“Türk Ruleti mi?” Umut’un aklından geçen tek soru buydu. Oturduğu yerde, içinde olduğu duruma bakarsa ve kelimenin sonundaki rulet kelimesini yanlış anlamadıysa, bu işin sonunun nereye varacağını çok sağlam tahmin edebiliyordu. Beynine girecek metalin, kafatasını delip, beynini milkshake çevireceğini biliyordu ama tüm bunlar olurken o hissetmeyecekti. Aman ne güzel…
Kendi cenazesini hayal etmeye başladı bir an. Bir elinin parmaklarını geçmeyen dost sayısı oldukça basit ve iç burkucu bir defin merasimi demek olurdu. Ama zaten ölmüştü o, gömülmüştü bile. Gazete öyle yazıyordu. Demek ki cenaze namazı bile kılınmayacak, baş ucunda Fatiha okuyan kimse olmayacaktı. Kim bilir belki de kuş uçmaz kervan geçmez bir derenin etrafını sarmış, sık bir sazlıkta çürüyüp gidecekti. Belki de ayağına bağlayacakları ağır bir taşla, hep merak ettiği denizin dibinde, yem olacaktı balıklara. İçinde bulunduğu durumdan kurtulma ümidi taşımadığı için, cesedine ne olacağı gibi aptal bir hususta beyin fırtınası estirdiğini fark edince, titreyip kendine geldi. Korku iliklerine kadar işlemiş, neredeyse altına işeyecekti.
Diğerlerinin de durumu farklı değildi. Çoktan ağlamaya başlayanlar vardı. Yalvaranlar hatta hala kurtulma umuduyla yanıp tutuşan, kendisini bırakmaları için adamları beyhude tehdit eden ateşli cengâverler bile vardı ama maalesef oyun başlamıştı.
Açılan kapılardan içeri giren beş seksi bayan, olması gerektiği gibi tüm dikkatleri kendilerinde toplamayı başarmıştı. Ancak gözler, bedenlerinden çok taşıdıkları altın renkli tepsilere odaklanmıştı. Her bir tepsinin ortasına yerleştirilmiş krom renkli magnumlar, oyunun hayli gürültülü geçeceğine işaret ediyordu. Salına salına, üç basamaktan ibaret merdiveni çıkan bayanlar, kendilerine yardım eden, boz ayıdan hallice adamlarla birlikte teker teker masalarının yanına gidip durdular. Bu kadar kalabalık bir ortamda, böylesine bir sessizlik sıra dışıydı. Öyle ki, heyecandan davul gibi gerilmiş davetli ve oyuncuların kalp atışları duyulabilecek kadar.
Kimse konuşmuyor, önceden organize edildiği gibi gayet hızlı ve muntazam yürüyordu işler. Umut kalbinin ağzından çıkacağı anı beklerken, sessizliği bozan kelepçeli adamlardan biri olmuştu. Akla hayale gelmeyecek küfürleri savururken, sandalyeden kalkmaya çalışıyordu ama bu çabası elbette onu bir yere ulaştırmayacaktı. Öyle de oldu. Bu kez salyalar saçarak ağlamaya ve yalvarmaya başlamıştı aynı adam. Herkes sağır olmalıydı ki, bu feryatta kulak veren çıkmadı.
İlk silah, ilk masaya dikkatlice bırakıldı. Çok ta aydınlık olmayan binanın için de bile ışıltısıyla göz kamaştırıyordu ölümcül metal. Sinir bozucu gerginliği, Doktor ‘un sesi bitirdi.
“Oyunun nasıl oynandığını herkes biliyor sanırım. İki kuralımız var. Birincisi, oyunculardan en küçük numaraya sahip olan oyuna başlar, sonra isteyen silahı alıp oyuna devam eder. İkinci kuralımız ise çok basit; Silah patlarsa oyuncu kaybeder, kaybedene bahis yapan da kaybeder. Oyuncu kazanırsa herkes kazanır. Bol şans…”
Cümlesini bitirdikten sonra başıyla işaret verdi. Silahlı adamlar masalara dağıldı. Her masadan en küçük sırt numarasına sahip olan oyuncuya silah teslim edilirken, direnmenin hiçbir fayda getirmeyeceği aşikârdı.
13-8-24-22-11-3
Silahın konduğu masada oturanların taşıdıkları numaralardı. Kural gereği ilk tetiği 3 numarayı taşıyan adam çekecekti. Namluyu kafasına dayayıp, tetiği çekecek ve kazanacak ya da kaybedecekti. Ölümcül bir oyun için fazla basit kuralları vardı. Oyuncu -ya da kurban demek daha doğru olurdu- kazanıp kazanamadığını bile bilemeyecekti.
