Bölüm 39 - Resurgam
Kara bir boşluğun içinde süzülüyordu, Eiros.
"Sen," dedi, tanıdık, kalın bir ses "Anlaşmamıza ihanet ettin, Eiros."
"Ne yapmamı bekliyordun?" diye sordu, omurgası ızdırabın alevleriyle kavrulmakta olan genç insan, gözlerinden acı yaşları süzülerek "Onlardan birine mi dönüşseydim? Senin gibi piç bir Ugi'nin kölesi olacağıma, ölürüm daha iyi!"
Bu sözlerinin ardından, bu tanıdık boyut içinde doğruldu. İblis'le ilk karşılaşmalarında, kendisini hapsedip, aynaya bakmaya zorladığı yerdi burası; içindeki sezgisel his, bunu şüphe bırakmayacak bir şekilde doğruluyordu.
Doğruldu ve karşısında, zümrüdi gözlerle duran İblis'e sert ve gururlu bir şekilde kendi gözlerini dikti. Bu sefer, aman vermeyecekti. Bu sefer, bu işkenceciye boyun eğmeyecekti. Hayır, ölmek pahasına bile olsa -ki tanrım, bu onu ne kadar da korkutuyordu!- ona "Evet," demeyecekti. Aşağılanmayı ve varlığının yok sayılmasını, zulüm bu saçan piçe, bu orospu çocuğuna boyun eğmeyi reddediyordu! Öfkesi kulaklarında çınladı, yüzünde ısıya dönüşerek etrafa saçıldı fakat görüşü sabitti; kontrolsuz öfke patlamalarındaki gibi bulanmamıştı.
"Eiros, aptal, hain Eiros..." dedi İblis, sesinde anlaşılmaz bir tonla "Sorunun bu olduğunu mu zannediyorsun?"
"Ne olacak peki?" diye bir soruyla yanıtladı, genç, hala agresif fakat biraz kafası karışmış bir şekilde.
"Sen," diyen Ugi'nin kelimeleri ağırlaştı ve balyoz gibi indi "Onlara boyun eğdin. Gerçeğe katlanamadığın için öfkeni terk ettin ve hem bana hem de kendine ihanet ettin. Nerede intikamın? Nerede nefretin? Senin içini gördüm, genç adam. Bütün öfkeni, bütün çaresizliğini ve bütün umutsuzluğunu gördüm. İçinde intikamın alevleri yanıyor."
"Hayır!" diye çıkıştı, Yıldırım "Yanılıyorsun. Ben artık eskisi gibi değilim. Sadece sorunlarım vardı. Onları halletmem gerek."
Hatırla, diye kendisine çıkıştı, Pandemonium'un dediklerini hatırla. İblis'i yenmenin bir yolu vardı. Neydi o...? Allah kahretsin! Sikeyim! Taşa çarpan kafamı sikeyim! Hatırlayamıyorum.
"Gerçeklik ile insan duygularının bir bağlantısı olduğunu nereden çıkardın, Eiros? Sorunların olsa, bu gerçeği görmediğin anlamına mı gelecek? Belki de sadece sıradışı bir insan gerçeği görebiliyordur. Bu insan yüzeyselliğinden daha derinlere ulaşabildiğini biliyorum. Bu soruları kendine sormayacak kadar aptal değilsin. Seni seçmemin bir sebebi vardı; diğer insanların sormaya çekindiği şeyleri sorabiliyor, onların gitmeye korktuğu yerlere gidebiliyorsun."
İblis'in sarf ettiği bu kelimeler, Eiros'a ulaşmamıştı. Onları duyuyor fakat dinlemiyordu. Kendi iç dünyasında kaybolmuş olan adam, büyük ihtimalle kırılmış olan omurgasını umursamamaya çalışarak odaklanmaya çabalıyordu. Hatırlaması gereken şeyi hatırlayamayarak, kafasından sayısız hesap yapıyor ve Pandemonium'un ona ne demiş olabileceği konusunda ipucu verecek ya da alternatif bir çıkış sağlayacak bir şeyler bulmaya çabalıyordu. Acınası bir hali vardı; dik durduğunu zanneden adam, omurgasının orta yerinden öne eğilmiş, iki büklüm bir cenin pozisyonu almıştı. Elleri saçlarının arasında ve özellikle şakaklarında geziniyordu; sanki dağılmış düşüncelerini toplamaya çalışırmış gibi sürekli başına dokunmaktaydı. Şakaklarından boşanan terler yüzündeki kıllara karışıyor, boşluğa dikilmiş gözleri arada bir, panikle, sağa sola oynuyordu.
İblis, dinlenmediğinin farkına varmış olacak ki, başka bir yol izlemeye koyuldu. Gözlerini kapadı ve ellerinin ayalarını yavaşça birbirlerine kenetledi. Ağzından anlaşılmayan bir sözcük dökülmesiyle beraber, karanlık yok olarak, yerini devasa bir ayın bulunduğu gökyüzüne bıraktı. Eiros, içine düştüğü girdaptan çıkarak, gözlerini bu muazzam nesneye çevirdi. Sararmış ve devleşmiş uydu, bütün parlaklığıyla gözlerinin içine ışınlar saçıyordu. Kenarında gezinen gri bulutlar, onu daha da ön plana çıkararak güzelliğine katkıda bulunuyorlardı. Gecenin karanlığı çok daha az, hava siyahtan çok lacivertti.
