Kayıp Rıhtım Arşiv Forum
Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Daarlan Gardan - 20 Şubat 2013, 16:14:28
-
Gözlerimi araladığım saniyeler gökyüzü de şimşeklerin nedeniyle süt rengine dönüşmüştü. Tek odalık ormancı evinin kütüklerine yağmur damlaları isabet etmekteydi. Bulutlar silah, yağmur mermi ve kütükler de hedef olmuş gözüküyordu. Ali beş adımlık ötemde sürekli horlamaya ve şimşek seslerini bastırmaya yemin etmiş gibiydi. Sakalları saçlarına karışmıştı. Nice gündür şehre inip ihtiyaçlarımızı karşılayamıyorduk.Yaz mevsimini de çalışarak geçirmek istemediğimiz bir şey olmaktan çıkmış ve alışkanlık seviyesine yükselmişti. Aydınlık, camlardan odaya yığıldı. Bir müddet sonra Ali’nin kızıl sakal ve saçlarından devamında tabii odadan çekip gitti.
Etrafta dolaşan, çevre yerleşim yerlerinde yaşamlarını sürdüren köpeklerin uğultuları kulaklarda asılı kalıyordu. Geniş olmayan elimi en az onun genişliğindeki yüzüme yerleştirdim ve iç geçirdim. Belli bir zaman da olsa dünyadan iletişimin olmadan bekçilik yapmak; koca bir devleti yönetmekten daha sıkıcıydı. Yaşadığımıza üç aylık geçim kaynağı ve bedava tatil de isim olarak uygun düşecektir. Sürünen zaman Ali’yle beni dört senedir buraya fırlatmakta. İlk senenin ilk günü Jandarma’dan gönderilen bir askerle nöbet tutmuştum fakat asker ayılardan korktuğunu söyleyerek uygun adım uzaklaşmıştı. Telefonun çektiği bir vakit Ali’ye mesaj attım ve yanımda bitti. Jandarma bu ormandaki av yasağıyla ilgilenmek istemiyordu, gerek ormanın içlerinde bulunan göl ve gerekse ormanda binbir türlü canlının evlerinin olması buna sebepti. Zaten çevredeki bir çok köyün ve köylünün sorunlarıyla uğraşmak onları inanılmaz terletiyordu. Belli bir ödül karşılığı, ki bu genelde aylık üçyüz lira olurdu; aylık nöbetimizin kişi başı olmayarak cebimize girecek para miktarıydı.
Dört sene gözümün önünden geçerken, uzaklardan veya göklerin derinliklerinden bir şimşek tüm görüş alanımı aydınlattı. Başımı kaldırarak ve dolaylı olarak boynumu zorlarak camın alt köşesinden ormanın bir bölümüne baktığımda; ağaçlar garip ve hoş olmayan şekillere bürünmüş gibiydiler. Uykumun tutmaması beni bu harika doğa olaylarını görmeyle ödüllendiriyordu. Amerikan korku filmlerinin klişe zombileri gibiydim, iki saate yakın bu durumda bekledim. Gözkapaklarım gözlerimin üstüne düşerken, açıldıkları anda olduğu gibi gök süt rengiydendi ve saniye şaşırmadan gökten yere şimşekler yağmaktaydı.
Sabah ilk önce Ali uyanmıştı. Benim bünyem onun güçlü kollarıyla sarsılarak uyandırılmadı. Bedenim sarsılmadı. Sucuklu yumurtanın leziz kokusu uyanmama neden olmuştu. Kahvaltımızı yaptıktan otuz dakika sonra boğaz yakan kahvelerimizi içtik. Gerekli ve yanımızda olsa iyi olur dediğimiz eşyalarımızı çantalarımıza aldık; orman kokusunu en içlerimize kadar çekerken ”bugün de bilmem kaç kilometre yürüme vakti” diye sayıklanıyorduk.Yağmur yüzünden çamurlaşan yüzeyde yürümek bizi yavaşlatıyordu, çamurlar o zamana kadar yemedikleri küfürleri bizden yediler. Onlar da bizim ayakkabılarımızı yediler. Çok geçmeden adını unuttuğumuz bir köyden doğan yolda ilerledik ve her gün üstünden geçtiğimiz köprüde bir arabanın durduğunu fark ettik. Ali’nin gözleri o andan önce beş gündür araba görmemizden olsa gerek ışıl ışıl parlıyordu. Gece vakti olsaydı yıldızlarla yarışabilirdi. Arabanın plakası ikimizinde yaşadığı şehre aitti. Ve o arabayı gördüğümüzden sonraki günler başka yollarda tekerlek patlatacaktı. Ali’nin göz ışıltısı sönecekti ve arada sırada köye uğradığımız zamanlar o arabayı görecekti. Plakası otuzlarda olan bu araba muhtara ait olsa gerek köyde onun evinin kapısında görecektik. Arabadan sakin sakin uzaklaşırken köy barınmayan yerlere doğru ilerliyorduk. Göl kıyısına yakın yürüme hevesimiz tuttu. Ali çamurlanan ayakkabıları az da olsa suya sokmak istediğini belirtti ve yüzünü yıkamak istedi. Çantasını bana uzatırken kızıl sakal ve saçları havada süzüldü. Suyu ölü bir canlıyla karşılaşmış yırtıcı hayvanlar misali kokladı. Huzursuz olarak ki suya daldırdığı sağ elini sola döktü.
