Mat, Ebou Dar’ın çevresinde bu kadar çok Tenekeci olduğunu hatırlamıyordu. Işıl ışıl renkli yk arabaları, onlar haricinde boz olan toprakların üzerinde hayat dolu mantarlar gibi büyüyordu. Lanet olası bir şehir kuracak kadar çoktular. Bir Tenekeciler şehri? Bu... bu sanki bir Aiel şehri gibi olurdu. Düşüncesi tamamiyle yanlıştı.
Mat Zar’ı yol üzerinde hızlıca yürüttü. Tabii ki bir Aiel şehri vardı. Belki bir gün, bir Tenekeci şehri de olurdu. Tüm renkli boyaları alırlardı ve dünyadaki diğer herkes kahverengi giymek zorunda kalırdı. Şehirlerinde hiç kavga olmazdı ve böylece şehir büsbütün sıkıcı olurdu; fakat otuz fersah boyunca, dibinde delik olan kahrolası bir çanak bile bulabilmek de mümkün olmazdı!
Mat Zar'ı hafifçe okşayarak gülümsedi. Ashendarei’sini, elinden geldiğince atının yan tarafına asılmış bir baston gibi göstermeye çalışmıştı. Şapkası, diğer tüm güzel ceketleriyle beraber, heybeye astığı bohçanın içindeydi. Üzerindeki ceketin ise örgü işini sökmüştü. Utanılası bir durumdu; fakat tanınmak istemiyordu.
Kafasına sarılmış, kaybettiği gözünü kapatan kaba bir bandaj takıyordu. Dal Eira kapısına yaklaştıkça şehre girmek için izin almayı bekleyenlerin olduğu sıraya karıştı. Sığınacak yer ve ya çalışacak bir iş arayan, diğer paralı askerlerden biri gibi görünmesi gerekliydi.
Eyere yılgın bir şekilde oturur gibi göründüğünden emin oldu. Başını eğik tut: Savaş alanında ve seni bilen insanların bulunduğu bir şehire girerken uyulacak, iyi bir nasihattı. Burada Matrim Cauthon olamazdı. Matrim Cauthon bu şehrin kraliçesini öldürülsün diye bağlı bırakmıştı. Çoğu, cinayet için ondan şüphelenecekti. Işık, o da kendinden şüpheleniyordu. Beslan şimdi ondan nefret ediyor olmalıydı, ve şimdi, ayrı geçirdikleri bunca zamana bakarak Tuon’un Mat hakkında nasıl hissettiğini söylemenin de imkanı yoktu.
Evet, başını eğik tutması ve sesini çıkarmaması en iyisiydi. Şehrin ne durumda olduğunu tartacaktı. Eğer, olur da, şu lanet olası sıranın başına ulaşabilirse. Bir şehre girmek için bir sıra olduğunu daha önce kim duymuştu ki?
Sonunda kapıya varabildi. Kapıdaki sıkkın askerin eski küreğe benzeyen bir yüzü –yarı yarıya kirle kaplıydı ve herhangi bir depoya kapatılsa daha iyi olurdu– vardı. Adam Mat’i yukarıdan aşağıya doğru bir süzdü.
“Yeminleri ettin mi yolcu?” diye sordu muhafız Seanchan’lere özgü ağır ağır konuşmasıyla. Kapının öbür tarafında, başka bir asker sıradaki bir sonraki kişiye yanına gelmesini işaret etti.
“Evet, ettim elbette.” dedi Mat. “Büyük Seanchan İmparatorluğu’na ve İmpatoriçe’nin, sonsuza kadar yaşasın, kendisine olan yeminleri. Ben yalnızca yoksul, bir zamanlar Murandy’de soylu bir aile olan Haak Evi’ne hizmet etmiş, yollara düşmüş bir paralı askerim. Gözümü bazı haydutlara karşı iki yıl önce, Tween Ormanları’nda, ağaçlıklarda bulduğum ufak bir çocuğu korurken kaybettim. Onu kendiminmiş gibi yetiştirmiştim, fakat –”
Karşısındaki asker eliyle ilerlemesini işaret etti. Adamın hiç de Mat’i dinliyormuş gibi bir hali yoktu. Mat, prensipleri dışına çıkmayı düşündü bir an. Eğer dinlemeyeceklerse, neden askerler buradaki insanları bu kadar uzun bir sırada beklemeye zorlayıp onlara bir hikaye uyduracak kadar zaman veriyorlardı ki. Bu durum herhangi birini kızdırabilirdi. Her zaman için gamsız olan ve hiç bir zaman sinirlenmeyen Matrim Cauthon’u değil. Fakat başka birini kesinlikle kızdırırdı.
