Bölüm 4
Derin nefes alıp verme seanslarıma tekrar başlamıştım. Son cümlelerini, kafamı yastığın altına sokmama yetecek kadar korkutucu bir tınıda söylemişti çünkü. Mantığı bir kenara bırakmıştım artık. Sonumun ne olacağı bu saatten sonra önemli değildi fakat öleceksem de acısız, huzurlu bir türden olmasını diliyordum. Konuşacak gücü tekrar kendimde bulduğumda ise bacaklarımdaki titreme bir nebze azalmıştı. Ayakta olmadığım için bir kez daha şükür etmiştim. Tek tanrı inancına sahip olmama rağmen, o anda beni dinleyen eğer varsa her ilah için şükür edebilirdim.
“Tamam. Lanet olası mantığı bir kenara bırakalım. Sizden keşfettiğim bazı ilginç olayların açıklamasını istiyorum. Şu gaz lambası, geldiğimden beri haftalar geçmiş olmalı ama hiç sönmedi. Ağzı kapalı olan sürahide ki su da bununla aynı durumda ve erzaklar da cabası. İçerisi hiçbir zaman kötü kokmadı. Ne pencere var ne kapı. Lakin yaşadığım onca zamandan beridir bu kadar temiz havaya rastlamam pek nadir bir durum. Ayrıca nasıl oldu da içeri girdiniz? Göremediğim gizli bir kapı mı var, ne biçim ucube bir yerdeyim böyle?”
“Tebrikler üstat. Gerçekten de müthişsiniz. Sizden önce burada kalmış çok az kişi şu anki sözleri sarf edebildi. Ben söylemeden bunların farkında olmayan çok az kişi vardı. Lakin fark etmediğiniz bir iki olayı daha söylemek isterim. Üstünüzü ve yatağınızı hiç kokladınız mı? Haftalardır burada olmanıza ve bu süreç içerisinde bir kere bile duş almamanıza rağmen tek bir kötü kokuyu teninizden alabilmiş değilsiniz eğer fark ettiyseniz.
Fakat şunu söylemem gerekir ki birçok kişi burada delirdi, yalnız kalmaya dayanamayanlar çıldırdı. Günlerce bağıranlar oldu, suyu içmeyi ve yemeği yemeyi reddedip ölüm ile aralarında saç teli kadar ince bir mesafeye kalmış insanlar oldu. Hatta buradan normal olarak çıkabilen kişi sayısı bir elimdeki parmakların sayısını geçmiyor. Ama siz dayanmaktan öte, gariplikleri fark edip bunları bana soru olarak yöneltecek kadar dayanıklı çıktınız. Ve sorularınıza gelirsek sanırım bunların açıklamasını siz de benim kadar iyi biliyor ama bunu kabul etmeyi reddediyorsunuz. Tek bir sözcük ile vereceğim yanıt şu; büyü! Ya da sihir. Artık hangisi kulağınıza hoş geliyorsa.”
Gözlerim her cümlesinde daha da açıyor, ağzım her kelimesinde istemsiz olarak daha da aşağıya sarkıyordu. Demek ki benden başkaları da burada kalmıştı. Hatta kalmanın ötesinde Klaus’un dediğine bakılırsa ölümün eşiğinden dönmüşler, delirmişlerdi. Yanı sıra şu üstümün kokmaması olayı. İlginçtir ki bunu nasıl fark edemediğime hayret ettim. Tenimi, fazla da belli etmemeye çalışarak kokladım. Daha beş dakika önce yıkanmış gibi temizdi, üstelik gül losyonu kokuyordu. Yine de sonuçta durumun ne olduğunu anlamıştım. Bu şeylerin hepsi, bir türlü inanamadığım ve saçma bulduğum büyüden ibaretti. Büyü gibi olaylara inanmayan birisi olarak, odada ki ilginç durumların tamamının sonucunda büyü olmasını öğrenmem beni garip bir şekilde rahatlatmıştı. Annemin bir zamanlar söylediği söz hatıralarımda canlandı.
‘Sevdiğimiz bir kişinin ölü olduğunu bilmek, o kişinin kayıp ve durumunun ne olduğunu bilmemekten daha iyidir.’
