’un mikro kütle bağımsız genleşme formülünün neden son yıllarda önem kazandığını hanginiz özetleyecek?” Dedi sıkıcı bir ses ona rüyalarının en derinlerinde. Başka bir ses ise ‘Enoch uyan!’ diye figan etti. Oturduğu yerden dimdik ayağa kalktı ve ezberden soruyu cevaplamaya başladı bile.
“Çünkü kütlelerin izafi çekim gücünün var sayımsal olduğunun kabulünün üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen Hadros teoremi dışında hiçbir başka açıklama pratiğe uyarlanamamıştır” dedi nefes bile almadan. O konuşurken süre gelen sessizlik birkaç saniye daha devam etti ve sonra tüm sınıf kahkahalar ile gülmeye başladı. Eğitmen de gülüyordu ama daha usturupluydu. “Cevabın için teşekkür ederim Echon, lütfen dikkatini kaybetme.” Oğlan diğer herkesin düşündüğünün aksine utanmadı esasında ama üzgündü.
Üzgündü çünkü o rüyayı biliyordu. Uyumak ile ilgiliydi her şey, uyuyabilmek için yaşıyordu ve gerçekten onu tek ilgilendiren tek şeydi aslında bu rüya. Rüyalarını gerçeklikten daha çok seviyordu. Öyle ki rüyalarında hep başka insanlar görürdü, bilmediği, daha önce karşılaşmadığı kişilerden oluşurdular hep. Ancak değişmeyen bir şey olurdu, adı. Echon adı ona Enoch adından daha yapmacık ve basit geliyordu. Hayatı boyunca yaşadığı ülkesinde eğitimi için şehir şehir gezdiği yirmiyi aşkın yıl boyunca bu isim ile gezen kimse duymamıştı. O zaman kimdi bu Enoch? Rüyalar gerçeğin benliğe yansımaları değilse neydiler? Echon’u sadece diğerleri onu öyle çağırıyor diye benimsemişti belki ama Enoch’u kendisine hep daha yakın buldu.
Sadece insanlar da değil, yeni şehirler, ülkeler, diyarlar, ormanlar ve dağlar düşlerdi. Yaşadığı yerde hiç kayda geçmemiş hayvanları görürdü rüyalarında. Pek çok kez gördüklerini yazmayı ve resmetmeyi denedi. İnsanlar onu anlamadılar. Yolanovalon ülkesinde mantık ve ona ulaşmak için gidilecek yol dışında diğer her şey önceliksiz ve gereksiz kabul edilirdi. Resmettikleri eğer inşa edilebilecek, kurulabilecek veya üretilebilecek herhangi bir ürüne ait değilseler kesinlikle değersiz kategorisini boyluyorlardı. Echon’un resmettiklerine isim verebilen bile olmadı, onlar çöptü.
Ancak düşlerinde resimlerine bakan ve onu öven birisi ile karşılaştı. Adı Mathilda idi. Onun gerçek biri olması oğlanın hayatında en çok istediği şeydi. Boş zaman bulduğu her anını kendisini uyumaya zorlayarak geçiriyordu. Bazen günlerce uyuduğu oluyordu. Son haftalarda iyice zayıf düştü ve hastalandı, kendisini toparlar toparlamaz da sınıfın alay konusu oldu.
Ona ismini soran yeni yıl öğrencilerine kolayca Enoch dediğini fark ettiğinde çokta şaşırmadı aslında. Pek çok kişi onu tanıyordu. Çok uyuduğu ve çelimsiz olduğu ya da tuhaf resimler ve yazılar yazdığı için değil. O bir dahiydi. Tamamen rast gele zamanlarda ve şiddette beliren depremleri düzenli hale getirebilecek ve ön görülenlerin aksine sonik bir sistem olmayan Utenograf buluşunun temel taşını atmış biriydi Echon.