Kızgınlığını içinde tutarak yoluna devam etti. Şimdi sadece, yolunu doğru hana çevirmesi gerekiyordu. Setalle’nin mekanının artık seçeneklerden biri olmaması çok yazıktı. Bu onu –
Mat, eyerin üzerinde kapkatı kesildi. Zar ise acele etmeden ilerlemeye devam ediyordu. Mat’in kapıdaki diğer muhafıza bakmak için kısa bir vakti olmuştu. Bu Petra’ydı! Valan Luca’nın gezgin sirkinde kuvvet gösterileri yapan adam.
Mat öbür tarafa döndü ve yeniden eyerinin üzerinde yılgın bir şekilde oturur konuma geçti. Ardından, omzunun üzerinden bir bakış daha attı. Bu kesinlikle Petra’ydı. O tomruk gibi kolları ve kütük gibi boynu karıştırması imkansızdı. Petra uzun bir adam değildi; fakat o kadar genişti ki koca bir ordu gölgesinde gölgelenebilirdi. Ebou Dar’da da ne işi vardı ki? Neden bir Seanchan üniforması giyiyordu? Mat neredeyse onunla konuşmak için yanına gidecekti, çünkü Petra her zaman cana yakın bir adam olmuştu; fakat giydiği Seanchan üniforması, Mat’in onunla konuşmayı yeniden düşünmesine neden oldu.
Eh, en azından şansı onunla beraberdi. Eğer muhattap olduğu muhafız yerine Petra’ya gönderilmiş olsaydı, kesinlikle kim olduğu bilinecekti. Mat nefesini bıraktı ve hayvana rehberlik etmek için Zar'ın üzerinden indi. Şehir kalabalıktı ve atın birilerini ezmesini istemiyordu. Ayrıca, Zar onu bir yük atı gösterecek kadar yüklenmişti –ona bakan kişi atlardan anlamıyorsa eğer- ve yürümek Mat’i daha da az akılda kalır biri yapabilirdi.
Belki de bir han aramaya Rahad’dan başlamalıydı. Yeni dedikoduları öğrenmek her zaman için bir zar oyunu bulmak kadar kolaydı Rahad’da. Tabii, gırtlağınıza dayanmış bir hançer bulmanın da en kolay olduğu yerdi ve bu Ebou Dar hakkındaki bir şeyleri anlatıyordu. Rahad’da insanların hançerlerini alıp adam öldürmeye başlaması, sabahları ‘Merhaba.’ demeleri kadar muhtemeldi.
Rahad’a gitmedi. Mekan artık farklı görünüyordu. Bölgenin dışında askerler kamp kurmuştu. Nesiller boyunca, Ebou Dar’ı yönetenler Rahad’ın kontrol edilmeden çürümesine izin vermişlerdi; fakat Seanchanler’in böyle bir niyeti yoktu.
Mat onlara şans diliyordu. Rahad, şimdiye kadarki tüm işgalleri def etmişti. Işık! Rand Son Savaş’ta savaşmak yerine burada saklanmalıydı yalnızca. Trolloclar ve Karanlıkdostları onu bulmak için gelirlerdi ve Rahad, onların hepsini tüm ceplerinin içi dışına çıkarılmış ve ayakkabıları bir çorba parası için satılmış, baygın bir şekilde ara sokaklarda bırakırdı.