Bu cümleyi söylediği zamanlar ne kadar da saçma gelmişti oysaki. Her şey ölü olmaktan iyidir diye düşünmüştüm. Fakat şu an anlıyordum. Bir şeyin ne olduğunu bilmenin, hiç bilmemekten daha iyi olduğunu…
Düşünceleri bir kenara bırakıp şu anki zamana döndüm. Kafamı kaldırdığımda simada hiçbir değişiklik yoktu. Garip olan artık buna şaşırmıyor oluşumdu. Derin bir nefes alıp tekrar konuşmaya başladım.
“O zaman beni buraya nasıl getirdiğiniz anlaşıldı. Şu büyü saçmalığını kabul edelim bir an için. Peki, benim bununla ne ilgim var. Düzlem demiştiniz, bu da şu anda dünya da olmadığımızı mı gösteriyor? Başka bir gezegende falan mıyız?”
Yine içten gelen neşeli bir kahkaha attı ve konuşmaya başladı.
“Başka bir gezegen mi? Bilim adamlarınızın bazıları birçok şeyi yanlış yapıyor olsalar da bazen kedi olalı kırk yılda bir fare tutabiliyorlar. Dünya harici başka gezegen olmadığı ve uzayda başka bir dünya bulunmadığı savı yani, bu doğru. Ben düzlem derken bunu kastetmemiştim. Demek istediğim aslında hala dünyadayız, fakat farklı bir boyutunda. Dünya üzerinde bir çok boyut, bu boyutlarda yaşayan bir çok farklı tür bulunmakta. Sizinki bunlardan sadece biri. Aslında her boyutta sizin dilinizle daha doğrusu dünyalı diliyle insanlar var. Farklı olan, bu boyutlardaki insanların arasında bulunan çağ farkları. Örneğin bir boyutta sizin karanlık çağ olarak adlandırdığınız, konuşmayı bile yeni yeni öğrenmeye başlayan insanlar ateş gibi önemli bir buluşu keşfederken, başka bir boyutta şu anda hayal bile edemeyeceğiniz teknolojik gelişmeleri yaşayan -ki sizin bu halinizi görseler ne kadar da teknoloji yoksunu cahil bir ırk olduğunuzu söyleyecek- insanlar var. Bunun yanı sıra giyim, yaşam tarzı, dil, inançlar ve benzeri tüm olaylar da farklılık gösteriyor. Kısaca demek istediğim üstat düşündüğünüzden de küçük bir dünya da yaşıyorsunuz.”
İşte şu anda gerçekten hazmetmem gereken bir paragraf vermişti bana. Arkadaşlarımla oturup televizyonda böyle bir film izlesem ya bayağı etkileyici ve akılcı bir senaryo hazırlamış olduklarını düşünüp içten içe tebrik eder, ya da komedi filmi çekiyorlar diye kahkahalar atarak gülerdim. Fakat o filmin içinde olunca ne tebrik edebiliyor, ne de gülebiliyordum. Bunun bir kamera şakası olma ihtimali de artık iyiden iyiye azalmıştı zira karşımdaki insanın -hatta artık bir insan olduğundan şüpheliydim- şaka yapar gibi bir hali yoktu. Ama kahretsin bu saçma sapan şeylere bir anda da inanamazdım değil mi! Bu denilenleri onaylamam hayatımın tamamını inkâr etmem, yaşadığım her şeyin bir oyundan ibaret olduğunu kabul etmek anlamına gelirdi.
Tüm bunların arasında bir şey daha yeni dikkatimi çekiyordu. Karşımdaki kişi daha bir kez bile bana ismimle hitap etmemişti. Yoksa bilmiyor muydu? Bundan kuşkuluydum. Beni benden daha iyi tanıdığını iddia eden birisinin adımı bilmemesi olanaksız gözüküyordu. Daha ilginci bana ‘üstat’ olarak hitap ediyordu. Acaba kendi dünyasında, tabii yalan değilse, yabancılara taktıkları sıfat mıydı bu? Bilmiyordum, tahmin de edemiyordum ve öğrenmenin tek yolu vardı.
“Buraya gelişinizden beri bana ‘üstat’ diye hitap ediyorsunuz. Ben herhangi bir konunun ehli sayılabilecek yahut üstün yetenekleri olan bir adam değilim. Ayrıca bir ismim var. Bu şekilde hitap etmenizin nedeni nedir, sorabilir miyim?”