Etrafına baktığında çimlik bir yaylada bulunduğunu gördü. Uzaktaki ormanı gördü ve nerede bulunduğunu anımsadı. İblis'le sohbet ettiği diyardı burası. Omurgasındaki ve vücudunun geri kalanındaki acının gitmiş olduğunu fark ederek, dizlerinin üstünde oturduğu saydam çimenlerde ayağa kalktı. Cama benzer bu otlar, ayın ışığıyla hafif sararmıştı.
Önceki seferin aksine, rüzgarsız olan ve yanık kokusunun bulunmadığı gece-boyutun içinde, bağdaş kurmuş olan İblis'in önüne doğru ilerlerdi. Ondan bir düşmanlık sezmiyordu artık.
"Seni anlamıyorum, Ugi," dedi, korkusu geçmiş olan genç adam "Beni önce öldürmeye çalışıyor, ardından böyle bir yere getiriyorsun ve intikam hakkında bir şeyler geveliyorsun. Amacın ne?"
"Otur," dedi, gözleri kapalı olan İblis.
Sözlerinde bariz bir otorite, hatta sertlik olsa da, tehdit yoktu. Bu yüzden, içinden karşı çıkma isteği gelse de denilene uydu, Eiros. Neus, öfke patlamaları hakkında, böyle davranmasının yararlı olacağını söylemişti; karşıdaki otorite sahibi kişi mantıklı bir şey söylerse, içinden isyan etmek gelse bile ona uyması daha sağlıklıydı. Düşününce, böyle davranmanın mantıklı olduğunda karar kılmıştı o da zaten. Sonuçta, sebep yokken, birisine sırf güç sahibi diye karşı çıkmak, insanın kendi içindeki bir zayıflığı telafi etmeye çalışmasının göstergesiydi. Bu davranışı ve düşünceyi sürdürürse de, bu döngüyü sadece daha da güçlendirmiş olurdu.
"Seni bulduğum zamanki aynayı hatırlıyor musun?" diye sordu.
Bunu demesiyle beraber, bahsi geçen ayna yanlarında peydahlandı ve Eiros, irkilerek geriye sıçrayacak gibi olsa da, yansımasının değiştiğini görerek duruldu. Eskisi kadar iğrenç görünmüyordu. Hayır, gözlerinde, küçük de olsa, bir kararlılık vardı bu sefer. Daha dik duruyordu. O an tanımlayamadığı başka değişimler de mevcuttu.
"Bu... ne demek..." diyordu ki, duraksadı.
Zihninde çarkların döndüğünü, iki kavram arasında nedensellik bağlarının oluştuğunu hissederek hazla doldu. Bir bağ, diğerini tetikliyor ve örümcek gibi dizilerek genişliyorlardı. Tabii ya! Bunu daha önce nasıl fark edememişti? Gerçi, edemezdi zaten. Aynayı sadece ikinci kez görüyordu ve bu değişimi anca öğrenmişti.
"Ayna ruhumu göstermiyordu. Benim kendimi nasıl algıladığımı gösteriyordu," dedi, sesinde bir şeyleri keşfetmenin verdiği mutlulukla "Daha doğrusu, hem bilinç hem de bilinçaltımla kendimi nasıl algıladığımı."
"Doğru," diyen Ugi, onu onayladı ve ayna kayboldu.
Zümrüdi gözlerini açan İblis, onları Eiros'a doğrulttu. İçin için yanan yeşil alevlerin ruhunun derinliklerine baktığı hissini üstünden atamıyordu adam.
"Senin ilerleme gördüğün yerde, ben bir gerileme görüyorum, Eiros," dedi, karanlık Ugi "Aynada bunu görmüş olmalısın; kendini çok daha fazla kandırıyorsun."
"Benim kötülüğümü mü istiyorsun?" diye sordu, Eiros, ikinci yorumu göz ardı etmeye çalışarak.
"Hayır ama iyiliğini de istemiyorum. Senden istediğim tek bir şey var ve onun ne olduğunu biliyorsun..."
"... intikam," diye, onun cümlesini tamamladı, genç "Ben, bunu isteyip istemediğimden artık emin değilim. İnsanlara zarar vermek istemiyorum artık."
"İşte bir yalan ve kandırma daha, Eiros. Bu göreve neden çıktın zannediyorsun? Neden silah kullanmayı öğrendin? Yanında kılıç ve bir tabanca taşıyorsun. Bunları, insanlara ve diğer varlıklara sizin sevgi dediğiniz şeyi öğretmek için mi aldın? Hayır, Eiros, kendini kandırma. Sen, şiddet için bu yola çıktın."
"Ama artık bir amacım var! Aynı, Katil Şef'i durdurduğum zamandaki gibi. Devlet ve Ugiler arasındaki bağlantıyı araştırmak için buradayım. Bu ülkede bir şeyler dönüyor... bir şeyler yanlış. Bunu ruhumun derinliklerine kadar hissediyorum ve nihayet, bu konuda bir şeyler yapabilecek gücüm var. Senin de istediğin bu değil miydi, İblis?"
"İnsanlar ve binbir şekle bürünen amaçları..." diyen Ugi, bütün ciddiyetine rağmen güldü "Beni bu yüzden eğlendiriyorsunuz. Bana şunu açıkla o zaman; şiddet madem belli sınırlar içinde kabul edilebilir, o zaman bu sınırları kim belirliyor? Sen mi? Ailen mi, arkadaşların mı, yoksa senin gibi düşünenler mi?"