Mat kalabalık bir kanal köprüsünün üzerinde, kendine yol açabilmek için insanları omuzlamaya başladı. Gözleri eyer çantalarının üzerindeydi; ancak şimdilik hiç bir yankesici onları aşırmayı denememişti. Her köşe başındaki Seanchan devriyeleri sağolsun, nedenini görebiliyordu. Mat, ucuz bir sikkeye sağlam dedikoduları olduğunu ima eden, günün haberlerini bağıran bir adamın yanında geçtiğinde kendini gülümserken buldu. Bu şehrin ne kadar da tanıdık, ve ayrıca rahat, hissettirdiği onu şaşırtmıştı. Burada geçen günlerini sevmişti. Belli belirsiz bir şekilde, gitmek istediği hakkında mızırdandığını hatırlar gibi olsa da – muhtemelen duvar üstüne göçtükten sonra olmalıydı, çünkü Matrim Cauthon öyle sıklıkla mızırdanan bir tip değildi- burada geçen vaktinin, hayatının en güzel zamanları arasında olduğunun farkına varmıştı. Rahad’da onunla kart oynayan ve zar atan bir sürü arkadaşa sahip olmak...
Tylin. Kanlı küller! Fakat bu güzel bir oyun olmuştu. Kadın ondan defalarca yararlanmıştı. Işık ona, bunu yapabilecek, art arda olmasa da, ve her zaman için arka kapıyı nasıl bulabileceğini bildiği zamanlarda bolca kadın göndermişti. Tuon bunlardan biriydi. Şimdi düşününce, muhtemelen başkasına ihtiyacı da olmayacaktı. O, herhangi bir erkek için idare edilmesi yeterince zor biriydi. Mat Zar’ın boynuna hafifçe vurarak gülümsedi. Zar da karşılık olarak Mat’in boynuna üfledi.
Gariptir ki burası, ona İki Nehirler’den daha fazla eviymiş gibi hissettiriyordu. Evet, Ebou Darlılar çabuk sinirlenen adamlardı; fakat tüm insanların acayip davranışları vardı. Aslında, Mat düşündükçe, o ve ya buna huysuzlanmayan hiç bir adamla tanışmamıştı. Sınırboylular anlaşılamaz insanlardı, keza Aieller de – apaçık ortadaydı- öyle. Cairhienliler ve garip oyunları, Tearlılar ve saçma sapan hiyerarşileri, Seanchanler ve onların... Seanchan-likleri.
İşin doğrusu buydu. İki Nehirler ,ve Andor’un az bir kısmı, dışındaki herkes kahrolası çılgınlardı. Bir adam bu duruma tam olarak hazırlıklı olmalıydı.
Kibar olmaya dikkat ederek, ki gırtlağına dayalı bir hançer bulmasın, ilerlemeye devam etti. Havada, yüzlerce pastadan yükselen bir koku vardı. Gevezelik eden kalabalık, kulaklarında bir uğultuydu. Ebou Darlılar hala renkli kıyafetlerini giyiyorlardı – belki de Tenekecilerin buraya gelmesi bu sebeptendi, yemeğe çekilen askerler gibi onlar da canlı renklere çekilmişlerdi. Her neyse, Ebou Darlı kadınlar göğüslerinin büyük kısmını açığa çıkaran, Mat’in baktığından değil tabii ki, üst tarafları sıkıca bağlanmış kıyafetlerini giymişlerdi. Eteklerinin altında rengarenk iç eteklikleri vardı ve onları göstermek için eteklerinin yanlarını ve ya önlerini iğneyle yukarıya tutturmuşlardı. Bu görüntü ona hiç bir zaman mantıklı gelmemişti. Neden iç çamaşırı olarak renkli şeyler giyerdiniz ki? Hadi diyelim giydiniz; o zaman, eğer bu kılıkla dışarıda dolaşacaksanız ne diye o renkli iç etekliklerin üzerini örtmek için bunca zahmete giriyordunuz.
Erkekler aynı derecede renkli, belki de bıçaklanınca oluşan kan lekelerini saklamak için, uzun yelekler giymişlerdi. Sırf zamanında onu giyen adam, havalar nasıl diye sorduğundan öldürüldü diye güzel bir yeleği tutup da atmanın hiç gereği yoktu. Ancak... Mat yürüdükçe beklediğinden daha az düelloyla karşılaştı. Düellolar şehrin bu kısmında Rahad’da olduğu kadar yaygın değildi; fakat bazı günler, hançerlerini çekmiş iki adama rastlamadan zar zor iki adım atabilmişti. Bugün, tek bir düello bile görmedi.
Ebou Darlılar’dan bazıları – onları her zaman zeytin rengi derilerinden tanıyabilirdiniz- Seanchan elbiseleriyle gayet resmi bir şekilde yürüyorlardı. Tüm herkes pek bir kibardı. Mutfağınızda taze bir elmalı turta olduğunu henüz duymuş, altı yaşındaki bir erkek çoçuğu kadar kibar.