Bu ilk yıl ondan “Orijinal bir ödev” vermesi istendiğinde olmuştu. Echon nasıl etrafındaki insanlar onun hayallerine zaman ayırmaya tenezzül etmiyorsalar o da onlara ilgi göstermiyordu ve işlerini çarçabuk başından atma eğiliminde bir mizacı benimsemişti. Rüyalarından birinde seyahat ettiği ülkede cihazın yaygın kullanımını görmüş ve onu gerçek yaşamındaki mevcut bilgisi ile birleştirmişti.
Amaç sismik hareketlilikten düzenli ve sürekli enerji eldesiydi ve projesi eğitmenler arasında bile büyük bir sansasyon yarattı. Yolanovalon da öğrencilik yapmak zorunluydu. İnsanlar doğumlarında ailelerinden alınır ve yurtlara verilirdi. Duygulara ve diğer gereksiz zaman kayıplarının önüne geçmek için bunun gerekli olduğu kadim zamanlarda kabul edilmişti ve kimsenin bir itirazı yoktu. Sosyal araştırmalara göre insanlar ebeveynleri ile zaman geçirdiklerinde kimliklerini ancak yarı yarıya kazanabiliyorlardı ve bu yüzden yapılan şey olmazsa olmaz bir önlemdi. Açıkçası Echon’un umurunda değildi. Tek istediği özgürce rüyalarında kalabilmekti.
İşte o zaman ilk kez aklına geldi, okulunun son senesinde artık bir asistan olduğu zamanda. Sınıfta alay konusu olduğu günün ardından on iki yıl geçti. O güne kadar gerçeklikte aldığı her nefesin aslında ne kadar gereksiz alınmış olduğu ihtimali aklını kararttı ve eğer hayatı son bulursa sonsuz uykunun başlayabileceği olasılığını ele aldı. “Eğer duyumsadığım her şey bana güzel gelmekten çok uzaksa ama sadece güzel olana ulaşmamda bir aracı olarak sürdürülmeleri gerekiyorsa fikrim düşer. Buna rağmen güzelin benim hayatım son bulduğunda bile yine Enoch için ayakta durmayacağını kim iddia edebilir ki. Aksini düşünmek de bu yönde düşünmek kadar hayalperestlik olmaz mı?”
O bunu sesli biçimde düşünürken bir yandan da gecenin loş çift ay ışığının vurduğu geniş camların önünde konuşlanmış beyaz tahtayı formüller ile dolduruyordu. İşin içinden çıkamıyordu. Arkasından yaklaşan topuklu ayakkabıların ritmini duymadı.
“Böyle düşünmek için çok genç değil misin? Belki güzeli burada da duyumsarsın bir gün ve sırf bunun için bile yaşamaya devam etmeye değmez mi?” dedi bir bayanın sesi. (artık herkes ona bu şekilde sesleniyordu) Kadın ellilerine yaklaşan genç bir kadındı. İnsanlar öğrenimlerini artık kendi kendilerine yürütebildikleri yaşa geldiklerinde çocukluktan çıktıkları var sayılırdı. Bu yüzden Dekan Tarhessa konumu için çok gençti. Yolanovalon insanları yaklaşık dört yüz yıl yaşayabiliyorlardı.
Enoch Tarhessa’nın yaklaşımını cevapladı, “Saygı değer Dekan. Eğer yaşam sadece güzel olana ulaşmak isteyenler için varsa bir yerlerde hata olmalı. Ancak başka makul bir sebep bulabilmek imkânsız. Daha çok öğrenmek için yaşamak kadar ve hatta yaşamı yaşam için yaşamak kadar…”
Sözlerini bitiremedi. Enoch biliyordu ki umutsuzluğun kapıları onun için aralanmış ve artlarındaki bilinmezlik suratına gülümser haldeydi. Kadın alnını kırıştırdı ve elini çenesine koyarak dev beyaz tahtayı inceledi. “Seni tanımasam Hadros’un teoremini kanunlaştırmaya çalışıyorsun derdim. Bunu neden bu kadar kafaya taktın anlamıyorum. Çekim her problemin anahtarı niteliğinde.”