"Senin, şiddetin kötü bir şey olduğunu savunacağını hiç düşünmemiştim, İblis," diye, şaşkınlığını belirtti, adam.
"Bunu savunduğumu nereden çıkardın? Hayır, benim bahsettiğim şiddetin kullanımının haklı olup olmadığını kimin belirlediği. Sizin yöneticileriniz bunu belirliyor. Başınıza gelen bu insanlar, şiddetin kontrolünü ellerine alıyor ve hangi amaçlarla kullanılırsa, doğru olacağını belirliyorlar. Aşırı gelişmiş çeteler tarafından yönetiliyor ve yönlendiriliyorsunuz, Eiros. Senin ağzından çıkan bu laflar da, kendi lafların değil, onlarınkiler. Bu yalandan uyanman gerekiyor."
"Ama onları biz seçiyoruz. Böylece halk belirliyor," diye karşı çıktı.
"Gerçekten mi? Peki, bu insanların ne gibi kişiler olduğunu bana açıklar mısın, Eiros? Bu dünyada çok ama çok uzun süredir yaşıyorum... sizin değişiminizi ve evriminizi bizzat kendi gözlerimle izledim. Yönetim biçimlerinizin değişimini, şu pek övdüğünüz demokrasi denilen şeye geçişinizi gördüm. Yine de değişmeyen tek bir şey oldu. Güç, yönetme gücü, her zaman küçük bir kitlenin elinde oldu. Kimi ülkede bu zengin, kimi ülkede statü sahibi, kimisinde ikisinin de sahibi kişiler oldu. Hiç bir zaman, kendinizi yönetmediniz. Şu anda da, siz insanlar, önünüze sunulan bir avuç kişi arasından seçim yapmıyor musunuz? Hepiniz, bu kişilerin hepsinin birbirine benzediğinden şikayet etmiyor musunuz? O zaman, söyle bana, genç adam, kendinizi gerçekten siz mi yönetiyorsunuz?"
"Ben..." diyen genç, duraksamak zorunda kaldı. Kendisinin de zamanında pek çok kez düşünmüş olduğu ve bulduğu cevapların onu tatmin etmediği sorulardı bunlar. Hem zaten, devletin -zorunlu da olsa- bir kötü olduğunu düşünmüş olan kendisi değil miydi?
"Cevap veremiyorsun çünkü vereceğin cevabın yanlış olduğunu biliyorsun. Senin bu yanına saygı duyuyorum, Eiros. Dürüstsün. Yanlış olduğunu bildiğin bir şeyi savunmaya devam etmiyorsun. Şimdi, şiddetin nasıl kullanıldığını anladın mı?" diye, bir soru daha yöneltti.
"Dediklerini düşünmediğimden değil, İblis, ancak yine de... diyelim ki, dediklerin doğru. Diyelim ki, şiddetin tekelleştirilmesini bu güç sahibi kişiler yapıyor. Ancak, onların yerine, kimin ölüp, kimin ölmeyeceğini ben mi belirleyeceğim?" diye sordu, Eiros.
"Neden olmasın? Şiddet kullanmanı istemeyenler onlar değil mi, Eiros? Aynı zamanda kendileri şiddet kullananlar da onlar değil mi? Ülkene bak, genç adam! Polis şiddetinden yakınan sen değil miydin? Kaç kere senin ülken bombalanmadı mı? Bu durum çıkarlarına uyduğu için yöneticileriniz bu şiddet eylemlerine göz yummadı mı? Hatta, kendileri yapmış olamazlar mı? Şaşırmadığını görüyorum, genç adam. Sonuçta, senin aklından geçenleri söylüyorum. Yapılan açıklamalardaki tutarsızlıkları kendin gördün. Tarihte bu çok sık gerçekleşmiştir. En çok da, seninki gibi ülkelerde olmuştur," dedi ve devam etti "Şiddeti kontrol edenlerin, insanlarına yaptığı muameleyi pekala biliyorsun ve bununla savaşmak istiyorsun. Bu kişiler sizi öldürüyor, size işkence ediyor, sizi süründürüyor ve bütün özgürlüklerinizi ellerinizden alıyorlar. Bu muameleye katlanmayı sürdürecek misin? Uysal uysal, onların yatıştırıcı fikirlerine boyun mu eğeceksin? Bu kişiler dedi diye mi, şiddete başvurmayacaksın?"
"Hayır, İblis," diyen Eiros, yeni bir keskinliğe kavuşmuş gözlerini yukarı doğrulttuktan sonra ona çevirdi "Haklısın. Benim hakkımda da haklıydın. Gözlerimi açtığın için sana teşekkür ederim."
Ağzından bu kelimelerin dökülmesiyle beraber, kudretli ay kızarmaya başladı. Huzur veren sarımtırak rengi, kendisini kızıla bırakmaktaydı. Ondan gelen ışınlar, aşağıdaki camsı çimenlerde tekrar hayat buluyor ve yeri kana buluyorlardı. Gökyüzünde asılı bu devasa kan damlası haricinde, gökyüzü karardı ve bulutlar, uzayın en karanlık köşelerinden bulunup çıkarılmışçasına bir hal aldılar.
"Ancak!" diye devam etti "Diyeceklerim daha bitmedi."