Şehir eskisi gibiydi; ama farklıydı. Birazcık farklı hissettiriyordu. Ve bunun sebebi artık limanda Deniz Halkı gemilerinin olmaması değildi sadece. Açıkça görülüyordu ki oradakiler Seanchan gemisiydi. O burayı terk ettiğinden beri kurallar koymuşlardı. Ne tür kurallar acaba?
Mat, Zar’ı yeterince itibarlı sayılabilecek ahırlardan birine götürdü. Ellerindekilere kısaca göz gezdirdiği kadarıyla hayvanlara iyi bakıyorlardı ve hayvanların çoğu gayet iyi görünüyordu. Size biraz daha pahalıya patlasa da iyi atları olan bir ahıra güvenmek en iyisiydi.
Zar'ı oraya bıraktı, bohçasını yanına aldı ve hala sarıp sarmaladığı ashandarei’yi baston olarak kullandı. Doğru hanı seçmek iyi şarabı şeçebilmek kadar zordu. Eski, fakat yıkık dökük olmayanını isterdiniz. Temiz,ama çok da temiz değil – içinde tek bir leke bile olmayan han adam gibi kullanılmamış olandır. Mat, insanların sırf oraya bir görüneyim diye gelip mekanda sessizce oturduğu ve çay içtiği yerlere de katlanamıyordu.
Hayır, iyi bir han yıpranmış ve kullanılmış olandı. İyi bir çift bot gibi. Ayrıca dayanıklı olanıydı da. Yine iyi bir çift bot gibi. Biralarının tadı iyi bir çift bot gibi olmadığı sürece bir kazananınız vardı. Bilgi edinmek için en iyi olanları Rahad’daydı, ama üstü başı orayı ziyaret etmek için fazla iyiydi ve Seanchanler orada her ne yapıyorlarsa ona denk gelmek istemiyordu.
Kafasını, adı Kış Çiçeği olan hanın kapısından içeri uzattı ve hemen arkasına dönüp uzun adımlarla oradan uzaklaştı. Üniformaları içindeki Ölümnöbetçileri... Hiç bir şekilde, Furyk Karede’ye rastlama riskini almak istemiyordu. Bir sonraki han çok fazla ışıklandırılmıştı ve ondan sonraki de fazla karanlıktı. Yaklaşık bir saatlik aramadan sonra – ve hiç bir düello görmeden- doğru yeri bulup bulamayacağı konusunda umutsuzluğa kapılmıştı. Sonra, bir kapta sallanan zarların sesini duydu.
Başlangıçta, kafasındaki lanet olası zarlar olduğunu düşünerek zıpladı. Şükür ki sadece normal zarlardı. Kutsanmış, mükemmel zarlar... Ses, sokaklardaki insan kalabalığının arasına karışan rüzgarla sürüklenerek bir anlığına kayboldu. Elleri para kesesinde, çantası omzunda bir iki özür mırıldanarak kalabalığı ittirdi. Yakın bir ara sokakta, duvarın birinden sallanan bir tabela gördü.
Yüzüne bakırla yazılmış “Yıllık Kavga” kelimelerini okuyarak tabelaya doğru yürüdü. Üzerinde, alkış tutan insanların resmi vardı ve içeride, zar sesleri şarap ve bira kokusuna karışmıştı. Mat içeriye adımını attı. Yuvarlak suratlı bir Seanchan kılıcı belinde, duvara gelişigüzelce yaslanmış bir şekilde hemen kapının ardında duruyordu. Mat’e şüpheci bir şekilde dikti gözünü. Eh, Mat, içeriye giren her müşteriye bu bakışı atmayan bir han bekçisiyle karşılaşmamıştı daha. Mat adama selam olsun diye şapkasının ucuna hafifçe vurmak için elini kaldırdı; ama tabii ki de onu takmamıştı. Kanlı küller! Şapkası olmadan kendini çıplak gibi hissediyordu. Bazen.
“Jame!” diye seslendi kadının biri barın yanından. “Müşterilere yine gözünü dikip bakmıyorsun değil mi?”
