İçmeden sarhoş olmak mıydı bu yoksa uyanıkken rüya görmek mi? Karabasan dedikleri bu olsa gerekti. Uyanmak isteyip te uyanamamak. Çıldırdığını da düşünmüyor değildi Lokman koridordan gelen sesler, üst kattaki servislere, kafeteryaya, hastanenin her yerine yayılmıştı. Hızla dışarı attı Lokman kendini. Kalabalıktan sıyrılması düşündüğünden çok daha kolay olmuştu. Kendini odasına attığına dua ediyordu. Rahat koltuğuna atıverdi kendini. Başını ellerinin arasına alıp şakalarını ovdu, gözlerini ovuşturdu. Sesleri dinledi, güldü. Ayağa kalktı, sonra vaz geçip tekrar oturdu. Parmaklarıyla kulaklarını tıkadı, film koptu.
Gözlerini açtığında ilk gördüğü şey, ilaç firmalarından birinden gelen promosyon duvar saatiydi. Dijital saat 06:32 yi gösteriyordu. Kısa süre uyumuştu ya da bayılmıştı. Ama o sanki yorgun ve uykusuz günlerin ardından sıkı bir uyku çekmiş gibi rahatlamış ve dinç hissediyordu kendini. Seslere kulak kesildi ama hiçbir şey duyamadı. Koltuğunu olduğu yerde 180 derece döndürüp, jalûziyi parmaklarıyla araladı. Arka bahçeye bakan camdan dışarıya göz attı, anormal bir şey gözüne çarpmadı. Olması gerektiği gibiydi sanki her şey. Sabahın bu saatinde nasılsa öyleydi. Ayağa kalkıp gerindi, tatile ihtiyacı olduğuna kanaat getirdi. Sigarasını kapıp ön bahçeye çıktı. Hava daha da kararmıştı sanki. Sigarasını ağzına yerleştirdi, çakmağını ateşledi, derin bir nefes aldı, sanki dumanın tek bir zerresini bile heba etmek istemiyormuşçasına… Tekrar derin bir nefes daha çekti, sigarayı parmaklarıyla alıp garip garip baktı, hiç tat alamamıştı, ot gibi derler ya işte öyle. Sanırım hasta oluyorum diye düşündü. Yere çaldı sigarayı, ellerini cebine sokup içeri girdi. Odasına gidip sabah haberlerine bir göz atmaktı niyeti. Koridoru aşarken bir şey dikkatini çekmişti. Bu saatte hep sessiz ve sakin olurdu hastane ama bu kadar da değil. Kendinden başka kimse yokmuş hissine kapıldı bir an.
Odasına gitmekten vazgeçip hastanenin hem bekleme salonu hem de kafeterya olarak hizmet veren bölümüne yöneldi. Büyük salon koridorla birleşiyordu. Gelip tam ortasında durdu. Etrafına bakındı, uzun bir koltuğun üzerinde cenin pozisyonunda yatan bir adam gördü. Ayakkabıları düzenli biçimde hemen koltuğun dibinde duruyordu. Hasta refakatçilerinden biriydi muhtemelen. bir başkası da ellerini başının altına yastık yaparak masaya kapanmış uyuyordu. Bu da bir başka refakatçi olmalıydı.