Etrafındaki havanın elektriklendiğini ve çıtırdadığını duyumsadı, Eiros.
"Açıkla kendini," diyen İblis, doğruldu ve gözlerini ona dikti.
Sözleri gergin havada yankılanmış ve havada titreşen bariz bir tehdit bırakmıştı.
"Sırf onlar istemiyor diye, şiddete başvuracak da değilim. Daha yeni yeni anlayabiliyorum... daha doğrusu mantık olarak biliyordum fakat ancak içselleştirebiliyorum. Şiddet, ne amaçla kullanılırsa kullanılsın, iğrenç bir şeydir. Haklı olsan bile, şiddete başvurmak kötüdür. Zaten bu şekilde kandırılıp durmadı mı insanlık? Bize haklı olduğumuz söylenerek, ülkemiz ya da benzer bir şey adına birbirimizi öldürüp durduk. Benim savaşım da farklı değil. Daha çok öldürdükçe, daha çok iğrençleşecek ve kötüleşeceğim. Bunu devam ettiremem. Kabileci ve ilkel bir anlayışla hareket edemem fakat bu adaletsizliğe karşı sessiz de kalamam. Ne olduğunu henüz bilmiyorum, İblis, fakat farklı bir yol bulacağım. Savaşmak için farklı bir yol bulacağım."
Lafını bitirir bitirmez, üstüne yemyeşil bir yıldırım indi. Yer yarılmış ve camsı çimenler patlayarak dört bir yana saçılmıştı. Bunu, yeri görü inleten bir gökgürültüsü izledi.
"Bana o aynayı göstermemeliydin!" diye, dağılmakta olan dumanın içinden, çizik bile almamış Yıldırım'ın bağırışı duyuldu "Burasının hep senin düzlemin olduğunu zannetmiştim ama yanılmışım. Aynadaki bir şey, bunu fark etmemi sağladı. Kendi ruhumu algılayışımdaki değişimle beraber, bu çevrede gerçekleşmiş küçük değişimler sağladı daha doğrusu. Burası benim diyarım! Bundan sonra, benim kurallarım geçerli olacak ve burada, bana zarar veremezsin."
"O zaman, dışarıda veririm," diye yanıtladı, İblis.
Bunun üstüne, Eiros güldü.
"Neye gülüyorsun?" diye sordu, kara Ugi.
"Benim ülkemde bir laf vardır, İblis; göte giren şemsiye açılmaz. Seninkinde daha demin bir tanesi açıldı. Dur, izin vereyim de şu olan biteni gör," diye lafını yarıda kesti, Yıldırım.
Gökyüzü değişerek, içlerinde bulundukları mağarayı gösterdi. Kueti ve Engar gelmiş, Eiros'un bilinçsiz bedenini gölcüğün içinden çekip çıkarmışlardı. Aynı zamanda, gölcüğün içindeki sıvıyı alıp ona içiriyorlardı. Zira, Eiros'un kolunda, dumanlar saçan siyah harflerle yazılmış bir talimat, onlara bunu salık veriyordu.
"Sadece o garip sıvının içinde maddeleşebildiğini çoktan anlamıştım. Öbür türlü, bana saldırmak için bu kadar beklemezdin, değil mi? Bir anomali cebinde bulunsak da, yaptığımız anlaşmanın doğası gereği benim bedenimin dışında -istisnalar harici -bulunamıyorsun. Gölcükten çıktığıma göre de, artık dışarıda maddeleşemezsin," dedi.
Ugi, ona doğru atılmaya çalıştığında, bu sefer kapkara bir yıldırım, onun üstüne inerek Ugi'yi engelledi. Hasar görmemiş olsa da, durmak zorunda kalmıştı. Bununla beraber, Ugi'nin bedenini çevreleyen kara dumanlar, emiliyormuşçasına Eiros'un bedenine doğru hareketlenmiş ve genci sarıp sarmalamaya başlamıştı. Ancak, zarar vermiyorlardı. Hayır, sahibinin emirlerini izleyen uysal hayvanları andırmaktaydılar. Onları, Eiros çağırmaktaydı.
"Bu karanlığın senin Ugisel gücünden kaynaklandığını zannederdim fakat şimdi anlıyorum..." dedi, dumanla kaplanmakta olan kollarına odaklanmış gözlerini, şimdi koyu yeşil alevlerden oluşan bedeni açığa çıkmış olan İblis'e doğrultan adam "Senin ruhun zümrüt rengi. Kara kısım benimkiymiş."
Planları, bu insan tarafından suya düşürülmüş olan İblis, bütün bu gelişmeler karşısında afallamış görünüyordu. Capcanlı ve hareketli alevlerden oluşan bedeni, Eiros'un ruhunun parçalarından koparılarak gözler önüne serilmişti. Hızla oynaşan alevler, yerçekiminin tersi yönde yükseliyordu yükselmesine fakat insan formu hala korunuyordu. Bütün vücudunda, farklı olan sadece iki kısım vardı; göğsünün ortası ve gözleri, yeşilin farklı tonlarına sahiplerdi.
"Bu sefer, ben sana iki seçenek sunuyorum, İblis," diye, kendinden emin fakat küçümsemez bir tonla konuştu, Yıldırım "Ya anlaşmamızı yenileyelim ve benimle kal, sana neler yapabileceğini göstereyim; ya da bir yıl sona erdiğinde bedenimi terk et ve yeni birisini bul. Ne diyorsun?"