“Sadece hak edenlere Kathana.” diye cevapladı adam Seanchan aksanıyla. “Eminim ki bu adam hak ediyor.”
“Ben sadece basit bir yolcuyum,” dedi Mat, “bir kaç zar oyunu ve biraz şarap arayan. Daha fazlasını değil. Kesinlikle bela değil.”
“Ve bu yüzden böyle sarmalanmış bir kargı taşıyorsun, öyle mi?” diye sordu Jame.
“Hadi ama, yeter artık.” dedi Kathana. Ortak salonu geçti ve Mat’i ceketinin kolundan yakalayıp bara doğru sürükledi. Kadın kısa bir şeydi. Koyu renk saçları ve açık renk bir teni vardı. Mat’ten çok da büyük değildi; ama su götürmez bir şekilde, bir anneye özgü saçları vardı. “Onu umursama. Sadece sorun çıkarma ve onu, seni bıçaklaması, öldürmesi ve ya bunların arasında bir şey yapması için zorlama.”
Kathana, Mat’i bir bar taburesine oturttu ve barın arkasında kendini meşgul etmeye başladı. Ortak salon loştu, ama cana yakın bir şekilde. Bir tarafta insanlar zar oyunu oynuyorlardı. İyi cinsten bir zar oyunu. İnsanları, tatlı bir kayıptan sonra arkadaşlarının sırtına dostça vurduran ve güldüren türden. Son parasını kaybeden adamların endişeli gözleri yoktu burada.
“Yemeğe ihtiyacın var.” diye belirtti Kathana. “Bir haftadır doğru düzgün bir şey yememiş biri gibi görünüyorsun. Gözünü nasıl kaybettin?”
“Murandy’de bir Lord’un korumasıydım.” diye başladı Mat. “Yediğimiz bir baskın sırasında kaybettim.”
“Bu büyük bir yalan,” dedi Kathana, soslu domuz eti dilimleriyle dolu bir tabağı önüne çarparak koyarken. “Çoğundan daha iyi. Ayrıca, çok da doğrudan söyledin. Neredeyse sana inanacaktım. Jame, yemek ister misin?”
“Kapıyı korumam gerekiyor!” diye cevapladı Jame.
Işık, adam! Birinin gelip kapıyla beraber çıkıp gitmesini mi bekliyorsun? Gel buraya.”
Jame homurdandı, fakat bara doğru yürüyüp Mat’in yanındaki taburelerden birine yerleşti. Kathana bir kupa bira koydu ve adam dümdüz ileriye bakarak kupayı dudaklarına götürdü. “Gözüm üzerinde.” diye mırıldandı Mat’e doğru.
Mat bunun kendisi için doğru han olduğundan emin değildi; ancak bu kadının yemeğini, ona söylendiği gibi yemezse başı omuzlarının üzerinde buradan kaçabileceğinden de emin değildi. Yemeğin tadına baktı. Oldukça güzeldi. Kathana kenara doğru çekildi. Masaların birindeki adama fırça çekerken parmağını bir o yana bir bu yana sallıyordu. Bir ağaca, yanlış yerde büyüdüğü için fırça çekecek türden biri gibiydi.
Bu kadın, diye düşündü Mat, kesinlikle Nynaeve ile beraber aynı odada bulunmamalı. En azından ben onların bağırma mesafesindeyken...
Kathana aceleyle geri geldi. Boynuna evlilik hançeri takıyordu, gerçi Mat evli bir adam olduğundan bir kaç saniyeden fazla bakmamıştı. Eteğini Ebou Dar yerlilerinin adeti olduğu gibi kenarlardan iğneyle tutturmuştu. Kadın bara geri gelip Jame’e bir yemek tabağı hazırlarken Mat adamın kadına şefkatle baktığını fark etti ve bir tahminde bulundu. “Uzun süredir mi evlisiniz?” diye sordu.
Jame Mat’i dikkatle süzdü. “Hayır.” dedi en sonunda. “Okyanusun bu yanına geleli uzun süre olmadı.”
“Sanırım bu anlaşılabilir.” dedi Mat kadının önüne bıraktığı biradan içerek. Bugünlerde çoğu şeyin nasıl da iğrenç bir tadı olduğunu düşününce bira hiç de kötü gelmemişti. Sadece azıcık berbattı.
