En baştan özür dileyerek başlıyorum sözlerime. Bir şekilde eleştirinin dozunu ayarlayamazsam, kırıcı bir şey söylersem bilin ki iyi niyetlidir ve farketmediğimden olmuştur. Önce geliştirilmesi gerektiğini düşündüğüm yerlerden başlamak istiyorum:
Tarihi kurgu hep bir nebze daha zorlayıcı oluyor. Gerçek tarihe dair bir şeyler gördüğü anda okur hali hazırda bildiği şeyleri kullanarak metnin içine girmeye çalışıyor. Sizin hikayenizde de babanın Çanakkale'ye gitmesiyle birlikte aşağı yukarı hangi dönemde geçtiğini anlıyor ve metindeki her ayrıntıyı buna göre yorumluyoruz. Bazı noktalarda sıkıntı yaşadım bu yüzden. Babasının vefatından yıllar sonra 25 yaşında olup hala annesi ve kardeşine bakmak için çalışması olayı özellikle rahatsız etti beni; zira aşağı yukarı bir zaman çizelgesine oturtacak olursak karakterimizin 25 yaşında olduğu zamanların Kurtuluş Savaşı'na denk geliyor olması gerekir. Elbette "böyle olmak zorundadır" demiyorum; ama 25 yaşına gelmiş bir erkeğin, o kadar ağır bir savaş döneminde, hanede bir erkek daha varken, kendisi yıllar önce çok istemesine rağmen yaşı tutmadığı için savaşa gitmemişken ve babası şehit olmuşken asker olmaması veya Kurtuluş Savaşı'nın bittiği bir tarihten bahsediyorsak zamanında gitmemiş olması bana mantıklı gelmedi. Belki öykünün başında babadan o kadar uzun bahsetmeseydik böyle düşünmüyor olabilirdim. Kaldı ki ilk paragrafta hayatını değiştiren bir şey yaşadığından, bir ihtiyardan bahsediyor ve hemen ikinci paragrafta "tabii ilk hayatımı değiştiren şey buydu" diyerek babasının Çanakkale'ye gidip dönmemesini anlatıyor. Öykünün geneline baktığımızda ise babasının başına gelenlerle öykünün başından beri bize vaadedilen ihtiyar hikayesi arasındaki tek bağın, babasının savaşa gitmesiyle çalışmaya başlamış olması ve ihtiyarla tanıştığı gecenin gündüzünde çalışıyormuş olması. Babanın şehit düştüğünün ve tüm yükün karakterimize bindiğinin belki de tek bir cümleyle verilmesi çok daha derli toplu ve odaklı bir öykü çıkarırmış gibi geldi bana. Dönemsel bütünlükle ilgili başka bir sıkıntım da yine karakterimizin yaşından kaynaklandı. 25 yaşında hala anne ve kardeşine baktığından söz ediyoruz; ama yine dönem şartlarında, geleneksel olarak "ev kurma"nın çok önemli sayıldığı, hele ki erkekler savaşa gidip dönmediğinden kasabalarda genç erkek bulunmadığı bir dönemde 25 yaşındaki bir adamın evli olmamasını biraz abes buldum.
Yine dönemsel çelişkilerden devam edecek olursak, ana karakterin ağzından anlattığınız öyküde genel olarak sözcük seçimlerine dikkat etmişsiniz. Daha ilk paragrafta "hadise", "hikaye" sözcükleri bizi biraz eski bir ağızdan duyacağımıza alıştırıyor ve öykünün geneli de okuyucuyu yormayan bir şekilde, biraz eski bir ağızla devam ediyor; ancak özellikle iki yerde öyküden uzaklaşıverdim. Bir tanesi karakterimizin öykünün başında annesinden "annem" diye bahsederken öykünün ortasında bir anda "anam" diye bahsetmesiydi. Diğeri ise öykünün sonlarına doğru gördüğüm "duyumsamak" sözcüğüydü. Birkaç yerde daha buna benzer "daha modern" sözcükler görmüştüm; ama en çok bu sözcük takıldı gözüme; çünkü muhtemelen sözcüğün türetilme tarihi hikayenin geçtiği tarihten daha sonra.
Tabii zaten adamımız 100küsür yaşında, o sözcüğü de gördü, her sözcüğü de gördü gibi bir durum var; ama öykünün genelinde ya biri ya biri olsun, bir tutarlılık olsun istiyor insan (ki tutarsız demiyorum, bu iki nokta dışında öyle çok gözüme batan bir şey de olmadı, gayet başarılı aslında tutarlılık konusunda).