Ugi, bir süreliğine ona bakmakla yetindi. Aklından neler geçtiğini anlayamıyordu ve her an, gelecek yeni bir saldırı karşısında, kendisini yıldırımlarla savunmaya hazırdı. Gergindi çünkü kendi ruhunun diyarında bulunsa da, burada çok fazla tecrübesi yoktu. Belli kısımları manipüle edebiliyordu fakat bu diyarın hakimi olmaktan çok uzaktı.
"Kabul," dedi İblis ve işaret etti "Yaklaş ki ritüeli yapayım, Eiros."
Tedirgin olsa da, tereddüt etmenin bir işe yaramayacağını bilen Yıldırım, yürüyerek aradaki mesafeyi kapadı ve Ugi'nin önünde durdu. İblis, alevlerden oluşan elini ona doğru uzattı. İlk seferki anlaşmalarının aksine, göğsüne değil, yüzüne dokunmuştu.
"Son bir şey var, Eiros. Eğer bu ritüeli yaparsak, sadece bir yıllığına değil, sen ölene kadar yollarımız ayrılmayacak," diye, bilgilendirdi, zümrüdi Ugi.
"Pekala," dedi, her şeye kendisini hazırlamış olan adam "Yap şu işi."
İki varlık, İnsan ve İblis oldukları yerde dikilirken, etraflarındaki diğer her şeyin hareketi durdu. Işık onları terk ederek bilinmez yerlere kaçtı ve karanlık, evrenin başlangıcından ve hatta öncesinden beri var olan karanlık, onları sarmaladı. Tek bir atomun titreşiminin bile sesi duyulmuyordu. Engin, kızıl gök, yanında kara bulutları götürerek yok olmuştu. Çimenler yerlerini hiçliğe bırakmış, yayla ve orman, uzay-zamanın dışına atılmıştı. Hiçliğin içinde, sadece iki varlık bulunuyordu. Ardından, İblis'in sesi duyuldu. Atomsuz ve molekülsüz bu ortamda, sesin iletilebileceği hiç bir tanecik olmamasına rağmen, hatta uzay-zamanın kendi varlığı bile şüpheliyken, sesi yine de dalgalar halinde yayılıyordu. Medeniyetten eski, Yerküre'den farklı bir diyardan gelen bir sesti. İblisi kalınlığa hala sahipti sahip olmasına, her yeri güç kokuyordu kokmasına fakat aynı zamanda çok daha fazla bir şeyler de içeriyordu. İçinde gurur barındırıyordu. Saygı. Evrenlere bir bildiride bulunuyordu.
"Fortis est veritas,
Veritas est fortis.
Vacata et scire,
Veritas omnia vincit."
İnsan Yıldırım, bir sıcaklık dalgasının yüzünden başlayarak bütün ruhuna yayıldığını hissetti. Aynı zamanda, kendi ruhunda bir şeyler hareketlenerek, İblis'e akmaya başlamıştı fakat ne olduğunu anlayamadı. İki varlığın tözleri karışarak, yeni, yepyeni bir varlığa hayat verdi... ve Yıldırım bu boyuttan ayrılarak, mağaranın içine geri döndü fakat İblis devam etti.
"Ab aeterno,
Aut ex nihilo nihil fit?
Quid est veritas?
Vi veri universum vivus vici!"
... ve bir patlama hiçliğin içine yayılarak genişledi. Sıcaklık ve basınç ile onları taşıyacak dokuyu içeriyordu bu patlama. Öncelikle aşırı sıcak ve yoğundu ama saniyenin milyar kere milyarından bile çok daha kısa süre bir süre içinde soğumaya yüz tutmuştu. İblis'in, alevlerden oluşan bedeni insan formunu yitirmiş ve patlamayla beraber, bu yeni düzlemde genişlemeye başlamıştı. Belki de patlamanın bizzat kendisini oluşturan oydu, belki de sadece bir parçasıydı. Kim bilebilirdi ki, daha önceki seferlerde de bu ayrımı yapamamıştı. Sonuçta, yeni bir evren doğmuştu.
"Aptal, ne gibi güçlerle oynadığının hiç farkında değil," diye düşündü, kozmik varlık "Üstelik onu gerçek formum konusunda uyardığım halde. Neyse ki insansı formumu bir süre daha koruyabildim. Yoksa Eiros'un ruhu çoktan kül olmuştu... onunla beraber ben de."
Bölüm 49 - Breaking the Habit
"Neden yaşıyorum? Yaşamaya devam etsem ne olacak ki? Ne yapacağım da, hayatım düzelecek? Dünyada nereye gidersem gideyim, hayatım her zaman aynı olacak. Hiç bir zaman mutlu olamayacağım. Hiç bir zaman, defolu olmaktan kurtulamayacağım. Yaşamak için ne sebebim var? Ne var, ne? Tek bir tane de olsa yok. O zaman neden yaşamayı sürdürüyorum? Şu siktiğimin hayatına neden devam ediyorum? Belki de şu an kendimi öldürebilirim? Neden olmasın? Şu an yapmasam bile, bu gidişle bir kaç yıl sonra yapacağım. O zaman neden, kaçınılmaz olanı erteliyorum? Neden acımı sürdürüyorum? Tek bir hareket ve her şey sonlanır. Yaşamak için ne sebebim var? Her şey umutsuz..."