Bitmek bilmeyen bu nöbettin son saatlerini harcamak için sohbet edecek birini bulmak geldi aklına. Aynur hemşire ile iyi anlaşıyordu. Hem rüyasını da anlatırdı. Hemşire odasına doğru yönelmişti ki, önünden geçmekte olduğu pansuman odasının ortasında gördüğü karaltı dikkatini çekti. Usulca kapıya yanaşıp kafasını uzattı. Yerde bir kütle olduğu kesindi ama, penceresi olmayan bu odanın içini görebilmek için ışığa ihtiyacı vardı. Anahtarın yerini bildiği için, kapının eşiğinden uzanıp, bir iki yoklamayla anahtarı bulup bastı ama ışık yanmadı. Bir daha denedi ama, sonuç değişmedi. Elektrikler kesilmiş olmalıydı ama jeneratör devreye girerdi böyle durumlarda. Daha fazla düşünmedi, telefonunu çıkarıp el feneri gibi kullanmaya karar verdi. Yerde gördüğü karaltının üzerine doğru tuttu ışığı bir iki adım attı ve ne olduğunu anladı. Yerde yatan bir insandı bu. Hemen hızlıca başına gidip başucunda çömeldi, üniformadan bir hemşire olduğunu anlaması zor olmadı. Yüzü koyun yatan kadını çevirip, telefonu yüzüne tuttuğunda paniğe kapıldı. Aynur Hemşireydi bu. Hemen koltuk altlarından tutup koridora doğru sürüklemeye başladı, ışığa ihtiyacı vardı. Kadını koridora taşıyıp usulca yere bıraktı ve hemen başının arkasına eliyle destek verdi. Hem ismini söylüyor, hem de nazikçe tokatlıyordu. Kendine gelmediği her an sesin ve tokadın şiddeti artıyordu ama nafile, Aynur Hemşire cevap vermiyordu. Hemen nabzını kontrol etti. Boynuna koyduğu iki parmağı nabzı alamıyordu. Aynur Hemşire ölmüştü. Yardım istemek yeni aklına gelmişti, avazı çıktığı kadar bağırdı ama telaşla koşup gelen kimse olmamıştı. Usulca yere bıraktı Aynur Hemşirenin başını. Ok gibi fırlayıp az ilerideki hemşire odasına daldı telaşla ama girdiğine gireceğine pişman olmuştu.
Ayten Hemşire koltukta, Nalan Hemşire odanın ortasında yerde, ATT Recep sandalyede ve ismini bilmediği, yeni işe başlayan hemşire de dinlenmek için kullandıkları üçlü koltuğun üzerinde ölmüşlerdi. Oturuş pozisyonlarından çıkarmak mümkündü bunu. Uyuyan bir insanın almayacağı pozisyonlardaydı her biri. Paniği ve korkusu artarken, mesleğinin getirdiği içgüdüyle, teker teker nabızlarını kontrol etti. Yaşayan birini bulamadı.
Hala uykuda olduğunu, rüya içinde rüya gördüğünü düşündü. Karabasanın da böylesi… Kendine tokat attı, hiçbir şey olmadı. Tekrar denedi yine hiçbir şey olmadı. Rüya değilse gerçekti ama bu nasıl gerçek olabilirdi ki?
Hemşire odasından koşarak çıktı, nereye gittiğini bilmeden koştu, ön kapı gözüne ilişti, hızla çıktı kapıdan. Dışarıda yardım isteyebileceği birilerini aradı gözleri, ama yoktu. Zaten şehir dışında bir arazide kuruluydu hastane ve genelde çevrede, hastaneye gelip gidenler dışında pek insan bulunmazdı. İnsan yoktu ama hiç hayvan da yoktu. Kuşlar neredeydi? Bu saatte uyanmış olmaları gerekirdi. Nerde bu kuşlar?
Cevabı çok geçmeden öğrendi. Bahçedeki tüm ağaçların altında öbek öbek kuşlar yatıyordu. İnsanlar ölmüştü, kuşlar niye ölmüştü peki? Yıldırım düşmüş olabilirdi ağaca. Bütün ağaçlara yıldırım düşmüş olma ihtimali o kadar saçmaydı ki, hemen vazgeçti bu fikirden. Delirmesine ramak kalmıştı. Tekrar hastaneye koştu. Yoğun bakım ünitesine daldı, derin bir sessizliğin içinde buldu kendini. Hastalara bağlı tıbbı cihazların uğultusu, fışırtısı, bipleri…. Hiç biri duyulmuyordu. Teker teker yatakları dolaştı. Trafik kazası yapan adam, çatıdan düşen işçi, bacakları kırık adam… Hepsi yerli yerinde yatıyordu ve ölmüşlerdi. Kime el atsa nabız alamadı.