”Bir gece içerisinde fabrika kurabilecek ve üretime başlayacak bir iş adamı tanıyor musun? Bu iş adamı pisliği buraya dökecek kadar kötü amaçlı olmalı,” dedi gölü sağdan sola tümüyle süzdü.
Bilmemekle beraber şaşırdım. Yağmur yüzünden olabileceğini düşünerek saçmalamaya başladığım doğruydu. Sırtımda esintiyle birlikte gelen üşümeyi hissettim, terlerin mutlak sebebiydi. Ali söylenerek elini çantasından çıkarttığı havluya sürdü. Durumdan hiç memnun değildi. Suya elimi sokmasam; zihnimi ve burnumu odaklayarak koklamasam bile olaydan şüphelenmiştim. Olmayan bir olaydan şüphelenmek değil midir içimizi yiyip bitiren?
Her yaz dönemi evimiz dediğimiz yere dönmüştük. Bu olay üstünde hiç mi hiç konuşmadık. Ormanda vurduğumuz kuşları pişirmek için mangal yaktık. Göklere yükselen duman kimselerin dikkatini çekmedi. Av yasağı bizleri ısırmadan geçiyordu. Jandarmalar ”ne vurup ne tutarsanız kendinize, pişirin ve yiyin; başkalarına dikkat edin” diye öğütlemişlerdi. Afiyetle ve yorgunluktan patlayan açlıkla yedik ve artıkları geceleri havlayıp duran köpeklere bıraktık.
O günün gecesi, bir önceki günün gecesi olduğu gibi şimşekler ve süt rengi bir gökyüzüne uyandım. Camın önüne geçip yağmurun cama vuruşunu ve ileriden göz kırpan göle baktım; sigaram bir elimde meşale gibiydi. İki ıslık süresinde birkaç şimşek aynı anda gölün ortasında bir cismi şekillendirdi. Küre şeklinde olan ve parıldayan bu cismin aslında olmadığını uydurdu beynim; gözlerimin oyunuydu elbette. Fakat öyle olmadığına işaret eden sebepler vardı, suyun kokusu….
Ali’nin aydınlamış yüzüne bakış attıktan sonra uyumak için divanıma çekildim. Uykumda bedenimin herbirini bir şimşeğin içinde barındığını görüyor ve hissediyordum. Yağmurun eşliğinde gökyüzünden gölün orta bölümüne düşüyorduk; bir kürenin içinde, dünden kalan ve yaşamama uygun olan ortamla kaynaşıyordum. Biçimimi görememekle eşit olarak bütünleşmiş bedenimi kıpırtadamıyordum. Kokunun sebebi… Yuvanın ya da YUVAMIN oluşturduğu ortam mıydı?
Kuş cıvıltılarıyla uyandım. Ali elinde kanlı bir tavşan tutmuş, ”bugünün kısmeti!” diye nida ediyordu. Tavşanın kanla kaplanmış beyaz tüylerine göz kırptım.
”Silahsız nasıl öldürdün?” diye sordum.
”Ölü olarak buldum. İki üç tane daha vardı,” eliyle ormanın en tehlikeli bölgesini işaret etti, ”büyük ihtimal köpekler öldürmüştür, şimşekler birbiri ardına patlayınca bırakıp kaçmışlardır.’
Ali tavşanın derisini yüzdü. Pişirdi ve kendi başına yedi. Arada yemediğim için bana söyleniyordu fakat yemek istemiyordum. Saatler saatleri kovalarken gece yarısı kapımız gürültüyle açıldı. Ali yatağından birkaç santim yukarıya sıçradı. Yakınlardan kaptığım tavayla Ali’ye yaklaştım. Şimşekler sadece gölün üstünde çakıyordu. Çakıyordu. Çakıyordu. Bilmediği bir dansı öğreniyormuş gibiydi. Dehşetengiz yüz ifadelerimizle dışarıya fırladık, koşarak köprüye ulaşmaya çalışıyorduk; koştuğumuzdan ötürü köpekler peşimize takılmıştı, yolumuzun sol tarafı ormana düşmekteydi ve küçük bir uçurum gibiydi. Ali’ye oradan kaymamızı ve sabaha kadar gölün orada beklememizi söyledim. Bunu duyduğu gibi, zaten her daim ayakkabılı uyuduğumuzdan da ötürü ayakkabılarımızla kayarak göl kenarına kadar yuvarlandık. Köpek uğultu ve havlamaları uzaktan kulak tırmalıyordu; göle akın eden şimşekler mola vermişti.
Şimşekler yağmurla beraber üstümüze dökülmeye başladı. Yüzümü gökyüzüne dayadım ağzımdan içeri bir şimşek girmiş gibiydi, aydınlandım ve bir anda kendimi gölün ortasında kürenin içinde buldum. Uzaklardan, Ali’nin sesiyle ”Yiğit! Yiğit! Yiğit! Neredesin lan?” yankıları duyulmaktaydı. Şimşeklerden bir tanesi kürenin içinde döndü ve bedenimi gökyüzünde gezindirdi ve başka bir şimşekten doğarak yeryüzüne bıraktı. ”Kaç buradan!” dediğim gibi bir başka bir şimşek görevi devraldı, kürenin içinde tutsaktım ve binlerce düğme önümde yayılmaktaydı. Hiçbir düğmeye dokunmama rağmen gökyüzü süt dökülmüş tonu aldı ve Ali’nin feryatları göğü, küreyi, kulaklarımı ve kalbimi yaktı.
Birkaç gün sonra bana verilecek ölüm raporunda ”ZEHİRLENME” sonucu öldüğüne dair bir yazı yer alacaktı.