Kadın konuyu fazla ani değiştirmişti. Enoch ne diyeceğini bilemedi. Uzun zamandır hayallerini insanlara anlatmıyordu çünkü ne kadar denerse denesin onu anlamıyorlardı. İç çekti ve masaya yöneldi. Kalemi masaya koyarken vereceği akıl dolu karizmatik cevabı kafasında evirip çevirdi ama bir ses her şeyi darmadağın etti. “Anlat ona Enoch!”
Tarhessa donup kalan öğrenciyi bir süre süzdü. Sanki kalemi masaya koyarken zaman onun için durmuş ve devam etmeyi reddeder haldeydi. Enoch dudaklarını yaladı ve kalemi tekrar sıkı sıkıya kavrayarak tahtaya yöneldi. “Dekan, size anlatacaklarımı kimseye anlatmayacağınıza söz vermelisiniz. Zaten inanacaklarını da zannetmiyorum.” Neden böyle söylüyordu. Tanıdığı en rasyonel insanlardan biriydi Enoch ama sanki o anda başka biriydi. Ruhsal çöküntü yaşar gibi bir hali vardı. Temkinli olmak adına birkaç adım geriledi ve onu izledi. Zaten akşam evinde yapacak başka bir işi veya ondan genç bir öğrenci ile zaman geçirmenin hiçbir kötü yanı yoktu.
Enoch tahtaya öyle bir şey yazdı, formülü öyle bir satır ile devam ettirdi ki Tarhessa’nın aklı bir an için kitlendi. Kaşları kalktı ve sadece “ama neden?” diyebildi. Kafasını onaylamaz şekilde sallıyordu, “Gofsa’nın partikül hız limitleyici yasasını biliyorsun, daha hızlı ilerleyemezsin. Sen ise onun yedi katı hızında gitmekten bahsediyorsun. Bu delilik!”
“Eğer yedi farklı zaman diliminde birbirinden haberdar yedi aynı partikül eş zamanlı yol almaya başlar ve aynı doğrultuda ilerlerse sorun olmayacaktır” dedi sadece. ‘Haberdar’ mı demişti yoksa Tarhessa mı yanlış anlamıştı. Atomların birbirinden haberdar olmalarının ne gibi bir önemi olabilirdi ki? Enoch’u hiç böyle görmemişti, adam genişçe gülümsüyordu. “Ne düşündüğünüzü biliyorum, imkânsızı imkânlı kılmak için bir başka imkânsızı alt etmek gerekiyor. Cevabın hiç birimizin bakmadığı bir yerde olduğunu düşünüyorum. Kafama takılan şey budur.”
Kadına yavaşça yaklaştı ve onun şok olmuş bakışları altında kulağına eğildi, “Düşlerimiz” diye fısıldadı ve onu orada öylece bırakarak sınıftan usulca ayrıldı. Enoch’un karşısında duranı görmesi için bunu önce başkasına anlatması gerekiyordu. Kafasındaki ses ona hiçbir zaman ihanet etmemişti ve bu kez kendisini aşmasını sağlamıştı. “Son bir kez uyumalıyım, uyandığımda tekrar bu dünyada olmayacağım. Geniş düzlükler ve Mathilda beni bekliyor. Biliyorum diyarların prensesi orada tahtından inmiş beni arıyor. Kral’ın gazabından korkmadan izimi sürüyor. Ben kimim ki onun arayışına bel bağlayayım. Elimden geleni yapmalıyım. Enoch bin dört yüzüncü çoban yılının altıncı güz arifesinden önce Yolanovalon topraklarında nefes almayı kesti. Bir sonraki soluğunu apayrı bir gezegende aldı. Uykusunda düşlerin yedi basamağını tek tek tırmandı ve ona zorla unutturulmuş bilginin kırıntısı ile yitik sevgilisinin peşinden gitti.