Önündeki online günlükten başını kaldıran Yıldırım, okudukları karşısında dehşete düşmüştü. Bunları yazdığını, bu kadar karanlık zamanlardan geçtiğini hatırlamıyordu. Bir yandan, korkutucu geliyordu çünkü hala gerçekliklerini koruyorlardı. Bu yazıyı yazdığından beri yıllar geçmişti fakat hala uğruna yaşayacağı bir şey bulamamıştı. Adalet veya intikam... bunlar istediği şeylerdi ama kendisini mutlu etmeyeceklerini biliyordu. Kişisel bir şeye ihtiyacı vardı bu hayatta. Onu yaşanılır kılacak herhangi bir şey. Bu girdiden sonra nasıl intihar etmemişti, hatırlayamadı. Bu kadar umutsuzluk kokan bir şeyi yazan kişi, nasıl yaşamayı sürdürebilirdi? Aklına bu takıldı. Gerçi, düşünülürse, bütün hayatı umutsuzluk ve hayal kırıklığıyla doluydu. Kimi zaman, neredeyse kalbinin olduğu yerde bir acı hissediyordu. "İçim acıyor," derler ya... kötülükle dolu bir dünyanın içinde, kendisi de kötülük yaparak yolunu bulmaya çalışıyor gibi. Oysa kimseye zarar vermek istemiyordu, kimsenin de ona zarar vermesini. Bütün nefret ve öfkesinin altında... neden o bebekleri öldürmüştü? Silah seslerini tekrar duydu ve bebeklerin hırıltılı solumaları aklında canlandı. Gözlerini ve elleriyle kulaklarını kapadı fakat sesler geçmedi. Ateşliyordu o silahı, tekrar, tekrar ve tekrar...
Ayağa kalktı ve bir hışımla, bağırarak, önündeki dizüstü bilgisayarı elinin tersiyle yere çaldı. Oysa anılar, daha da artmıştı. Onun bastırmaya çalışmasıyla, daha da kuvvetleniyor ve yaptığı şeyi ona hatırlatıyorlardı. Olabilecek en kötü günahı işlemişti, çocukları bile değil, bebekleri öldürmüştü. Sebebi ne olursa olsun, böyle bir şeye kalkışmamalıydı. Bunu düşünmüş bile olduğu için bir canavardı o. Belki, gerçekten, kendisini öldürmeliydi. Onun gibi bir mahlukat, daha azını haketmiyordu.
"Yıldırım?" diye, odasının dışından bir ses duyuldu.
Bu ses, Engar'a aitti. Odasının ses kilidini kapamış mıydı? Hatırlayamadı.
"Gel," diye, adamı davet etti.
Kağıt kapıyı çekerek açan genç adam, içeri girdi ve düz, kumral saçlarının altındaki gözleriyle odayı süzdü. İçinden kendine sövdü Yıldırım. Aptallıkla, yere attığı bilgisayarı kaldırmayı unutmuştu.
"İyi misin?" diye sordu, ayakta dikilen adam, bilgisayara bakarak.
Bağırışını duymuş olmalıydı ama neyse ki, bunun sözünü açmamıştı. Büyük ihtimalle, bunu bilerek yapmıştı.
"İyiyim," diye geçiştirmeye çalıştı "Elimden kaydı."
"Neus, sana özel olarak tasarlamıştı o bilgisayarı. Senin diyarındakilere daha çok benziyormuş. Kırıldığına üzülecek," diye yanıtladı ve devam etti "Yani iyi olmuş. Kaptan, ben ve Kueti, beraber bir yere gideceğiz. Senin de gelmen gerekiyor."
"Elbette, hazırlanmak için beş dakika ver," dedi, kirli sakalını kaşıyan Yıldırım.
Onaylayarak dışarı çıktı, Engar. Koridoru geçerek salona girdi ve Neus'la karşılaştı. Sırtı dönük adam, kütüphaneyi karıştırıyordu. Her zamanki laboratuvar önlüğünü giymişti.
"Durumu nasıl?" diye sordu, Engar arkasından geçerken.
"İyi değil. Yaptığı şeyle yüzleşmesi gerekiyor," dedi, genç adam "Bununla barışmadığı sürece, hayatına devam edemez."
"Bu sefer, onun bize yaklaşması gerek. Gereğinden fazla gurura sahip," dedi Neus ve alaycı bir tonda ekledi "Bu açıdan, tanıdığım birisine benziyor."
"Yaptığın iş de, ağzın kadar iyi olsaydı, böyle bir durumla karşılaşmazdık," diye yanıtladı Engar ama sonra itiraf etti "Dürüst olmak gerekirse, onun hakkında yanılmışım. Yanlış anlama, ilk karşılaştığımızda, gerçeklikle bağlantısını kaybetmeye başlamış, kendini beğenmiş bir pislikti. Ancak... değişebiliyormuş."
"Bir kil gibi yontulabilir," diye onayladı, Neus fakat bunu söylediğine pişman oldu. Düşünmeden konuşmuştu.
"Aynı benim gibi mi?" diye sordu, Engar "Bana yaptığını onun üstünde de denersen, seni buna pişman ederim."
"Engar ben--" diye açıklamaya çalıştı Neus fakat lafı, ona yaklaşan genç yüzünden yarıda kesildi.