İlk girdiği işte işvereninin diyaloglarını, şive kullanımı açısından beğenmedim. Biraz "hadi bize karadenizli yap" diyince "haçen uşağum!" diye haykıran tiyatroculara benzemiş. Bana kalırsa illa bir diyalektik getirecekseniz o ağızlara özgün stereotiplerden çok yapı taşlarına odaklanmalısınız; ki bir nebze yapmışsınız da yer yer "r" harflerini yok ederek. Burada zannediyorum ki bir Ege aksanı oluşturmak istemişsiniz. Dediğim gibi "r" harflerinin yer yer elenmesi biraz işlemiş; ama bir nebze daha ileriye gitmek gerekiyor. Sözcük sonlarındaki "r"leri tamamen atmak, sözcük ortalarında "r"leri "ğ"leştirerek kullanmak etkiyi bir nebze arttıracaktır. Ege aksanına dair bir diğer özellik genellikle hızlı konuştukları için cümlelerin çok yuvarlanmasıdır.. Bunu sağlamak için cümle yapılarında özellikle bol sesli harfli sözcükler kullanılabilir, "gerekiverir" gibi sözcüklerden kaçınılabilir ve illa kullanılması gerekiyor o hızlı yuvarlanmayla söyleyeceklerinden "gerekivee" gibi yarım bırakılabilir. Burada kafanızda konuşan karakterleri bir kenara bırakıp diyaloğu ilk kez karşılaştığınız bir metni okuyormuş gibi sesli okumak çok işe yarayabilir; zira siz zihninizde aksanı hemen oturtabilirken metinle ilk kez karşılaşan okuyucu o diyaloğu orada nasıl yazılıyorsa öyle okuyacaktır ve dolayısıyla "Öyle oluvesin bakalım, hem benim işler görülmüş oluveri hem de sizin garnınız doyar gari" tümcesi tam da bu şekilde okunacak, "Öğle oluvesin bakem, hem benim işle görülmüş oluveri hem de sizin gağnınız doyar gari" (veya bir türevi) gibi aksan katan unsuru kavrayamayacaktır. Bu arada harika diyalektik sözlükleri var. Özellikle ağızlara merakınız varsa bunlardan edinip çeşitli yörelere dair ayrıntılara bakabilirsiniz.
Dilbilgisel konulara teker teker girmeyeceğim. Zaten genel olarak dilbilgisel anlamda büyük sıkıntıları olan bir öykü değildi. Yalnızca noktalama işaretlerinin kullanımına biraz daha dikkat edilebilir, noktalı virgül ve bağlaçların kullanımına çalışılabilir; ama dediğim gibi ufak tefek şeyler bunlar.
Öykünün anlatımı ve kurgusu açısından bahsettiğim baba hikayesi ve nalbantta iş bulması sonra onlara yemeğe kalması kısmı gereksiz geldi bana. Bizi öykünün temelinden uzaklaştırıyor; halbuki biz olabildiğince yakın kalmaya çalışıyoruz. Üstelik tüm bu ayrıntılar sorular getiriyor yanında. Ben merak ediyorum kardeşi ne oldu, annesi ne oldu? Öykünün başlarında çok bahisleri geçti; ama akıbetlerinden bihaberdik. Hiç değilse ab-ı mematın onların hayatına olan etkisine dair bir şeyler görebilseydik.
Sonuç olarak bence öykünüz, asıl öyküye yeterince odaklanamamış. Sanki ihtiyar ve ab-ı memat olayını heyecanla anlatmak istemişsiniz; ama bizi oraya hazırlamanız gerektiğini düşünerek arayı doldurmuşsunuz gibi geldi.
Böyle kötü kötü yazmışım gibi oldu; ama elbette yukarıda da az az değindiğim ve çok beğendiğim şeyler de var. Bir kere ab-ı memat ve bir dervişin bir sonrakine kendi elinden içirmesi, içirdikten sonra hayatını kaybetmesi durumu fevkalade. Masalsı bir mistisizm, yetiştirildiğimiz çoğu hikayeye uyuyor (haleflik, hep tek bir kişi olma, hediye-lanet çıkmazı) ve kendimizi tanıdık topraklarda, emin ellerde hissediyoruz.
Yukarıda söylediğimle birlikte eninde sonunda hikayeniz bitirdikten sonra insana zamanının boşa gitmediğini hissettiriyor ve aslında neticede önemli olan da bu. Hikayeyi sevmemiz. Geri kalan yukarıdaki şeyler de zaten sevdiğimiz ve "ah şu da şöyle olaymış" dediğimiz için.
Kaleminize sağlık.