***
Onun gittiği sabah tek odalı öğrenci evinin kilitsiz kapısından pejmürde ama temiz paçavralarına sarınık başlıklı bir adam girdi. Adam güçten düşmüştü. Sıcak yatağa elini koydu ve dinlenmek için biraz oturdu. Odayı inceledi. Tüm duvarlar boş yer bırakmamacasına yazılar ile doluydu. Yatağın altına elini uzattı ve ne var ne yok bakındı. Yüzlerce resim yaprağı çıktı ortaya. Başlıklı pejmürde adam gülümsedi. Bir yandan da biraz ağlıyordu. “Burayı hatırlıyorsun evlat. Gerçekten beni dinlemişsin. Vay be! bunu ben bile unutmuştum!” İç çekti. “Sana bunu yapanı bulacağım ve ona seninle ne derdi olduğunu bir güzel soracağım.”
O kâğıtlara bakarken kapı çalındı ve cevap beklemeden içeriye biri girdi. Bir kadındı. Belli ki sabahlamıştı, gözlerinin altı mosmordu. “Size yardımcı olabilir miyim?” dedi sevecen bir şekilde başlığını kaldırarak adam ona. Kadın ne diyeceğini bilemedi başta, “B-benim adım Tarhessa. Enoch adında bir öğrenciyi arıyordum. Bana burada kaldığı söylendi. Onunla çok önemli bir mevzu konuşmam gerekiyor.” Kadın öyle hızlı konuşuyordu ki adamın ağzı hafifçe açık kaldı. “İsmim Obliu. Enoch’un arkadaşıyım ancak burada değil. Bana sorarsanız henüz ayrılmış ve onu bir daha göreceğinizi hiç zannetmiyorum.”
Adam evden ayrılırken elinde tek bir resim vardı. Küçük olanlardan biriydi ve biraz da özensizdi. Ama özensizliği ona ilgi gösterilmemesinden değil de sanki hakkında betimlenebilecek fazla şey bulunamadığından böyleydi. Elleri sargılı bir adam resmedilmişti. Bol kıyafetler giymiş ve saçları kömür kalem ile inanılmaz bastırılarak çizilmişti. Obliu resmi katladı ve iç cebine kaldırdı. ‘Şimdi tek yapmam gereken uyumak. Ama bunun için çok yorgunum. Biraz zaman harcayabilirim, görünüşe bakılırsa ufaklık kendi başının çaresine bakabilecek halde’ diye düşündü.
Bunun yanında kafasını kurcalayan bir şey vardı. Resimlerin arasında en çok tekrar edenini unutamıyordu. Her birinin yüzü, saçı, gözleri, boyu kısacası her şeyi farklı çizilmiş olmasına rağmen pek çok bayan resminin her birinin altında Alice yazıyordu.
Bölüm 12:[*]Bu bölüm öncesinde "Genkai" ve "Kilitler ve Anahtarlar" adlı iki öykümün sıra ile okunması kavrayış açısından önemlidir[/*]
Tüm gece boyunca ustası yakalamasını söylediği kız ile bir pansiyon odasının fazla kullanımdan değilse bile uzun süre var olmaktan eskimiş tahta masasının başında oturup konuştular. Tengu her fırsat bulduğunda dinlenmeyi ve uyumayı adet edinmiş biriydi. Konuştukları arasından sadece birkaç önemli olabilecek kelime o istemese bile aklında kaldılar. “Alice, Hadrhune”
Günün sabahında uyandığında ellerine baktı. Önce içlerine sonda dış yumruk kısımlarına. Bunu da her sabah yapar hale geleli ne kadar oldu bilmiyordu. Hiç esnemezdi. Kemikleri uyandığında hiç kütlemez, hiç ağrı çekmezdi. Doğrulup bakındı. Kız köşedeki yatakta kıvrılmış halen uyumaya devam ediyordu. Balkondan bir tıkırtı geldiğinde dikilmiş doğan güneşin ışıklarını izleyen Esrod’u gördü. Esrod tütünü pipo ile içmezdi. Daha küçük taneler haline getirir mısır kurusu yapraklara sarardı. Tengu onun içtiğini nadiren görürdü ve o gün diğerlerinden farklı bir gün olacağını sadece buna bakarak söyleyebiliyordu.
