Bölüm 5: Sorgu
Gözlerimi açtığımda tekrar kapatmak zorunda kaldım, aşırı aşık gözümü acıtmıştı. Bir süre kısık tuttum ve en sonunda ışığa alıştım. Gözümü açtığım o ilk anlarda bilinçsizdim, kim olduğumu bilemeyecek bir derecede… Doğrulmaya çalıştım, ama kaslarım uzanmaya alışık olacak ki beynimi dinlemedi. Ben de olduğum yerden odayı süzmeye çalıştım, beyaz renk ağırlıktaydı ve daha önce defalarca içime çektiğim bir kokusu vardı. Eskiden okul çıkışlarında çok sık uğrardım buraya.
Odanın dışından hastanenin yoğun insan sesi geliyordu. Seslerle birlikte bilincim de yerine geldi. Ian, 15 yaşında, şu an Napoli’deyim… Ama bu temel bilgilerden sonra kafama zehirli bir ok gibi dün geceki olaylar geldi. Yavaş yavaş geliyorlardı, zehir tam salgılanmamıştı. Su içmeye kalkmıştım, cama gittim, yağmurun bulandırdığı camdan sokağa baktım. Kafamı yıldızlara çevirdim… Ve zehir tamamen salgılanmıştı işte.
“Anne!”
Kaygı ve telaş şokuyla kaslarım birden ısındı ve anında doğruldum, duman hala ciğerimde kalmış olacak ki biraz öksürdüm doğrulurken. Odaya orta yaşta, dalgalı alev rengi saçlarıyla, açık kahverengi gözleriyle, ince dudaklarıyla ve kıyafetinden taşmış göğüsleriyle düzgün giyinimli etkileyici bir hemşire girdi.
“Sakin ol, annen iyi.” dedi şefkatli ve insanı gülümseten bir sesle.
Sesinden dolayı istemsiz olarak gülümseyerek “Şu an nerede?” diye sordum
“Yan odada, dinleniyor. Durumu iyi merak etme.”
“Başı ve kolu kanıyordu, durumu kötüydü! Nasıl hemen iyi olabilir?”
“Bir şeyi yok, durumu gayet iyi.”
Hemşire bozuk plak gibi hep aynı şeyleri aynı ses tonuyla söylüyordu, artık ses tonu gülümsetmemeye başladı, sinirim bozulmuştu. Sert hasta yatağından ayağa kalktım ve kapıya doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Ayağa kalktığım anda başım çatlayacak ve içinden dinozor çıkacak gibi oldu ama hemşireye çaktırmadan(çaktıysa da umursamadı) yanından geçtim. Çıktığım odanın sağ ve soldaki odalarına baktım, biri temizlik malzemelerinin olduğu minik bir odaydı, diğeri de annemin odası.
İçeri dalmamla birlikte iki doktorun annemin başında fısıldamaları kesildi, kafalarını baykuş misali bana çevirdiler. Ama benim annem dışında hiçbir şey umurumda değildi, doğruca ona koştum. Durumu pek hemşirenin dedikleriyle uyuşmuyordu, başından gereğinden fazla kan akmıştı, orayı bir bez sarmışlardı, annemin kanı altından net gözüken kan ile pislenmiş bir bez. Kolu ise kötü görünmüyordu, orası da sarılmıştı. Yüzünde oksijen maskesi vardı, onu bu halde görmek beni mahvetmişti. Onu daha önce hiç bu halde görmemiştim, onu hep güçlü bilirdim. Ona bir zarar gelmesi mümkün değil, derdim.
Doktorlardan yaşlıca olanı:
“Onu biraz yalnız bırakalım, rahatsız olmasın.”
“Tamam.” dedim aşırı titreyen ve aşırı kısık bir sesle, gözlerim dolmuştu.
Odadan çıkıp boş koridorda bir bank bulup oturdum. Başımın ağrısının nedenini o zaman fark ettim, kötü düşmüş olmalıyım ki kafamın arka kısmında büyük bir şişlik vardı. Elleyince biraz daha acıdı. Sıkıntıdan, karşımda duran panodaki çocukları inceledim. Hepsi de dünyanın farklı yerlerinden gelmişlerdi, çeşit çeşit minik çocuklar en arkadaki dişlerini gösterecek derecede sırıtmışlardı. Keşke onların yerinde olsaydım, dedim içimden. Onlar gibi dertsiz ve mutlu olsam.
İki üç kez esnemenin ardından üstümdeki hırkayı yastık gibi kullanıp bankı kaplayacak şekilde uzandım. Anında uyuyakaldım.
* * *
Rahatsız bankta ufak bir dürtmeyle uyandım. İlk önce karşımdaki adamın kim olduğunu anlayamadım. Gözlerim bulanmıştı ve başımın ağrısı ikiye katlanmıştı sanki. Gözlerimin buğusu gidene kadar ovuşturdum ve berbat haldeki Prof. Hardley’i gördüm.