Kathana zar atan adamların yanına yürüdü ve sanki solgun göründüklerini düşünürcesine daha fazla yemek isteyip istemediklerini sordu. Bu Jame elemanının iki at kilosunda gelmemesi şaşılacak şeydi. Kadın konuşkan görünüyordu aslında. Mat, belki de ona lazım olan bilgileri bu kadından sağlayabilirdi.
“Eskiden olduğu kadar çok düello yapılmıyor gibi.” dedi Mat kadın yanından geçerken.
“Seanchan kuralı yüzünden.” dedi Kathana. “Yeni İmparatoriçe’nin koyduğu, sonsuza kadar yaşasın. Düelloları tamamen yasaklamadı ve yasaklamaması çok iyi bir şey. Ebou Darlılar fethedilmek kadar önemsiz bir şey için isyana kalkışmazlar; ama düellolarımızı elimizden al... sonra bak da gerisini gör. Her neyse, düellolar artık bir devlet yetkilisi tarafından izlenmek zorunda. Yüz farklı soruya cevap vermeden ve ücretini ödemeden düello yapamıyorsun. Bu durum içimizdeki tüm yaşam enerjisini aldı götürdü.”
“Hayatları kurtardı.” dedi Jame. “Adamlar o kadar kararlılarsa hala birbirlerinin hançerleri ucunda can verebilirler. Artık, sadece sakinleşmeleri ve düşünmeleri için kendilerine zaman vermeleri gerekiyor.”
“Düellolar düşünmekle alakalı değil.” dedi Kathana. “Fakat zannımca, bu gösteriyor ki senin güzel yüzünün sokak ortasında doğranması hakkında tasalanmama gerek yok.”
Jame eli kılıcının üzerinde, burnunu çekti. Kabza, Mat ilk kez fark ediyordu, balıkçıllarla damgalanmıştı; ancak kılıcın da balıkçılla damgalı olup olmadığını göremiyordu. Mat başka bir soru soramadan evvel Kathana uygun adım oradan uzaklaştı ve masasına bira döken bir adama ciyak ciyak bağırmaya başladı. Kadın, yerinde fazlaca durabilen bir tipe benzemiyordu.
“Kuzeye doğru havalar nasıl?” diye sordu Jame gözleri hala ileri dikilmiş vaziyette.
“Kasvetli.” diye cevapladı Mat dürüstçe. “Her yerdeki gibi.”
“İnsanlar bunun Son Savaş olduğunu söylüyor.” dedi Jame.
“Öyle.”
Jame homurdandı. “Eğer öyleyse, politikayla uğraşmak için kötü bir zaman olacak ha, sen de öyle düşünmüyor musun?”
“Lanet olsun ki öyle.” dedi Mat. “İnsanlar oyun oynamayı bırakmalı ve gökyüzüne bakmalılar.”
Jame Mat’i izledi. “Gerçek bu. Ağzından çıkanları dinlemelisin.”
Işık, diye düşündü Mat. Bir çeşit casus olduğumu düşünüyor olsa gerek. “Bu benim seçimim değil.” dedi Mat. “Bazen, insanlar sadece duymak istediklerini dinlerler.” Tadı ondan beklenebileceği kadar iyi olan etten bir ısırık daha aldı. Bu günlerde yemek yemek, sanki sadece çirkin kızların bulunduğu bir yerde dans etmek gibiydi. Ancak bu, son zamanlarda yeme talihsizliğinde bulundukları içinde kötünün iyileri arasındaydı.
“Bilge bir adam sadece doğruyu öğrenmeli.” dedi Jame.
“Önce doğruyu bulman gerekir.” diye cevapladı Mat. “Çoğu insanın düşündüğünden daha zordur.”
Arkalarında, Kathana koşuşturarak geçerken burnunu çekti. “ ‘Gerçek’, insanların adlarını hatırlayamayacak kadar sarhoş olduğu zamanlarda barlarda tartıştığı bir şeydir. Bu da demektir ki etrafın sağlam pabuçlarla çevrili değilken. İçine çok fazla şey yerleştirmezdim, yolcu.”
“Adım Mandevwin.” dedi Mat.
“Eminim ki öyledir.” dedi Kathana. Sonra Mat’e şöyle bir baktı. “Sana daha önce hiç, bir şapka takman gerektiğini söyleyen oldu mu? Kaybettiğin gözünle gayet uyumlu olurdu.”
