Kayıp Rıhtım Arşiv Forum
Oyun Masası => new World of Darkness => FRP Arşivleri => Dipsiz Konak => Geist the Sin-Eaters => Konuyu başlatan: Baal Adramelech - 08 Ekim 2011, 22:17:31
-
Düşerken zaman yavaşlıyor diye bekler insan, ama öyle olmuyor. Yere düşmen ve beynindeki o bütün hücrelerin aynı acı sinyalini göndermesi ile, sonsuz karanlığa gömülmen çok kısa bir aralıkta gerçekleşiyor.
Birisi var, kafanın hemen yanında duruyor. Göremiyorsun, göremezsin. Kafanı kaldıramıyorsun bile.
Yaşamak ister misin? diye bir cümle dolaşıyor zihninde. Sesini duymuyorsun bile.
-
İlk kaçınılmaz şoku atlattıktan sonra birbirlerine perçinlenmiş çene kemiklerimi kıpırdatmama gerek kalmadan cevap verebileceğim için memnun oluyorum. Karanlığın içine bir düşünce yolluyorum.
"Ne fark edecek ki?"
-
Karanlığı görüyor André. Karanlığa bak diyor adam. Ruhunun tekrar tekrar parçalanacağı o yere gitmek istediğine emin misin? Hayatta kalabilecekken?
Ruhunu ister istemez bir korku sarıyor. Devasa, karanlık tüneller sanki dünyanın kökleri gibi uzanıyorlar. Sadece bakarken bile, gözlerini birisi parçalıyor gibi André'nin. Ruhunun en derin, en temel korkularını uyandırıyor.
-
"Tamam, tamam, yeter!" diyorum, içimden çığlıklar koparmamak için kendimi zor tutarak. "Peki öldükten sonra nasıl yaşayabilirim ki, bunu nasıl sağlayacaksın, ve en önemlisi ne karşılığında?
-
Birlikte yaşayacağız o bedende. Farklı değil, tek bir varlık olarak. Hem sen, hem ben olacağız. Ben, yada biz olacak hepsi. Tek kişi. Ve böylelikle devam edeceksin. Asla ölmeyecek, ruhun yaşlanana kadar dünyada yürüyebileceksin. Beni de yanına alman karşılığında, bedeninde kalabileceksin.
-
"Uygun görünüyor. Son bir şey daha var ama--sen nesin?"
-
Küçük bir kahkaha. Sessizlik.
Birisi seni dürtüyor, "İyi misiniz?" sesi ince, hafif ve endişeli çıkıyor bu kadının. Siyah, bir kısmının ucunu maviye boyattığı saçları iyice dağılmış, hafifçe terlemiş. Koşmuş olmalı.
-
Yatıyor, oturuyor ya da ayakta dikiliyor durumda olduğumdan emin değilim, kemiklerimin yerli yerinde olduğundan da; ancak kafamı dikkatle çevirip etrafıma bakınmayı akıl edebiliyorum. Sonra kadını görüyorum.
"İyi misiniz?"
"Daha iyi zamanlarım da oldu sanırım. Aa, şu anda neredeyim?"
Aynı anda içimden geçenlerse şöyle: "Ah, lanet olsun. Gerçekten yaşıyorum."
-
"Yerde." diyor kadın. Hafif endişeli ses tonu gayet belirgin. "Düşüp kafanızı falan mı vurdunuz? Bir an kan gördüğümü sanmıştım."
-
Kendimi zorlayarak gülümsüyorum. "Tabii ya. Yerde." Doğrulup üstümü başımı silkelerken daha önceden beni kovalayanların etrafta olup olmadığını da kontrol ediyor, ölümüm ve dönüşüm arasında ne kadar zaman geçtiğini kestirmeye çalışıyorum. Kadının ikinci sorusunu yanıtlamadığımı fark edip panikle hemen bir şeyler geveliyorum. "Ben, şey, ilaç, içki, fazla kaçırdım biraz sanırım işte."
-
Kadın bir süre kafasını salladı. "Anladım. Bir kahveye ne dersin? Güzel bir yer biliyorum buralarda. Hem yağmur geliyor, çok uzağa gidemezsin şu durumda. Ah, bu arada kalemini düşürmüşsün." Eliyle yerde duran bir mürekkepli kalemi gösteriyordu.
Anlaşmamızın imzası. Yanından asla ayırma, asla kaybetme.
-
Uzanıp kalemi alıyor ve ceketimin iç cebine yerleştiriyorum. Kadını bir süre baştan ayağa süzüp ihtimalleri kafamda tarttıktan sonra, durumun şu ankinden daha kötü olamayacağına karar verip "Tamam, yolu göster. Kahve gerçekten iyi gelebilir şu anda." diyorum.