“Sordunuz bile değil mi?” Sessiz bir şekilde gülümseyip devam etti. “Size bu durumun nedenini şu an anlatamam. Aslında anlatamam değil, anlayamazsınız. Yakında kendiniz görüp öğreneceksiniz. Dünyadaki isminizin burada ifade ediliş yolu yok. Yani istesem de söyleyemem. Hatta kendi isminizi söylemeyi deneyin. Bakalım becerebilecek misiniz?”
Denedim.. Denedim ve hayretler içinde kaldım. İsmimi söyleyemiyordum. Bu da ne demekti böyle? Kendi ismi mi söyleyemiyordum? Klaus’un bakışları sanki bir oyunu kazanmış gibi mutlulukla çevrelendi. Anlayamadığım, güldüğü zaman bile yüzünde tek bir kırışık oluşmadığıydı.
“Gördüğünüz gibi üstat, isminizin burada geçerliliği yok. Aslında anlayamayacağınızı dile getirdim fakat yine de anlatamaya çalışayım. Şu anda sizin dünya da konuştuğunuz dil ile konuşmuyoruz. Ah evet, sizde o dil ile konuşmuyorsunuz. Farkında değilsiniz belki şu anda normal konuşmanız gibi geliyor fakat ‘sır’rı öğrendiğiniz an bu durum değişecektir.
Bunun yanı sıra size üstat dememin nedeni sadece bu değil. Üstat deyişimin nedenini de daha sonra anlatacağım. Ayrıca üstat kelimesinin farklı bir anlamını arayarak zihninizi beyhude yere meşgul etmeyin. Bildiğiniz kelimeden bahsediyorum.”
Bu kadarı da fazla gelmişti artık, ne kadar istesem de kendimi tutamadım.
“Yani demek istiyorsunuz ki şu an başka bir boyutta ama hala dünyadayız. Ve benim şu ana kadar dayanmamın neredeyse mucize olduğunu, benden öncekilerin ölümden döndüğünü ve birkaç kişi haricinde şu durumu geçmeyi başaran kimsenin olmadığını söylüyorsunuz? Büyüden, sihirden, farklı boyutlardan bahsediyorsunuz. Bana üstat diyor, farklı bir dilde konuştuğumu ama bunun farkında olmadığımı ayrıca kendi ismimi telaffuz edemediğimi söylüyorsunuz. Tüm bu saçma ve lanet olası duruma nasıl girdim, çıkarın beni bu lanet yerden. ÇIKARIN HEMENN !...”
“Sanırım bu size biraz fazla geldi üstat. Suç bende, bu kadarını anlatmamalıydım.”
Artık dinleyemiyordum, sadece bu deliliğin bir an önce son bulmasını ve kendimi evimde bulmayı diliyordum. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım ve lanet herifi boğmak için ileri atıldım.
Adam önümde duruyordu, tek bir adım atmamıştı fakat aramızdaki mesafe hala aynıydı. Neler oluyordu böyle yoksa yine mi rüya görüyordum. Sanırım gerçekten kafayı yemek üzereydim. Klaus’un ağzının açıldığını, nerden geldiğini anlayamadığım bir melodinin –daha önce bir kez duymuş olduğum melodinin- dar odayı doldurduğunu ve taksideki o bir anda bastıran uykunun yine oluşmaya başladığını hissettim. Şimdi anlıyordum, o anlık uykuyu. Hepsi bu pisliğin yüzündendi. Lanet kelimesinden başka kötü söz kullanmama rağmen, kendimi kontrol edecek haddeyi çoktan aşmıştım. Tek amacım önümdeki adamı boğazlamak ve bu ne olduğu belirsiz rüyadan uyanmaktı.
“Uyuyun üstat, bu kadar bilgi size çok geldi anlaşılan.”
Beynim hariç tüm organlarım beni terk etmişlerdi adeta. Ayaklarım benden almadığı komutlarla hareket ediyor, gözlerim istemsiz olarak kapanıyordu. Ne olduğunu anlayamadan kendimi yatakta, uykunun o rahatlık verici kollarında bulmuştum. Son kez, zar zor gözlerimi açmaya ikna ettiğimde, Klaus’un ilk defa üzülmüş halini gördüm. İşte o anlık duyacağım sözcükler ise sessiz bir şekilde çıkmıştı ağzından;
“Anlayacaksın üstat, çok yakında anlayacaksın.”