Ona “Usta, düşüncelisin” demek isterdi. Evet, her sabah ilk ne zaman konuşmayı tekrar arzulayacağını beklerdi. Rekoru tüm gün boyunca aklına gelmemiş olmasıydı ama bu pek tekrarlanmazdı. Balkondaki adam dönüp ona baktı. Tengu ilk kez o anda Esrod ile ilgili yeni bir şey düşündü. Ustası olması ve ona saygı duyması dışında bir şeydi bu. Minnetti. Eğer ki o olmasaydı ne halde yaşamını sürdürürdü bilmiyordu. Akşam yemeğinde yediği üzüm ve tavuğun ya da sabah uyandığında baktığı ellerindeki kıvrımların değerini diğer tüm insanlardan daha fazla biliyordu Tengu ama bunların hepsini bir şekilde Esrod’a borçlu olduğunu hissederdi. Ancak bu kez öyle değildi. Sadece onun ağırlığını değil anlayan ve ilgi duyan yanını hissediyordu.
Esrod ile güneş doğarken konuşmadan öylece uzun süre birbirlerine baktılar. “Uzun bir gün olacak.”Bunu öylesine söylememişti. Son nefesini de tütününden çektiğinde gözleri Tengu’nun yeni zırhına kaydı. “Bunu nereden buldun? Bana tanıdık geliyor.”
Tengu şaşırdı. Zırhı alelade bir demirci dükkanından satın almıştı. Üstelik satıcının kendisi bir demirci değildi. Esrod aklından geçenleri gördü ve burun kırıştırdı. “Sana şimdiden söylüyorum. Bu zırh ile ilgili tekinsiz bir his var. Aynı havadaki sülfür gibi.” Tekrar güneşe gözlerini çevirdi. “Bak, günün ne zaman başlamayı seçeceği hiç belli olmaz. Bence zırhını giymeye başla ve kızımı uyandır. Sakın boynundan yaklaşma mümkün olduğunca uzaktan dürt, yoksa kellenden olursun.”
Tengu anlamadan Esrod’u dinledi. Giyindi ve Mathilda’yı söylediği gibi temkinle uyandırdı. Kız çıngıraklı yılan gibi aniden dikildi. Elinde kısa ama kullanışlı bir hançer vardı. Uyandığı o an Tengu kızın gözlerinin ve saçının parlak bir beyaza çaldığı saliselik bir kare olduğuna yemin edebilirdi.
“Neden bu kadar erken?” dedi kız Esrod’a hitaben. “Bana kalsa biraz daha zaman harcayabiliriz. Ancak burada dikildiğimiz her dakika gözlerini bana dikmiş meydan okuyan bir devin sabrını taşırmaya o kadar yaklaşıyoruz ki, bu düşünülemez. Bu şehir her ne kadar kökünden çürümeye başlamış olsa bile halen yaşayanlarının canlarına saygım var.”
Tengu o an fark etti. Güneş doğarken ışığını arkasına alan ve gözden kaybolan bir gölge vardı. Esrod doğruca o karaltıya bakıyordu. Dikkatli bakılmadıkça seçilemeyen bir şeydi çünkü insanlar doğal olarak güneşe bakmaktan kaçınırlardı.
“Ah Mathilda, kızım, neden hiç olmadık insanların hayallerine girdin. Neye güvendin? Onların günlük hayatlarından sıkılıp senin yarattığın ilizyonların peşlerinden mi gideceklerini düşündün? Bunun gerçekten bir iyilik olduğunu sanarak yaptığına inanmak istiyorum. Gerçekten istiyorum. En olmadık insanların en olmadık diğerlerine âşık olmalarını sağlayarak onlara bir yaşama amacı vermenin bir fark yaratacağını düşünmüş olmana inanmak istiyorum.”
Şehir sokaklarında koşarlarken Esrod kızına bunları söylüyordu. Sanki Tengu’nun da duyması için özel bir gayret harcıyordu. Mathilda sanki hiç duymuyormuş gibiydi. “Ama baba, Enoch denen adamı görmedin mi? Gerçek aşkını bulduğunda ne kadar mutluydu.” Dedi pekte gönülden sarf edilmemiş sözler ile. Tengu kızın sanki konuşma devam etsin ama başka bir mevzua girilmesin diye özen gösterdiğini düşünüyordu.