Asker yeşili cüppesinin orasında burasında yırtıklar vardı. Ayrıca bir şeyle koyulaşmıştı. Tam esniyordum ki burnuma çok keskin bir morfin kokusu geldi. Birden gözlerim sonuna kadar açıldı ve ayıldım. Sonra cüppeyi koyulaştıran şeyin ne olduğunu fark ettim: Kan. Yüzüne baktığımda sağ kaşına dikiş atılmış, dudağının patlamış ve sol kolunun sargı beziyle sarılmış olduğunu gördüm.
“Prof. Hardley! Size ne oldu böyle?” hemen doğrulup yanına gitmek istememe rağmen eliyle otur işareti yaptı ve ben oturduktan sonra yanıma oturdu. Cidden çok kötü durumdaydı.
“Ne oldu size Prof. Hardley?”
Adamın kırışıkları daha da ortaya çıkmıştı, bir gece de yaşlanmıştı sanki. Gözlerinin akı kızarmıştı. Gözündeki kılcal damarlar fırlamıştı resmen. Sonra açılmaya çalışıyormuş gibi gözlerini kapatıp kendini sıktı ve her zaman onu dinlememi sağlayan öğüt verici sesiyle konuşmaya başladı.
“Bir ara sokakta önümü kestiler, ufak bir kavga yaşadık.”
“Buna inanmamı beklemiyorsunuz değil mi Prof. Hardley? Savaştan çıksanız bu kadar darbe ve yara alamazdınız. Ne olduğunu artık düzgün anlatın.”
Prof. Hardley bir şeyler söylemişti ama ağzında öyle bir gevelemişti ki lafı “Aynen öyle” gibi bir şey duyduğumu sandım.
“Yalan söylediğime inanıyorsan ve ben sana gerçeği söylemiyorsam, bırak öyle kalksın Ian. Zamanı gelince her şeyi öğrenirsin.”
“Neyin zamanı? Rüyamda da böyle gizemli gizemli konuşuyordunuz, neyin zamanı gelecek, neler oluyor?”
Profesör sustu, önüne bakıyordu sadece. Gözlerini kısmış, karşı duvardaki bebek resmine bakıyordu. Aniden kafasını bana çevirdi ve o da beni sorgulamaya başladı.
“Bana sorular sorup duruyorsun da, sen de konuş bakalım. Neden buradasın, bu halin ne?”
Haklıydı, iki saattir onu sorguluyordum. Halbuki dün gecem kabus olmuştu benim için. Konuşmaya titrek bir sesle başladım. “Dün gece, su içmeye kalkmıştım. Suyumu alıp camdan baktım, sokağıma baktım.” Prof. Hardley’ in kaşları kalkmaya başlamıştı. Onu çok bekletmeden devam ettim ama bunları anlatmak beni tekrar o geceye götürmüştü. “Sonra, yıldızları inceliyordum, ne kadar parlak olduklarına bakarken aşağıda bir parlaklık daha hissettim. 5 tane daha geldi aynı sokaktan. Hangi sokaktan geldiğini tahmin bile edemezsin!”
“Edebilirim çocuk. O evinizin karşısındaki karanlık ve kimsenin hakkında hiçbir şey bilmediği sokaktan. Nereden bildiğimi sorma, sadece devam et.”
Nereden biliyordu ki? Şimdilik merakımı yenip devam etmem gerekiyordu ama sözcükler boğazımda düğümleniyordu. Sonunda düğümü çözdüm ve git gide kısılan sesimle devam ettim. “Oklarını bizim eve doğrulttular. Koşmaya çalıştım ama başımın ağrısından en fazla koridorun ortasına kadar gelebilmiştim. Ve işte o anda inanılmaz bariton çığlıklar korosu ile birlikte eve ok yağmuru başladı. Korkmaktan başka bir şey yapamayacağımı biliyordum, koltuğun kenarında çömeldim sadece ama bir dakika sonra annemin çığlığıyla birlikte ayıldım. Yaralanmıştı, sol tarafı kan içindeydi. Yanına gittim ama odayı öyle bir is kaplamıştı ki, nefes alamıyordum. Düştüm, kafamı yere çarptım, sonrası hakkında hiçbir bilgim yok. Tamamen karanlık.”
Prof. Hardley’in kaşları neredeyse seyrek saçlarına değecek kadar yükselmişti. Bir süre ikimizde konuşmadık. Sonra bana olanları anlatacağını söyledi.
“Olanlardan sonra polisler geldiler eve. Seni ve anneni komşunuz evden çıkarmıştı ama çok kötüydünüz. Polisler tüm sokağı araştırdı, kimsenin ne bağırış duyduğu vardı ne de zırhlı adamlar gördüğü.”
“Yani ne anlatırsam anlatayım, neyin üstüne yemin edersem edeyim bana inanmayacaklar öyle değil mi?”
“Maalesef öyle Ian. Yangının açık kalan bir ocak yüzünden olduğu söylediler. Sen bunları gördüğüne eminsin değil mi?”
Çok şaşırmıştım. Bu dünyadaki tek güvendiğim adam olan Prof. Hardley bana inanmıyordu. O da inanmıyorsa polis hiç inanmayacaktı bana. Ama ben emindim, onları görmüştüm! Saldırı, oklar, her şey tamamen aklımdaydı.