“Öyle mi?” dedi Mat kuru kuru. “Zorla insanları beslemenin yanında moda önerileri de mi veriyorsun?”
Kadın Mat’in başının arkasına temizlik beziyle bir tane patlattı. “Yemeğini ye.”
“Bak, dostum.” dedi Jame ona doğru dönerek. “Ne olduğunu ve neden burada olduğunu biliyorum. Sahte göz bandajın beni kandıramaz. Kolunun yenlerine yerleştirilmiş fırlatma bıçakların var ve sayabildiğim altı tanesi daha kemerinde. Daha önce tek bir gözü olup da kuru fasulyeden daha iyisini fırlatabilen biriyle karşılaşmadım. Siz yabancıların düşündüğü kadar kolay bir hedef değil o. Muhafızlarını atlatmayı geçtim, saray’a bile hiç bir zaman ulaşamayacaksınız. Bunlar yerine gidip dürüst bir iş bul.”
Mat adama bakakaldı. Mat’in bir suikastçi olduğunu mu düşünüyordu? Mat uzanıp bandajını çıkardı ve bir zamanlar gözünün olduğu boşluğu ortaya çıkardı.
Jame görüntü karşısında irkildi.
“Tuon’un peşinde,” diye konuştu Mat usulca, “suikatsçiler mi var?”
“Onun adını böylece kullanma.” dedi Kathana Mat’e yeniden temizleme beziyle vurmaya başlayarak.
Mat başının arkasına, bakmadan uzandı ve bezin ucunu yakaladı. Tek gözünü Jame’inkilere dikti kaçırmadan.
“Tuon’un peşinde,” diye tekrarladı Mat, “suikastçiler mi var?”
Jame başı ile onayladı. “Çoğu, işini bilmeyen yabancılar. Bir kaçı bu hana uğradı. Sadece biri gerçekte neden burada olduğunu itiraf etti. Düello alanında, kanının tozlu yerleri suladığını seyrettim.”
“O zaman seni dostum sayabilirim.” dedi Mat ayağa kalkarak. Bohçasına uzanıp şapkasını çıkarttı ve başına yerleştirdi. “Bunun arkasında kim var? Kim bu adamları buraya getirdi ve Tuon’un başına ödül koydu?”
Yanlarında, Kathana Mat'in şapkasını inceledi ve tatmin olmuş bir şekilde kafasını salladı. Sonra, duraksadı ve gözlerini kısarak Mat’i süzdü.
“Düşündüğün gibi değil.” dedi Jame. “Adam en iyi suikastçileri tutmuyor. Tuttukları yabancı, bu yüzden başarısız olmaya mahkumlar.”
“Şanslarının ne bok olduğu umrumda bile değil.” dedi Mat. “Onları kim tutuyor?”
“O, senin uğraşabileceğinden çok daha nüfuzlu bir –"
“Kim?” dedi Mat usulca.
“General Lugan Galgan.” dedi Jame. “Seanchan ordularının başı. Senin kim olduğunu anlayamadım, dostum. Bir suikastçi misin, yoksa onları mı avlıyorsun?”
“Kahrolası bir suikastçı değilim.” dedi Mat şapkasının kenarını aşağı doğru indirerek ve bohçasını kaptı. “Hiç bir adamı talep etmediği takdirde – çığlıklarla ve avaz avaz bağırarak istemediği sürece- öldürmem. Fark ettim ki isteğe cevap vermemek kabalık oluyor. Eğer seni bıçaklarsam, dostum, bunu yapacağımı bilirsin ve sebebini de öğrenirsin. Sana bunun garantisini verebilirim.”
“Jame,” diye tısladı Kathana. “Bu o.”
“Şimdi ne var?” diye sordu Jame, Mat sakladığı ashandareisini omzuna kaldırmış bir şekilde yanından sıyrılıp geçerken.
“Muhafızların aradığı adam!” dedi Kathana. Mat’e doğru baktı. “Işık! Ebou Dar’daki tüm askerlere suratın için gözlerini dört açmaları söylendi. Şehir kapılarından içeri nasıl girebildin?”
“Şansla.” dedi Mat ve sokağa doğru attı adımını.