-
Kalemi eline aldığında ölümün o net duygusunu hissediyorsun. Kalemin etrafındaki ince siyah aura da, André'yi onun sadece bir kalem olmadığına inanmaya itiyor.
"Gel." diyor kadın ve yürümeye başlıyor. "Adın ne?"
-
"André. Babam Cezayirli bir Fransızdı. Yedi yaşımdan beri görmedim onu. Her neyse, seninkisi?"
Hafifçe sendeleyerek kadını takip ediyorum.
-
"Angela." Bir süre sessizce yürüdüler André ile. Sonunda köşede duran küçük kafeye girdiler. Bir kaç cadde ilerideki James Stone Kolejini fark etti André, küçükken orada okumuştu.
Oturduklarında Angela bir kahve sipariş etti. "Hikayen ne?"
-
Ben de kendime aynısından istedikten sonra bir an duraklıyor ve cevaplıyorum.
"Bilmem ki, anlatacak çok da...sıradışı bir şey geçmedi başımdan."
Gülümsememi zorlukla bastırıyor ve Angela'nın saçlarına işaret ediyorum.
"Punk ölmüş diyorlardı en son?"
-
"Aleister amcam için de öyle demişlerdi." diyor ve gülümsüyor. "Sokakta bayılmış bir adam gördüm ve o adam bana başından bir şey geçmediğini söylüyor... Evet."
Bu sırada bir adam yanına yaklaşıyor ve bir peçete bırakıyor, üzerinde telefon numarası olan. "Güzel kalemmiş. Ben de bu yüzüğü aynı dükkandan almıştım ama o dükkanı bir daha bulamadım. Eğer dükkan hakkında bir şeyler öğrenirsen beni arar mısın, telefon numaram burda. Kusura bakma, acelem var. Afiyet olsun."
-
"Aleister amcam için de öyle demişlerdi."
"Yaa, bir de bana sor sen onu." diyorum.
"Güzel kalemmiş. Ben de bu yüzüğü aynı dükkandan almıştım ama o dükkanı bir daha bulamadım. Eğer dükkan hakkında bir şeyler öğrenirsen beni arar mısın, telefon numaram burda. Kusura bakma, acelem var. Afiyet olsun."
Adamın dokunduğu yerden dalga dalga yayılan soğuk ürpertiyi göz ardı etmeye çalışsam da yüzğünün etrafındaki siyah aurayı gördükten sonra Angela'ya içinde bulunduğum ruh halini yansıtmamaya çalışmam iyice zorlaşıyor. Hiçbir şey diyemeden adamın arkasından bakakalıyorum.
Adamın kalem görülemeyecek bir yerdeyken onun varlığından haberdar olması soğuk soğuk terlememe yol açıyor.
-
Kız biraz sessiz kalıp kahvesinden iki yudum aldıktan sonra elini senin elinin üzerine koyuyor ve ani bir heycan ifadesiyle. "Bara, daha müzikli gidelim mi? Keyfim yok ve biraz içki gayet iyi olur."
-
Başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Kendi kendime "Bu ne böyle?" diyorum. Sonra biraz zorla toparlanarak gözlerimi Angela'ya dikiyorum. "Biraz hızlı gitmiyor muyuz? Yoksa koşucuların hayat tarzı hep böyle mi?" diyor ve yamuk bir gülümseme koyveriyorum. "Çok gürültülü bir yer olmayacaksa ve beni çok sarhoş etmeyeceksen tamam, hadi gidelim." diyorum.
-
"Bir şeyin mi var?" diye bakıyor endişeli endişeli.
-
"Şey, bir daha düşününce, şu baygınlığımın etkisi halen geçmedi sanırım. Başım dönüyor biraz. Eve gitsem daha iyi olacak."
Masanın üzerinde duran, numaranın yazılı olduğu peçeteyi alıp katlayarak kalemimin olduğu cebime koyuyorum.
-
"Eşlik etmemi ister misin? Hayır diyeceksen şimdiden söyleyeyim, hayır cevabını pek seven birisi değilim." Kızın yüzünde küçük çarpık, ama hoşuna giden bir gülücük oluşuyor.
-
"Tamam, ısrarcısın, anladım." Bayılmadan önce duyulana benzeyen hafiflik duygusu ve Angela'nın gülümsemesi beni biraz daha rahatlatıp adamın dokunuşunun ölümümü hatırlatan etkisini kırıyor. Ayağa kalkıp "Gidelim. Ama kahveyi sen ısmarlıyorsun." diyor ve bu sefer doğal bir şekilde gülüyorum. "Hem, tekrar bayılıp da bir çöp konteynırının falan içinde uyuyakalmamam için eve giden yolda yaslanacak bir omuz işime yarayabilir."