"Asla. Bir daha asla böyle bir şey yapmayacaksın. İnsanlar özgürce oynayabileceğin nesneler değil," dedi, keskinleşen, cam gibi gözlerini, kara çukurların içine dikmiş Engar. Kimi zaman, bu adamın ne kadar canavarlaşabileceğini unutur gibi oluyordu. Rolünü çok iyi unuyordu Neus.
Ardından, hışımla çekip gitti. Onun arkasından bakan Neus, kaç yıl geçse de, gencin olanların hala peşini bırakmadığını düşündü. Ancak yargılamak, Neus'a göre değildi. Önündeki işe döndü ve kitapları karıştırmayı sürdürdü. Arada sırada, bir tanesini çıkarıyor ve belli bir kısıma bakıyor ve sonra yerine geri koyuyordu. Bu şekilde, pek çok kitabı, hızla, inceledi. Edindiği bilgilerle, kafasında bir simülasyon oluşturuyordu. Farklı kaynaklardan ve alanlardan bilgilerle oluşturduğu bu simülasyonda test edeceği bir hipotez vardı aklında. Daha doğrusu, bir ürün oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak, bunun için öncelikle, bütün koşulları bilmesi gerekiyordu. Yoksa simülasyonu eksik olurdu, hipotezi yanlış olurdu ve istediğinden farklı bir ürün ortaya çıkardı.
Beş dakika kadar bir süre sonra, Yıldırım odasından çıktı ve salona girdi. Gözünün ucuyla ona şöyle bir bakan Neus, tahmin ettiği gibi bir görüntüyle karşılaşmıştı. Sakalını kesmiş olan genç, saçlarını da düzeltmişti. Başkalarının, onun çektiği bu acıyı görmesini istemiyordu. Hislerini saklamaya meyilli birisiydi Yıldırım ve bu konuda uzmanlaşmıştı. Ancak, ne zaman kendisini salacağını ve ne zaman saklayacağını kestirmek, emek istiyordu. Başkasına rastgele gelebilirdi fakat Neus'a değil.
Genel olarak, Yıldırım'ın yüzünde çok fazla ifade olmazdı ve bir çok kişiye göre, okuması daha zor birisiydi; bunu, onu gözlemlediği ve geçmişini değerlendirdiği süreçte fark etmişti. Bununla beraber, kendisine bakmasının tek sebebi bu değildi. Hayatını daha düzgün bir hale getirmeye çalışan herkes gibi, yüzeysel özelliklere dikkat etmenin işe yarayabileceğini düşünmüştü. Bir yerde de haklıydı. Kendine bakmak, kişinin zihinsel durumu hakkında bir şeyler söylerdi fakat Neus'un da gayet iyi bildiği üzere, herkesin kişisel bakım standardı farklıydı.
Yıldırım'ın göz altlarına bakılırsa, uyumaktan sorun çekiyordu. Yaşadığı travmadan sonra çok normaldi. Onunla iletişime geçerek, biraz daha veri edinme ve ona göre davranma kararı aldı, Neus.
"Nasılsın, Yıldırım?" diye sordu.
Yıldırım dediğinde, gencin gözbebeklerinde hafif bir büyüme ve yüz hatlarında genel bir gevşeme olmuştu. Yaptığı şartlamanın işe yaradığını görmek güzeldi. İblis denilen Ugi, ona Eiros adını takarak, kendi amacına yönelik bir şekilde, genci koşullandırmıştı. Bu kelime üstüne kurduğu kimlik sayesinde, Eiros demek, acı, çaresizlik, öfke, umutsuzluk vb. demekti. Kısacası, Ugi'nin kendi "intikam" amacıyla kullanabileceği duygular. Hakkını vermek gerekiyordu, İblis işinde oldukça iyiydi. Sonuçta, Neus'un hasmı çağlar boyunca tekniklerini geliştirme fırsatı olmuş, kadim bir canlıydı. Ancak Neus, gencin kendi adını hatırlatarak ve onunla pozitif şekilde iletişim kurarak, onu bu durumdan çıkarmıştı. Standart sapma göz önüne alınırsa, hesaplamalarına uygun bir süre içinde gerçekleşmişti. Yaptığı gözlemler, boşa gitmemişti. Zaten gidemezdi de, kaç tane uykusuz gece geçirmişti bu proje için.
"İyi..." diyecekti ki, durakladı "Pek de iyi değil, Neus. Fabrikada yaptığım şeyden beri..."
"... kendimi öldürmek istiyorum, aynı ergenliğimdeki gibi," diye aklından tamamladı, kara gözlü adam "Ancak bunu asla söyleyemez."
"... yaptığımla nasıl yaşarım? Onların görüntüsü ve sesi gözümün önünden gitmiyor," diye devam etti Yıldırım ve cılız bir tonda ekledi "Onları öldürdüm."
"Yaşadıkların çok doğal. Travmatik bir olay yaşadın ve bu sende iz bıraktı. Ancak zamanla bunun üstesinden gelinebilir," diye yanıtladı adam.
"Öyle ama... o kadar yoğun ve gerçek geliyorlar ki, asla geçmeyecek gibi. Gözlerimi ne zaman kapasam, onları tekrar öldürüyorum. Uyumaktan korkar oldum, bilincimden korkar oldum," dedi "Çok yorgun ve gerginim. Sürekli tetikteyim."