“Siz de bana inanmıyorsunuz değil mi Prof. Hardley? Kahrolsun ki kimse bana inanmayacak!”
Profesör kafasını “Hayır” anlamında salladı. “Ben sana inanıyorum Ian, ama polisler buna asla inanmazlar.”
“Peki ya kolundaki kanamayı ve oku nasıl açıkladılar?”
“Polisler geldiğinde annenin kolunda ok yoktu, sadece bir şeyin battığını gösteren bir yara vardı. Bunu da annenin yere düşürdüğü kalın bir iğne olarak değerlendirdiler.”
Yok artık, diye geçirdim içimden. Başım öne eğildi, gözlerim dolmaya başladı. Kolumun kenarıyla gözlerimi sildim, Prof. Hardley ne durumda diye bakmak için kafamı çevirdiğim vakit onun çoktan gittiğini gördüm. Sonra da arkamdan gelen bir çift topuklu ayakkabı sesi duydum. Dönüp baktığımda sabahki hemşirenin beni çağırmaya geldiğini gördüm. Başımı salladım ve odama doğru gittim. Kapıyı açtığımda anda içeride 3 tane polis olduğunu gördüm. Birinin elinde kağıt vardı, sanırım bu ifademi yazacaktı. Diğer ikisinin elinde hiçbir şey yoktu, sanırım bunlar da sorgulayacaklardı. İçimden “Başlıyoruz” dedim ve yatağıma doğru ilerledim. Elinde bir şey olmayan uzun boylu, sarışın ve kirli sakallı yakışıklı sayılabilecek polis bir adım yaklaştı ve kendini tanıttı.
“Merhaba Ian, ben komiser Flavio. Ne için geldiğimizi tahmin ediyorsundur.”
Sanki bilmememin imkanı varmış gibi soru soruyordu bir de. “Edebiliyorum” çıktı bir tek ağzımdan. Adamın yanındaki polislere dikkatlice baktım. Herhalde o da bunu fark etmiş olacaktı ki onları tanıtmaya başladı.
“Ah özür dilerim diğerlerini tanıtmayı unuttum. Bu,” eliyle yanında ayakta duran siyah camlı bir gözlük takmış, gür kahverengi saçlı, genç polis memurunu gösterdi. “Santino. Bu da” bu sefer de refakatçi koltuğunda oturmuş olan orta yaşlı, kısa siyah saçlı, keçi sakallı, yapılı polisi göstererek. “Horatio. Seni çok zorlamayacağız, sadece ne hatırlıyorsan anlatmanı istiyoruz.”
Onlara duygusuz bir şekilde baktım, ne anlatırsam anlatayım, ne yaparsam yapayım bana inanmayacaklardı. Sessizlik biraz sürdü ve ben anlatmaya başladım.
* * *
Tüm olanları harfi harfine anlattıktan sonra yine bir sessizlik oldu. 3 çift inanmayan göz tip tip bana baktı sadece. Sonra Flavio denilen adam diğer ikisini de yanına alıp bir şeyler fısıldadı. Horatio ve Santino kafasını salladıktan sonra tekrar yerlerine geçtiler. Flavio birkaç adım öne çıkarak yine konuşmaya başladı.
“Anlattıklarının gerçek olmadığını biliyoruz. Ocağı açık unutmuş olabilirsin, sana söz veriyorum annene bundan bahsetmeyiz.”
Tabi ki de inanmamışlardı, bu beni kızdırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ses tonumu kontrol edemeyerek “Ben ocağı falan açık unutmadım, tüm anlattıklarım gerçek! O psikopatlar karanlık ara sokaktan çıktı ve evime ok yağdırdılar.” Başımın ağrısı yüzünden durmak zorunda kalmıştım. Ama bu beni bir daha konuşturmamaları için iyi fırsattı. Bu sefer sesini ilk defa duyduğum, iğneleyici ses tonuyla Santino konuştu.
“Bu devirde ok yağdıracaklarını pek sanmıyorum. Eğer annenin, babanın bir düşmanı olsaydı makinelilerle tararlardı evi.”
Hala inanmıyorlardı bana, bu gidişle inanmayacaklardı. Onlara derdimi anlatmak zorunda değildim, ama içimden bir ses bunu yapmamın iyi olacağını söylüyordu. Nefret etmiştim bu adamlardan, bir şeyi anlamıyorlardı. Sonra cevap vermem gerektiğini düşündüm ve cevabımı verdim. Sonuna kadar arkasında duracaktım bu işin.
“İyi de annemin ve ya babamın düşmanı yok ki!”
Flavio usanmış bir biçimde konuştu tekrar. “Kimin düşmanlarıydı peki?”
Biraz durdum, her şeyi aklımdan geçirmeye başladım film şeridi misali. Birkaç şey aklımda belirginleşiyordu. Kel adamın ismimi bilmesi, aynı adamın beni kaldırıma itip kitabımı çalması, yine aynı adamın gece kapımızı açıp not bırakması. Kimin düşmanı olduğu anlaşılmıştı.
“Benim.”
LegalMc&RapMaster