-
Gülümsemesi yayılıyor ve cüzdanından biraz para çıkarıp masanın üzerine bırakıyor. "Bir taksi çağırabilir misiniz?"
***
Taksiden indiğinde, o da André ile iniyor. "Bu halde seni bırakmam pek mümkün değil."
Belki güzel bir gece geçiririz ha?
-
Öyle mi dersin?
Taksi yolculuğunda iyice açılmış olan zihnimle Angela'yı baştan ayağa süzüyorum. Sonra da hiç gülümsemeden beline sarılıp "Gerçekten de hızlısın." diyorum, yüzümde hiçbir ifade yok.
Tam olarak anlamadığım bir şekilde davranıyorum, normalde yapacağım bir şey değil bu, fakat yapıyorum işte. Belki de içimdeki ile bir ilgisi vardır.
Tek elimi Angela'nın belinden çekip anahtarımı çıkarıyor, kapıyı açıyorum ve onu içeri çekiyorum.
-
İçeriye giriyorlar, ancak André'nin baş ağrısı ve yorgunluğu artıyor. Kız anlayışlı anlayışlı bakıyor. "Biraz uzan, eğer hasta hissediyorsan çorba yapabilirim?"
-
Duvara tutunarak ayakta duruyorum.
"Bir şey yiyebilecek ya da içebilecek durumda mıyım emin değilim."
Kafamı iki yana şiddetlice sağlayıp baş ağrımın biraz olsun azalıp azalmayacağını tespit ediyorum.
-
Biraz dinlen, ihtiyacın var küçük.
"Uzan o zaman, buradayım ben veya istersen gidebilirim?"
-
Sesi duyunca tekrar soğuk terlemeye başlıyorum. Sendeleyerek salondaki bir kanepeye ulaşıyor ve yığılıp kalıyorum.
"İyi fikir. Numaranı alabilir miyim peki?"
-
Bir kağıda yazıyor ve kapıya doğru gidip, oradaki küçük anahtarlığa bırakıyor. "Görüşürüz André." Gülümseme atıp kapıdan çıkıyor.
-
Apartmanın merdiveninden inen ayak seslerini dinledikten sonra birden oturur duruma geliyor ve kısa bir an soluklandıktan sonra bana çok salakça gelen bir şey yapıyorum.
Orada mısın?
-
Telefon değil bu, ben daima buradayım.
-
Yine ürpermeden edemiyorum, ancak gittikçe bu duruma alışıyorum.
Pekala.
Kalemi ve numarayı cebimden çıkarıp elimde evirip çeviriyorum. Kalemin görünüşünü ve özelliklerini zihnime kazımaya çalışıyorum.
Bununla bir şeyler yazarsam dışımdaki dünyaya herhangi bir etkisi olacak mı?
Telefona uzanıyor ve adamın verdiği numarayı tuşluyorum.
-
Bir kalem, bazen sadece bir kalemdir.
Telefon bir süre çalıyor ancak cevap gelmiyor.
-
Bundan sonra sana Sigmund desem bana kızmazsın o halde.
Telefonu yerine koyuyorum. "Ne bekliyordum ki."
Şimdi n'olacak?
-
Cevap gelmiyor. Yağmurun arttığını ve sokaktan bir kaç polis arabasının hızlıca geçtiğini duyuyorsun. Şehir uyumuyor, gecenin bu saatinde bile yaşıyor. Küçük apartman dairesi, dışarıya göre nispeten güvenli gibi sanki. Yine de boş ve karanlık.
-
Pencereye alnımı dayıyorum. Sanki birisi zihnimdeki lastik tıpayı yerinden çıkarmış gibi. İçinde bulunduğum durumun absürdlüğü ve karanlığı üzerinde tek bir saniye bile harcamıyorum. Onun yerine, mutfağa yöneliyor, her akşam yatmadan önce yaptığım gibi buzdolabını açıp kendime bir bardak süt dolduruyorum. Elimde bardakla loş koridordan geçip odama varıyorum, ışığı açmıyorum ama. Yatağın üzerine oturup sütü içiyorum.
-
André, gece boyunca rüyalar görüyor. (http://sheetgen.dalines.net/sheet/13438)
-
Evine girişinin üzerinden bir hafta geçti.
Kızın, Angela'nın, numarasını yazdığı kağıdı bırakmasının üzerinden geçen bir hafta. André kalkıp o kağıdı almadı, bakmadı bile. Olan olayları atlatmaya çalışarak yaşadı André son günlerini. Normal ve akıl sağlığı başında bir adamın yaşayacağı şeyler değildi bunlar nasıl olsa. Yaşadıkları... İlginçti.
Belki kızı aramalıydı, belki kafedeki adamı.
André (http://sheetgen.dalines.net/sheet/13438)