3 numara anons edildiğinde, sinirler yay gibi gerilmişti. Ama kimse üç numarayı giyen, 20 li yaşlarının ortasında ki bu; gür saçlı, elmacık kemikleri yüzünün kalanından bağımsızlığını ilan etmişçesine sivrilmiş, sivri çeneli ve dolmuş gözleri kan çanağını andıran genç adam kadar gergin ve bitkin olamazdı. Korktuğu şey ölmek değil, belirsizlikti aslında. Eğer bu oyundan sağ kurtulursa, o silah patlamazsa ne olacağını bilmemekti en büyük korkusu. Bu adamlar elini kolunu sallaya sallaya gitmesine izin verecekler miydi? Hiç sanmıyordu. Ölümün kesin sonuç olduğunu bile bile, ıstırap çekerek beklemek tarifsiz bir kedere boğuyordu onu. Hayatı boyunca adrenalin bağımlısı olarak yaşamıştı. Bu bağımlılığı onu dağcılığa sürüklemiş, insanların bakarken ürktükleri dağlara kar kış demeden tırmanmıştı. Yaşlanıp, dizlerinde battaniye, torunlarına masal anlatan bir ihtiyar olacağı günleri hayal bile etmemiş, o şekilde ölümü beklemeyi hep reddetmişti.
Son tırmanışında geçirdiği kaza onu ölüme sürüklemişti. Son hatırladığı şey, kopan halatın kendisiyle birlikte boşluktaki düşüşüydü. Sonrasında gözünü açtığı hastane ve şimdi de buradaydı. Hayat restini görmüş ve artırmış olmalıydı. Adrenalinin oluk oluk aktığı damarları bedeninden çıkmak istercesine şişmiş, şah damarının belki de son vuruşlarını boynundan tüm yüzüne kadar hisseder olmuştu.
Hükmedemediği sağ eli, kabzasını kavradığı silahı atmak istermiş gibi delicesine titriyordu. Silahı masadan alıp, şakağına götürene dek geçen süre, bir ömür gibi gelmişti. Zihnince uçuşan arılar, binlerce iğneyi beynine saplarken, şakağında hissettiği soğukluk gerçeklik zilini çalmıştı. Namlu şakağında, eli tetikte, aklı kovan yatağındaydı. Boş mu dolu mu? Şimdi mi ölecekti yoksa ölmek için biraz daha bekleyecek miydi?
Kendini tetiği çekmek için hazırlamaya çalışıyordu. Ama o kendine bile sürpriz yapıp, en hazır olmadığı zamanda dokundu tetiğe.
Tetiğe uyguladığı basınç yayı gererken, yine tetiğe bağlı mandal silindiri yavaş yavaş çevirip, kovan yatağını horoza hizalamaya başlamıştı. Tetiğe uyguladığı güç devam ettikçe sürdü bu. Ağır ağır dönen silindir, direnç noktasına ulaşırken, horoz da yavaş yavaş kalkıyordu. Horoz direnç noktasına eriştiğinde hareketi durdu, fişek yatağı horoza hizalandı. Ölümle yaşam arasındaki ince çizginin kırılması, küçük bir tırnağın tuttuğu horozun düşüp düşmemesine bağlıydı. Parmağın hareketi devam edince; tırnak direnç noktasından kurtuldu.
Zincirlerinden boşanmış bir boğa gibi ileri atıldı horoz. İğne, atım yatağına vurdu. Kapsül; sanki yüzyıllardır uyanmayı bekleyen bir yanardağ edasıyla püskürttü alevini ve kovanın içindeki barutu ateşe verdi. Basınca boyun eğen çekirdek, saniyede 700 metre hızla, yiv ve setler arasından dönerek namludan ayrıldı güneş ışığını görmeden, namlu ağzı aleviyle kavrulan kafa derisinin açtığı yoldan, kafatasına çarptı. Çarpışmanın galibi mermi olmuştu ve tıpkı çıktığı namlunun içinde olduğu gibi, dönerek yoluna devam etti. Hamur kazanını karıştıran dev kepçe misali her şeyi birbirine karıştırıp, tekrar kafatası ile buluştu. Bu kez gazabı daha büyük olmuştu. Girerken açtığı deliğin 10 katı büyüklükte delik açmak için var gücünü kullandı ve adamın kafasının sol yanını peşine takıp götürdü.
Sandalyeye bağlı adam yere bile düşemedi, yarısı kopan kafası sola düştü sadece.Saçılan kemik ve doku parçalarından etrafta ne varsa nasibini almıştı. Adamın sol yanı baştan aşağı kırmızıya boyanırken, aşağı düşen eli, hala sıkı sıkı tutuyordu tabancayı.