Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: kalemistik - 28 Ağustos 2012, 11:33:08

Başlık: Solumsya nın laneti
Gönderen: kalemistik - 28 Ağustos 2012, 11:33:08
-Ah Solumsya! Ben buranın sakiliyim. Bizi terk etme! 
Adonia:
-Kaygılanma Tolunay! Bu gece ritüeli gerçekleştiriyoruz. Yarın Solumsya bize, biz Solumsya’ ya döneceğiz.
   Solumsyalılar, şehirlerini kanlı bir savaşla kaybedeli haftalar olmuştu. Öyle ki kan, toprağın rengini unutturmuştu. Yeraltının güneş görmez canavarı Yutpa, insan etinden nemalanıp, Üzütler’e de daha fazla kadavra daha fazla kan vaat etmişti. Solumsya’yı ele geçirip, yerleştiler. Yutpa, toprak eşelemekten kurtulmuşken; Üzütler, Şamanların soykırımından kaçmış oldu. Bu düpedüz bir lanetti!
   Solumsyalılar, bu taarruzdan pek bir az kurtulabildiler. 50’yi aşkın Solumsyalı, Tılsımlı Geçit’ den geçip, Boro Ormanı’na bıraktılar yaralı bedenlerini; elemli kalplerini. Yeraltını, neşeli kasveti, barışı, mutluluğu, huzuru kısacası: Solumsya’yı da gerilerinde bıraktılar; krallarını da. Solumsya Kralı Korbey, Yutpa’nın dişleri arasında bedenine el salladı.
   Lanetten kaçan bir tutam Solumsyalı, Aselbent Ağacının tepesine yerleşti. Aselbent Ağacı, yeşil Boro Ormanı’nın tam ortasındaki, Fısıltılı Göl’ün ortasında fidanlanmış devasa bir ağaçtı. Yaprakları sarmaşıktan ibaretti. 200 metre boyundaki bu ağacın sarmaşık dalları, göle kadar iniyordu. Toprak olmadan, öylece suyun içinden boy gösteriyordu.
 Zamanında, yer tanrıçası Ötügen yeşertmişti Aselbent Ağacını; insanlara sığınak olsun diye. Tepesine de meşeden sağlam bir mezra kurmuştu. Hüma Kuşu ve asil soyuna, Aselbent’e sade ve sadece ruhu saf, kalbi elemli insanları çıkartmalarını buyur eyledi. O insanlara birde emir bıraktı: “Bağış istiyorsan benden, bağış eyle kalbinden!”
Ay, güneşi dünyanın öteki yüzüne uğurladığında, ritüel hazırlıkları bitmişti.
Solumsyalılar, kıtlık yaşadıkları dönemlerde, tek gıdaları olan keçiboynuzunu kutsal sayarlardı. Kralın karısı Aslin, hazırladığı keçiboynuzu çorbasını Hakan’a içirdi. Cellat, devasa giyotini indirdi ve Hakan’ın kellesini uçurdu. Kan öylece havada asılı kaldı; gözlerde yerde. Sonra kan yeri suladı; gözlerde havayı. Yer tanrıçası Ötügen’in istediği bağış yapılmıştı.
Aslin, ölen torunun arkasından göz şelalesi kurdu. Her şey kralın: “Ölüyorsam sebebi var. Boşuna değildir kırmızı.” demesinden ibaretti. Solumsya alınmalı, tekrar huzur ve barış içinde ürenmeliydi.
Güneş aya, yokluğunda dünyanın bu yakasını aydınlattığı için teşekkür etti ve onu uğurladı. Onca yaralı, yaşlı ve çocuk arasından 3 cengâver kalmıştı ellerinde. Sadece onlar gidebilecekti Solumsya’ ya: Tolunay, Adonia, Ohannes.
Solumsyalılar, barış içinde yaşayan yüzlerce milleti barındırıyordu içinde. Türk, Ermeni, Yunan, Bulgar, Moğol, Kafkas, Gürcü… Hepsi yek kardeşti.
   Tolunay, yağız bir Türk oğluydu. Yutpa’yı yok edecek tek şey, ondaki timsah dişinden başka bir şey değildi. Ötügen bu dişi, Aselbent Ağacı’nın üstüne yaptığı mezraya yerleştirmişti. Birde emir: “Eğer saldırırsa yeraltından, kullan kuyruk ucundan!”
Tolunay,  omuzlarına kadar uzanan saçlarıyla, kirli sakalı, zeytin gibi kara gözleriyle, uzun boyuyla, iri kalıbıyla hemen dikkat cezbederdi. Sağ kaşının üstündeki yara izi, diklemesine alnının ortasına kadar geliyordu. Hiddetli bir yüz ifadesi vardı. Azmi ve hırsıyla tanınırdı. Keçi gibide inatçıydı hani! Öylesine inattı ki Adonia’ ya olan ilgisini perdeliyordu. Adonia’nın birkaç kez bunu ima etmesi, geri adımlamasına neden olmuştu. Bu kumral, minyon güzelliğe alaka göstermemek de olanaksızdı hani! Hele o koca gözleri yok muydu? Ufak yüzünde, nasılda parlıyordu yıldız gibi. Parlak ciltli Yunan kızı işte!