Şehri öyle hızlı terk ettiler ki öğlen olmadan o güzelim kulelerin tepeleri bile görünürden çoktan kayboldu. Kız da babası gibi sıra dışı bir yapıda gibiydi. Onun yaşlarında başka bir genç kız olsa çoktan dert yanmaya başlardı. Vücudu atletik değildi ve bacakları kısaydı. Nasıl bu kadar hızlı koşabildiği konusunda Tengu’nun hiçbir fikri yoktu. Esrod sağ işaret parmağı ile sertçe Tengu’yu göstererek, “Bak hayatını mahvettiğin adamlardan biri de bu! Ona anlat bakalım gerçekten duyarlı bir karşılık verebilecek mi?” dedi tüm bu uzayan tartışmaya nokta koyarcasına.
Tengu halen anlamıyordu. Gerçekten müthiş bir hayatı yoktu ama dert yanmasını gerektirecek bir şey de yoktu hani. Sadece kafasında beliren bazı imgelerin nelere ve ne zamana ait olduklarını kestiremiyordu hepsi bu. Kız kararlı bir ifade ile dönüp ona baktı. “Beni dinle insan.” Dedi hiç takınmadığı bir ses tonu ile. Tengu nedense diz çöküp dinleme gereksinimi duyumsamış olsa da bunu bastırdı.
“Senden özür dilemeyeceğim. Yaptıklarımın hepsini doğru olduğunu düşündüğüm için yaptım. Bu evrende acı çektiği için acı çektiren insanlar yaşamakta. Ailem, evet babam da buna dâhil, diğer pek çok varlıktan daha varlıklı bir kavrayışa sahiptir ve bunu gerekli gördüğümüz her anda kullanırız. Bu acı dolu insanların Alice adını alacak ve yaşadıkları dünyada bir çeşit ikon, idol, kule, belirli bir görsel veya kaçınılmaz bir karşılaşma ile hayatlarını çarpıştırmalarını garantilemek üzere sorgusuz bir hüküm verdim. Kimileriniz buna efsun, büyü, tılsım veya benzeri isimler takar ama hayır bu bir hükümdü ve belirttiğim hüküm gerçekleşmek zorundadır. Durum şu ki Alice’i ne olursa olsun takip etmek zorunda kalan adamların sayısı hayal edebileceğimden dahi fazla oldu. Bu fikir hayatının aşkını ararken ruhunu pişirip olgunlaştırmış bir adamın ilanı aşkına maruz kaldığımda kafamda çakmıştı ve şu anda bile yaptığımdan pişman değilim. Son olarak söylemem gerekir ki, çünkü sevgili babam senin aklında belli bir imgeye sağlam bir hüküm mührü yerleştirmiş durumda; sen de o erkeklerden birisisin.”
Tengu kızın resmi bir dil ile söylediği ve bir şekilde her kelimesi kafasına kazınan konuşmasını evirip çevirdi. Son cümlesinde bahsi geçen mührün kırıldığına emindi de. İkiliye baktı. İkisi de ondan bir tepki bekliyordu. Tengu kızgın değildi, aksine sabah Esrod’a ne kadar minnettar olduğunu düşündüğü kadar, tüm bunları ona anlattıktan sonra, kıza karşı da minnettardı. Kocaman kollarını açtı ve ikilinin şaşkın bakışları altında ancak göğsüne kadar gelen kıza sarıldı. Kızın sırtı onun kolları ardında gözden kayboldu. Esrod kahkahalar ile gülüyordu. “Bunu bir çeşit ceza olarak alabiliriz sanırım.”