(https://3.bp.blogspot.com/-L-psxUNFD_U/WXF0b8TI0HI/AAAAAAAAASI/Y15ni3_2l4QLr4D6Ceb2Fn3c8F2rqIoJACLcBGAs/s1600/tumblr_n3mos19Yp81r6s2l8o1_500.gif)
"Dünyaya dair güven anlayışın sarsılmış. Sonuçta, insanlar için en masum şey denilen bebekleri bile öldürmek zorunda kalmışsan, seni buna zorlayan dünya nasıl bir yer olabilir?" diye, onun yerine bir sorgulamada bulundu.
"Kesinlikle!" dedi, Yıldırım "Bildiğim her şey yalanmış gibi geliyor. Kimseye güvenemezmişim ve yapmak zorunda olduğum seçimler karşısında çaresizmişim gibi."
"Kendine dair algın hakkında değişen bir şey var mı?" diye sordu Neus, bir yandan aklının köşesine bir not alırken.
"Bilmiyorum. Sanırım elimde bulundurduğum güçten tiksiniyorum. Bir daha asla kimseye zarar vermek istemiyorum. Düşüncesi bile... onlar gözümün önüne geliyor."
"Anlıyorum. Bir amacın olduğu sanıyordum, Yıldırım. Buna nasıl ulaşmayı planlıyorsun o zaman?" diye sordu, adam.
Genci yargılamadığı, sesinden belliydi. Yıldırım da bunu biliyordu, o yüzden içinde bir çekince yoktu. Bu güven ve uyumluluk bağını oluşturmak için, Neus'un çabalaması gerekmişti.
"Ben... sanırım bunun gerçekçi olmadığını biliyorum. Dünyayı, en azından ülkemi değiştirmek gibi bir hedefim var. Her ne kadar bu konuda oldukça gerizekalıca davranmış olsam da," dedi, Tepe Semti'nde yaptıklarını hatırlayarak "Hala amaçladığım bir şey. Elimde bir güç var ve bunu iyi yönde kullanmak istiyorum."
"Çok güzel. Unutma ki, önündeki günlerde bu anılar arada sırada, özellikle şu sıralar aklına gelecek. Nelerin onları tetiklediğini hatırla ve anlamaya çalış fakat elinden geldiğince, onlardan kaçınma. İşini sadece daha zorlaştırır," dedi, Neus.
"Doğru. Yine de, bütün bunlar yetecek mi? Hedefime ulaşsam bile mutlu olacak mıyım? Onun dışında, hayatımda hiç bir şey yok şu an," dedi, genç Yıldırım.
Beklediği gibi, gencin farkındalığı gelişmişti. Zaten belli açılardan, daha önce de ortalama bir insanın üstündeydi fakat kendisinin yanında geçirdiği zaman süresince, daha da artmıştı. Travmasına rağmen, amacı uğruna ne yapması gerektiğini bilmesi ve bu amacın tek başına, mutluluğu için yeterli olmayacağını bilmesi bunu gösteriyordu.
"Sen bir insansın, Yıldırım ve insanlar, kimi zaman aksini ne kadar isteseler de, sosyal canlılardır. Kueti'yle sohbetten ne kadar keyif aldığını sen de gördün," diye yanıtladı adam.
"İyi ama gerçekten bu kadar basit mi? Bütün bu acılarımı, üstüne tonlarca gerçeklik inşa ettiğim acılarımı, sadece insanlarla etkileşerek geçirebilir miyim?" diye sorguladı, genç ve aklından ekledi "Ve öylelerse, bütün o gerçekliklerim yalan mıydı?"
"Bu kadar basit olmayacaktır. Ancak, kilit bir nokta," diye, emin bir şekilde cevapladı, siyah saçlı adam.
Genç, biraz sarsılmış gibi görünüyordu. Sanki kabullenmek istemediği bir gerçekle yüzleşmişti. Karşılaştığı bu yorumu sindirmeye çalıştı.
"Aslında," dedi "Düşünüyordum da, insanlığa dair herhangi bir sosyal organizasyon büyüdükçe, içindeki kötülük de artıyor. Devletler, şirketler vb. devasa organizasyonlar bu yüzden oldukça kötü. Aynı şekilde, küçük sosyal çevreler, aile, arkadaş vb. iyi olabiliyor. Bunca zaman, kendi yaşadıklarımdan dolayı, onların da iğrenç olduğunu düşünmüştüm ama buradaki bağı görmek, sanırım bir şeyleri fark etmeme yol açtı. Aramızda kalsın ama Engar ve Yugiera arasındaki duruma imrendim. Engar çok şanslı birisi. Keşke ben de, büyürken böyle birisiyle karşılaşmış olsaydım. Her neyse! Sanırım, insanlar hakkında yanılmışım. Böyle küçük sosyal çevrelerde, iyilik ve mutluluk mümkün olabilirmiş."
Bunu derken, utanmamıştı. İlk başta. Sonra kulaklarını yandığını hissetti, sanki bir sır ifşa etmişti. Bir açıdan da öyleydi. Birisine imrendiğini itiraf etmek, hele ki böyle bir konuda, oldukça zordu.
"Neyse, çıkmam gerek. Kaptan bir şeyler yapacakmış. Görüşürüz!" diyerek aceleyle laflarını bitirdi ve yollandı, Yıldırım.
Çıkan üründen memnun kaldı, Neus. Her şey, kafasındaki simülasyona göre gidiyordu. Yıldırım'ın davranışları, tamamen beklediği gibiydi.