Niye böyle bir şeye gereksinim duyduğunu bilmeden, parmaklarını kendi boynuna götürdü. Önce sağ taraftan denedi, sonra sol taraftan… Nabız alamadı. Korktu. Korkunun en saf ve şiddetli halini hissetti benliğinde. Nabzı atmıyordu. Tekrar denedi ama sonuç aynıydı, nabzı atmıyordu. Sonra daha kötü bir şey fark etti. Nefes almıyordu. Bir an duraksadı, kontrol etti ve acı gerçekle yüzleşti. Elini burnuna götürüp elinin dışını siper etti. Teninde hissedeceği sıcaklığı aradı ama bulamadı.
Ne yapacağını bilmiyordu, nereye gideceğini hiç bilmiyordu, neler olduğu hakkında ise en ufak bir fikri bile yoktu. Yine amaçsızca koşmaya başladı, koridorda uçarcasına gidiyordu ki, bir an odasının kapısını fark etti, odaya dalıp kapıyı kapattı, ellerini kapıya dayayıp alnını kapıya yapıştırdı. Sakinleşmek istiyordu ama heyecanlı değildi. Nefes almadığına göre kalbi de atmıyordu, o halde heyecan belirtisi de yoktu. Yine de bir an duraksadı, elini cebine daldırdı, telefonunu çıkarıp ekranı açan tuşa bastı ama ekran yanıt vermedi. Tekrar denedi yine olmadı. Sol tarafında kalan oda duvarında asılı saate kaydı gözü..
06:32
Bu nasıl olmuştu? En az yarım saattir oradan oraya koşturuyordu, en son odadan çıktığında saat 06:32 idi, yoksa… yoksa saatte mi ölmüştü? Labirente salınmış bir fareden farksız hissediyordu kendini. Deney faresi gibiydi, nereye gitse duvarlar çıkıyordu önüne, bu lapandan nasıl çıkacağını bilmeden oradan oraya koşuyordu. Peki ya bu kapanın bir çıkışı yoksa?
Gözünü tırmalayan bir şeyi daha yeni fark ediyordu. Beynine çiviler çakılmaya başlamıştı sanki. Koltuğunda biri oturuyordu. İlk görüşte kim olduğunu anlamıştı ama idrak edememişti, belki de etmek istemedi. Koltukta oturan kendisiydi. Başı geriye ve hafif yana düşmüş, ağzı yarım aralanmış vaziyette öylece duruyordu. Çığlık atmak istedi ama atamadı ya da atmadı. Kendine doğru yürüdü, kendine bakıyordu ama bu aynadan kendine bakmaktan farksızdı. Tek fark görüntünün aynadan yansımıyor oluşuydu. Kendine dokunmak istedi, dokunduğunu görüyordu ama hissedemiyordu. Tekrar denedi yine olmadı. Dönüp masadaki kalemi eline aldı, kalem elindeydi ama kalemi hissedemiyordu. Felç olmuş gibiydi. Ellerini şaplatmak geldi aklına, belki de uyanmak için iyi bir yoldu. Avuçları patlarcasına alkışlamaya başladı ama birbirine çarpan ellerinde herhangi bir reaksiyon görünmüyordu. Ses çıkmıyordu ve avuçları acımıyordu. Boyut değiştirmiş, gerçeklik hayal olmuş gibiydi.
İçini kaplayan huzursuzluk ve ümitsizlik içinde son bir kez koltukta oturan kendine baktı. Aynur Hemşire adamı yatakta tutmaya çalışırken Lokman ona yardıma koşmuştu, arbede sırasında adamın tırnağı lokmanın yüzünde ufak bir çizik oluşturmuştu, şimdi o çiziğe bakıp, her şeyin gerçek olduğunu anlamaya başlıyordu. Her şey gerçekti ama neydi bu olanlar?
Arkasından gelen sesle irkildi Lokman. Belki de her şeyin açıklamasıydı bu ses;
“ Ey Halit oğlu Lokman… Vaktin tamam”