‘peki, o ne?’ diye düşündü Tengu. Üçlü bir orman açıklığında arkalarını kayalık bir tepeye verdiklerinde durmaya karar verdiler. Düşünceyi cevaplayan Mathilda oldu, “Hadrhune. Hükmün karşılaşmasını umabileceğim varlıklardan birisi değildi.” Sözleri acıma doluydu. Esrod onun yerine konuşmaya devam etti. “Hadrhune bir gölgedir. Gücü ne hükümden, ne insani büyüden ne de ruhun ateşinden gelir. Gücü yoktur, basittir, yalın ve hiçliktir. Ancak ona çok yaklaşırsan yokluğun ne kadar muazzam olduğunu bir nebze olsun tadabilmeni sağlar. Bir bakışı ile yıldızları basit birer kaya parçasına dönüştürebilir. Tek bir dokunuşu ile hiç doğmamış olursun. Senin etrafındaki kader yeni baştan örülür ve hiçbir öteki paralel evrende de varlığın devam etmez.” Esrod bunları yere elindeki bir taş ile garip desenler resmederken söyledi.
Kaldığı yerden yine onun gibi desenler resmeden kızı devam etti, “Alice adında bir demirciye âşık oldu. Görüyorsun ya bir devamlılık olmak zorunda. Sen de Alice adında bir Radohin’e âşık oldun. Ve bir yerlerde bir Radohin de başka bir Alice’e âşık olmuş olmalı ki bunun olasılığı bile beni güldürmekte. Benim yapmış olmak istemediğim şey, sizlerden birinin, yani Alice kovalayanlardan, babam ile karşılaşmasını sağlamaktı. Bu ya tamamen kozmik bir tesadüf ya da Hadrhune’un eseri. Çünkü ancak ve ancak onun dönüştüğü ‘şey’ bizim hükmümüzü eğip bükebilecek kudrette. O da bir zamanlar bir insandı…” Esrod’un bir bakışı kızın sözünü kesti. ‘Devam etme’ der gibiydi.
“Hmm, aceleye geldi ama sanırım tamamlandı. Eksik yok gibi. Çırak, sana güveniyorum. Onun gözlerinin içine bakma yoksa ruhunu söndürür, dokunma veya aldığı nefesi içine çekme aksi taktirde yaşamamış olursun. Çok basit.” Esrod elini güven verircesine Tengu’nun omzuna koydu. Koca adam şaşkındı, ‘ne, nasıl yani onunla ben mi çarpışacağım? Kılıcımı kullanmam için bana izin bile vermedi uzun zamandır.’ Diye düşündü telaşla.
***
O bunları düşünürken güneş perdelenmişti. Havada şehirde Esrod’un belirttiğinde fark etmemiş olsa bile aslında bir sülfür kokusu olduğunu düşünmeye başlamıştı. Esrod ve kızı yere kazınmış rünlerin ortasında gözden kaybolalı sadece dakikalar geçmişti. Neden gitmek zorunda olduklarını çok basit bir şekilde anlatmaya çalışmıştılar. Eğer Hadrhune ile aynı ortamda bulunursalar bırak o şehir ve ormanı, gezegenden geriye bir şey kalmazmış.
Yine de Tengu mutluydu. Kılıcı Panus tekrar elindeydi. Kaybettiği anılar, her ne kadar bir kısmının yapay olduğunu öğrenmiş olsa bile, ona geri dönmüşlerdi. Üzerinde yeni bir zırh vardı ve orada ölebilirdi. Daha başka ne isteyebilirdi ki. Eğer oradan sağ çıkarsa Esrod ona kızının Tengu üzerindeki hükmünü kıracağını söylemişti. İmkansız bir hasım olsa bile karşısındaki, savaşacaktı.
[*]Gece vakti kardeşimin bilgisayarını gasp ettim, kağıda döktüğüm kadarını hızla klavyeledim. İkinci kez gözden geçirmemi sağladı bu ve bölüm 12'yi silerek (ki bundan çok çok çok farklıydı) baştan yazmamı sağldı vaziyetim. İnsanın kendi bilgisayarı gibi yok bunu anladım bir de. Neyse, kısa oldu bunlar ama hadi bakalım[/*]