   Ohannes ise bir Ermeni oğluydu. Kısacık saçlarını geriye doğru atar, beyaz teni ve mavi gözlerini cömertlikle sergilerdi. O da iri kalıbıyla güven verirdi. Ailesi, Solumsya’nın en zenginlerindendi.
   Bu 3 kahraman, dev Hüma Kuşu’nun sırtına atladılar. Hüma Kuşu, beyazın hâkim olduğu bir kuş olmasına rağmen, kanatlarının ucundaki tüyleri mavi, pileli-uzun kuyruğunun ucu ise pembemsi, kırmızı renkte olan bir hayvandı. Kafası, bir kartal kafasına benziyordu; ancak boynu daha uzundu. Ona cennet kuşu diyenlerde yok değildi.
   Tolunay en öndeydi ve arkasına alaylı bir bakış atarak: “Korkuyor musun Adonia?” dedi. Adonia’nın bakışı daha bir sertti: “Ölüm benim için, hayattan sağ salim gitmek demektir.” Tolunay bu sözle hem cesaretlenmiş hem de kederlenmişti. Kendi ölümü zahmetsiz geliyordu da Adonia…
   Kuş, onları önce Fısıltılı Göl’ün, sonra Boro Ormanı’nın üzerinden aşırıp, çölün ortasındaki Solumsya Girdabına götürdü. Bu girdap, çöl kumunu içine çekiyor, kuma karışan canlıyı da doğruca Solumsya’nın kalbine kusuyordu. Yani içeri girer girmez, Yutpa ile burun buruna geleceklerdi.
Tolunay:
-Bana, timsah dişini, kuyruk ucuna saplayacak fırsatı yaratmalısınız. Ohannes! Sen Üzütler’i al! Adonia! Şamanlardan öğrendiğin büyülere ihtiyacımız olacak.
Ohannes:
-Benden önce ölen olursa… Gözüme gözükmesin!
Adonia:
-Ötügen aşkına…
   Üçü gözleriyle birbirlerinden cesaret aldılar. Derin bir nefes alıp, girdabın oluşacağı kum kütlesini adımladılar. Kum yavaşça dönmeye başladı ve üçünü de içine çekti. Girdap kusmayı bitirdiğinde Yutpa ile göz gözeydiler.
   Üzütler, birer zombiydi aslında; ancak akıllı olanlarından. Bilinç yok, hüküm var. Soluk ve parçalanmış bedenleriyle aheste aheste taarruza geçtiler.
   Yutpa, dev bir kuyruklu kurbağayı andırıyordu. Dört ayaküstünde,  ucu üçgenli bir kuyruğu olan, kocaman irissiz kırmızı gözlere sahip, mavi tenli, tombul bir yaratık…
   Planladıkları gibi Ohannes, Üzütler’i zincirli kancasıyla kendine çekip, organlarına ayırıyordu. Tamda bu sırada, Yutpa’nın arkasına geçmenin bir yolunu arayan Tolunay, sivrikuyruk darbesiyle yere yığıldı. Gözlerini korku bulutu kaplayan Adonia, hemen onun yanında bitiverdi. Tolunay’ın kolu, kan şelalesine dönmüştü. Adonia, dizlerinin üstüne çöktü. Şamanlardan öğrendiği “ökse otu esintisi”ni uygulamaya karar verdi. Bel kesesinden, bir miktar ökse otu çıkardı. Bu sırada Ohannes, Üzütler yetmiyor gibi, Yutpa ile de uğraşıyordu. Adonia, ökse otunu avuçladı; birkaç kelime fısıldayarak, Tolunay’ın koluna üfledi. Birkaç saniye içinde, büyü etkisini gösterdi; kalkıp sarıldılar. Arkalarını döndüklerinde, kendilerine doğru gelen, yaratıkları gördüler. Ohannes yerde, hareketsiz olarak yatıyordu. Ruhu çoktan bir, “elveda” çekmişti. Ruhu olmayan bir fiziğe, büyü de işlemezdi. Tolunay; halkı, kral babası ve evladı yetmiyormuş gibi arkadaşını da kaybetmişti. Zeytin gözlerini intikam bürüyen Tolunay, belinden timsah dişini çıkardı. Özgürlüğe, barışa koşarcasına Yutpa’nın kuyruğuna atladı. Bir iki silkelemeye rağmen, dişi batırdı; canavarın içinden söktü aldı barışı. Yutpa’nın mavi kanını, cemaline yiyen Üzütler, arkalarına bakmadan kaçtılar.
   Tolunay’ı da Adonia’yı da elleri birbirine kavuşmuş ve ölü olarak buldular; Tılsımlı Geçit’in çıkışında. Yer tanrıçası Ötügen, Solumsya’yı başlarına yıkmıştı ikisinin de. “Bağış istiyorsan benden, bağış eyle kalbinden!” derken, bir çocuğun kendisine kurban edilmesini emretmemişti o. Çok sinirlenmişti, bu bağnazca katliama! Kalpten edilen bir duayı kastetmişti ulu tanrıça.