"Açık tenli insanların derisi incedir. Damarları da bundan dolayı göze çarpar durumda olup mavimtrak gözükürler. İşte buna dayanarak Germen asıllı derebeyleri ile toprak zadeganı, dirimsel farklılıkların, öyle ki üstünlüklerinin kanıtlarından biri olarak, muhtemelen Ondördüncü yüzyılda, Ispanya' da kanlarının renginin bile değişik olduğuna, yani mavi kanlı (Isp sangre azul) olduklarına yönetilenleri ikna etmişlerdir."
diye aktarıyor "Çağdaş Küresel Medeniyet" adlı Kitabında Teoman Duralı.
Şimdi bu derebeyliklerden birinde olduğunuzu hayal edin. Biraz korkutuğunuz, biraz saygı duyduğunuz bu insanların bir resmi geçit yaptığını düşünün, ve önde yürüyen derebeyinin küçük oğlunun burnundan hasbelkader bir iki damla kan sızdığını...
Orta Çağ İspanya' sında böyle bir devrim yaşanmış olduğundan bahsedilir. Ve bir damla kanı gören halkın yıllarca süren bir yalanın kiniyle nasıl intikam aldığından...
Marifetler kitabının bana hatırlattığı ilk sahne sızan o kan damlası oldu işte. White Man's Burden (http://www.fordham.edu/halsall/mod/kipling.asp) ın bir başka boyutudur aslında mavi kanlı olmak. Her ne kadar bütün yük kölelerin gibi görünse de efendilerin de çilesine sahne olmuştur Feodal yapı. Marifetler işte tam da bundan bahsetmektedir; marifetin, yetinin ve gizemin ardına gizlenmiş o kaçınılmaz kederden...
Marifet denen şey büyümeyi, bedel ödemeyi, acı çekmeyi ve marifetin kendisini sahibinin varlığının bir teminatı haline getirmeyi zorunlu kılar ya, Le Guin bu zorunlulukların hiçbirini atlamadan kucaklayıcı bir yapıt çıkarmış ortaya. Onun o bilindik bilge yaşlı kadın (yaşlı derken iyi anlamda :P) tarafı var ya, bütün kusurları ile insanı ele alan, en büyük açmazlarını dahi bir anne merhametiyle anlatan tarafı, onunla dağların marifet sahibi insanlarının yanına taşıyor bizleri.
Fantastik - Realistik bir Uncle Ben olup "Büyük güç, büyük sorumluluklarla gelir" diyor ve anlatıyor :). Feodal zamanın atmosferi içinde, sıradışı özellikleriyle hakim olan hanedanların, sıradan insanların ve tabi ağaçları, hayvanları, güçleriyle tüm doğanın yollarının yaşama endişesi, hırs, korku ve sevgi sayesinde nasıl birleştiğini anlatıyor bizlere.
Bitirmeden zamanında Altıncı His filmi için kullanılan bir slogan vardı, "Jede Gabe ist nicht eine Geschenk" diye, "Her yeti bir lütuf değildir" şeklinde çevirmeye çalıştım ama kıt bilgimle hadsizlik etmiş olmam umarım. Çok beğendiğim bu söz, bir esere daha fevkalade uymuş görünüyor, yorum sizin.
Başlık: Sesler
Gönderen: estarriol - 27 Şubat 2012, 00:29:22
Haklı, bilinçsiz, korkak, bastırılmış, patlamış, koruyup gözeten halleriyle her haliyle öfkeyi barındırıyor satırlarında bu kitap. Ve karşısında eziyetlere rağmen dingin, cehalete rağmen affedici bir erdem var bu öfkenin.
Bu defa bir işgalin sonucu olarak dünyaya gelen küçük bir kız çocuğu oluyor hatıralarını bizimle paylaşan karakter.
Düşmüş bir şehrin içerisinde, işgalcilerin tahakkümü altında, kendilerine olan saygılarını yitirmeden varolma savaşı veren bir medeniyetin çocuğu bir kız... İşte bu kızın gözünden kendi şehrini ve şehrin kalbi olan Seferbeyi'nin konağını, bir de bu toprakları işgal edip, onların tanrılarını şeytan, mazbut insanlarını sapkın ilan eden düşmanlarını izliyoruz kitapta.
Çocukluk hayatın en zor dönemidir çoklarına göre. Anlamaya ve bilmeye en muhtaç olduğumuz dönemidir o yolcuğumuzun. Bu ihtiyacımızın tam da aksine hayat anlaşılmaz sırlar ve bilinmeyen kurallarla doludur çocuklar için. Çocukluğun en belirgin hali öfkedir o yüzden bana soracak olursanız.
Çocuklar ister, elde edemezse ağlar ve sonra susup üzüntüsünün yerini bir öfke tohumu almasını izler ya, Memer de daha bir çocuk bu anlamda aslında. Onun farkı hiç istememiş ve hiç ağlamamış olması. Bu tür lükslerden uzak ve acı dolu bir öyküsü var onun.
Onun için yalnızca içinde biriktirdiği peşin ve pazarlık kabul etmez öfkesi var çocukluk namına. Bir de onun o küçük evreninin tam ortasında yer alan Ev'in gizemlerine duyduğu korkuyla karışık merak..
Kitapta Memer' in, İşgalci Aldların ve tüm Ansul' un öfke ve itaat arasındaki gitgellerini bulacaksınız. Öyle yoğun oluyor ki bu gitgeller, yazarının bizzat bir taraf tutar hale gelip, zaman zaman aynı menşeye sahip bir başka öfkenin bir varisi haline geldiğine tanık olduğumu söylesem çok da ileri gitmiş olmam sanıyorum.
Aldların monoteist bir külte mensubiyeti ve paganistlere zulmedişleri, Ortadoğu ve İslam eksenli birtakım ayrıntılarla desteklenmiş desem yine yalan olmaz. Eserdeli bu esinlenme zaman zaman fazla bariz hale gelebiliyor.
Le Guin in her kitabında bulabileceğiniz, fantastik öğlelerle gerçeğin harmanıyla oluşturulan atmosferi merak etmeyenler varsa içinizde, yine de okuyun derim, sırf öfkeyle bilgeliğin karşılaşmasının nasıl sonlandığını görmek için bile değer çünkü.